• Sonuç bulunamadı

İşârî Sûfî Tefsir

B. MÜFESSİRLERİN GÖRÜŞ, DÜŞÜNCE VE

2. İşârî Sûfî Tefsir

İşârî tefsir, “yalnız tasavvuf erbabına açılan ve ilk bakışta akla gelen dış (zâ hir) mânâsı ile bağdaştırılabilen birtakım gizli anlamlar ve işâretler yoluyla Kur’ân’ı açıklamak” demektir. Buna göre söz konusu tefsir, sûfînin kendi bireysel fikirlerine değil, bulunduğu makam itibariyle kalbine doğan ilham ve işaretlere göre Kur’ân’ı tefsir etmek tir. Burada, nazarî sûfî tef-sirde olduğu gibi sûfî müfessirlerin ön fikir ve yargıları yoktur. Müfessir bulunduğu makamda içine doğan ilhâm ve işâretlerle âyetleri mânâlan-dırmaya çalışır.213 Kalplerine doğan bilgiyi kapalı bir üslûp ile, remiz ve işâret yo luyla ifade ederler. Yaptıkları tefsirlere de tefsir değil, işâret adını verirler. Bunun için tasavvufî tefsire “işârî tefsir” adı verilir. Diğer bir ifâde ile, ilk anda akla gelmeyen, fakat tefekkürle, âyetin işâretinden kalbe doğan mânâ anlamına gelir.

İşârî tefsirler, makbûl ve makbûl olmamak üzere iki gruba ayrılırlar.

İşârî tefsirin makbûl olabilmesi için, verilen bâtınî mâ nânın sıhhat şart-larının bulunması gereklidir. Bâtın mânânın da sahih olması için şu dört şartın bulunması gerekir:

1. Bâtın mânânın Kur’ân lafzının zâhir mânâsına aykırı ol maması, 2. Başka bir yerde bu mânânın doğruluğunu te’yid eden şer’î bir şâhidin bulunması,

3. Verilen bu mânâya, şer’î veya aklî bir muârızın bulunma ması, 4. Verilen bâtınî mânânın tek mânâ olduğunun ileri sürül memesi.

Bu şartları taşıyan tasavvufî tefsir makbuldür. Ancak bu makbûliyet onun reddedilmemesi mânâsınadır; onun kabul edilmesinin mutlak vâcipliği mânâsına gelmemektedir. Redde dilmemesi, zâhire zıt olmaması ve sapıtma derecesinde olma ması, şer’î delillere muârız ve zıt bir şeyin olmaması mânâsına dır.214

Mutasavvıflar Kur’ân tefsirinde, âyetlerin zâhir mânâsından ziyâde, bâtını üzerinde durmuşlardır. Onlar, zâhir mânâ ile, maksada ulaşmaktan

213 ez-Zehebî, age., II, 357-415; Zürkânî, Menâhilü’l-İrfân, II, 86; Cerrahoğlu, Tefsir Tarihi, II, 9-32.

214 Veli Kayhan, Kur’ân İlimlerinin Doğuş ve Gelişmesi, s. 92.

ziyade, ihtilâfa düşüldüğünü görmüşlerdir. Bu bakımdan menkûl tefsire itibar etmemişler, sadece lügavî delâletler bakımından onların nahvî ter-kiplerine temessük et mişlerdir. İşârî tefsir erbabı, maksada ulaşmak için âyetlere bâtınî mânâlar vermişlerse de, onları, Bâtınîler dediğimiz grupla karıştırmamak lâzım gelir. Onların tefsirde, Bâtınîlerden ayrıl dıkları nokta şudur: Mutasavvıflar, bâtınî mânâlar veriyorlarsa da, zâhir mânâyı tama-men hükümsüz addetmiyor ve şeriat için lüzumlu görüyorlar. Bâtınîler ise, şeriatı bertaraf etmek için, tefsirden murat zâhirî olan değil, bâtınî olandır derler. Mutasav vıflar çok defa bâtınî mânâyı kullanırken, zâhirî mânâyı nefyedecek şekilde kullanmıyorlar.215

Bazı tasavvufî tefsirlere örnek olarak şunları zikredebiliriz:

1. Sehl b. Abdullah et-Tüsterî (283/896) Tefsiru’l-Kur’ân’i’l-Azîm.

2. Ebû Abdirrahman es-Sülemî (412/1021) Hakâiku’t-Tefsir.

3. Muhammed el-Kuşeyrî (465/1072). Letâifu’l-İşârât.

4. Ebû Muhammed eş-Şîrâzî (v. 666/1268) Arâisu’l-Beyân fî Hakâikı’l-Kur’ân.216

Nazarî sûfî hareketin, işarî sûfi harekete de tesiri olmuş ve büyük ölçüde Osmanlı dönemi müfessirlerini ve divan edebiya tını etkisi altına almıştır. Bu düşüncenin izlerini mesela Şihâbuddin es-Sivasî (803/1400)’de görmemiz mümkündür. Osmanlı dönemi müfessirleri arasında sûfîliği ile ünlü kişiler arasında Molla Fenârî (834/1431), Yahya es-Semerkandî

(860/1455), Nimetullah Nahcivânî (920/1514) ve İsmail Hakkı Bursevî

(1137/1725)’yi sayabiliriz. Bu kişilere ayrıca aslen Irak’lı olmasına rağmen yazdığı tefsirini İstanbul’a getirerek devrin padişahı Abdülmecid’e takdim eden Âlûsî (1270/1854)’yi de ilave edebiliriz.217

İşârî Sûfî Tefsire Örnek:

1.et-Tüsterî, Tefsiru’t-Tüsterî isimli tefsirinde, Şuarâ Sûresi’nin 78-82.

ِ ِ ْ ُ ّ ُ ِ ُ ِ ُ يِ َّ اَو ِ ِ ْ َ َ ُ َ ُ ْ ِ َ اَذِإَو ِ ِ ْ َ َو ِ ُ ِ ْ ُ َ ُ يِ َّ اَو ِ ِ ْ َ َ ُ َ ِ َ َ َ يِ َّ ا

215 Cerrahoğlu, Tefsir Tarihi, II, 10-11.

216 Daha geniş bilgi için bkz. ez-Zehebî, age., II, 380-406; Ebû Huzeyfe İbrahim b. Muhammed, İbn Teymiyye’nin “Mukaddime fi Usûli’t-Tefsir” adlı kitabına yazdığı arz, s. 47-48.

217 Celal Kırca, Kur’ân’a Yönelişler, s. 141-142.

ِّ ا َمْ َ ِ َئ ِ َ ِ َ ِ ْ َ نَأ ُ َ ْ َأ يِ َّ اَو “O’dur beni yaratan ve hayat imkânlarını veren, maddeten ve mânen yol gösteren. O’dur beni doyuran, O’dur beni içiren. Hastalandı ğımda O’dur bana şifa veren. O’dur beni öldürecek ve sonra da diriltecek olan. Büyük hesap günü günahlarımı bağışlayacağını umduğum ulu Rabbim de yine O’dur.” âyetlerini açıklarken: “O’dur beni yaratan ve maddeten ve mânen yol gösteren.” O beni ubûdiyeti için yarattı ve kendine yaklaştırmak için doğru yola eriştirdi. “O’dur beni doyuran, O’dur beni içiren.” Îman lezzeti ile beni doyuran tevekkül ve kifâye şarabı ile beni sula yan O’dur. “Hastalandığımda O’dur bana şifa veren.”

diğerini başkası için harekete geçirdiğinde beni korudu, dünya şehve tine meylettirdiğinde, beni ondan alıkoydu. “O’dur beni öldüre cek ve sonra da diriltecek olan.” Zikir ile beni öldürür ve sonra beni diriltir. “Büyük hesap günü günahlarımı bağışlayacağını umduğum ulu Rabbim de yine O’dur.”

O kelâmını korku ve ümit arasında edep şartları üzerine ortaya koydu...”

şeklinde işârî olarak açıklamalarda bulunmaktadır.218

2. ىً ُ ِسَّ َ ُ ْا ِداَ ْאِ َכَّ ِإ َכْ َ ْ َ ْ َ ْ אَ “Sen Mukaddes Tuvâ Vâdî’sindesin, ayakka bılarını çıkar.” ( Tâhâ, 20/12) ifadesindeki “ayakkabılarını çıkar.” emrin-den maksat; dünyaya ve âhirete iltifatı terketmektir. Buna göre Cenâb-ı Hak, Hz. Musa (aleyhisselâm)’a sanki: “Kalbinin tamamiyle mârifetullaha gark olmasını, gönlünün Allah’dan başkasına iltifat etmemesini...” emret-miş olur... Yani, “Sen, mârifet deryasına ulaştığında, mahlûkata iltifat etme.” demektir.219

3. İşârî tefsir yapan mutasavvıf müfessirler, َ ِ ِ ْ ُ ْا َ َ َ َ ا َّنِإَو “Allah iyilik edenlerle beraberdir.” ( Ankebût, 29/69) âyetinde geçen َ َ َ kelimesi, te’kit için olan ل (lam) ile, «beraber» mânasına olan (mea)’dan oluştuğu halde, َ َ َ (lemea) “aydınlattı” fiili anlamına alıp ( َ ِ ِ ْ ُ ْا) kelimesini de mef'ûl yaparak söz konusu âyete, “Allah iyilik edenleri aydınlattı.” şeklinde bir anlam vermişlerdir. Böylece bu anlam yukarıdaki şartları taşıdığı için makbulbir tefsir sayılmıştır.220

4. Tevbe Sûresi’ndeki ْ ُכ ِ اوُ ِ َ ْ َو ِرאَّ ُכْا َ ِ ْ ُכَ ُ َ َ ِ َّ ا ا ُ ِ אَ ا ُ َ آ َ ِ َّ ا אَ ُّ َأ אَ

218 et-Tüsterî, Sehl b. Abdullah, Tefsiru’t-Tüsterî, Mısır 1329, s. 69-70.

219 Fahruddin er-Râzî, Tefsîru Kebîr, Tâhâ Sûresi 12. Âyetin tefsiri.

220 Muhsin Demirci, Tefsir Tarihi, s. 228.

َ ِ َّ ُ ْ ا َ َ َ ا َّنَأ ا ُ َ ْ اَو ً َ ْ ِ “Ey müminler! Size mekân bakımından yakın olan kâfirlerle savaşın, onlar sizde bir ciddiyet ve üstün gayret görsünler. İyi bilin ki Allah, fenalıklardan sakınan müttakîlerle beraberdir.” (Tevbe, 9/123)

âyetinde «küffâr»dan muradın «nefis» olduğu nu, bize yakın olan düşmanı öldürmekle emrolunduğumuza göre, bize en yakın olan düşman da nefsi-mizdir, demişlerdir.221

Tefsirlerin hazırlanışında müfessirler aynı metodu uygulamış değiller-dir. Bir kısmı tefsirin zahir yönüne önem vermiş, işârî yönüyle hiç ilgilen-memiştir. Beydâvî ve Zemahşerî bu grubun örnekleri sayılabilirler. Bazı tefsirlerde ise zâhire ağırlık verildiğini, bununla birlikte işârî tefsire de yer verildiği görülmektedir. en-Neysâbûrî ve Alûsî’nin tefsirleri gibi. Diğer bir kısımları işârî tefsire çok önem vermiş, zâhir tefsir yönünü de ihmâl etme mişlerdir. Sehl b. Abdillâh et-Tüsterî gibi. Yine bazıları bütün güç-leriyle işârî tefsire yüklenmişler, zâhir mânâya ise hiç yer vermemişlerdir.

Ebû Abdirrahman es-Sülemî bunun örneği sayılır. Sûfî müfessirlerden bir kısmı ise, sûfî nazarî tefsir ile sûfî işârî tefsiri adeta birleştirmiş, zâhirden de ta mamen yüz çevirerek tefsirini hazırlamıştır. İbnü’l-Arabî’ye nisbet olunan tefsir gibi.222

Bu konuya son verirken diyoruz ki, İslâm Tasavvufu hâl ilmidir. Onu, bir felsefe veya sözden ibaret zannetmek büyük hata olur. Tasavvufun en büyük prensiplerinden birisi, hayâ sahibi olmaktır. Bunun da en üstün dere cesi, Allah’ın Kitabına ve Resûlünün sünnetine karşı edebli bulun-maktır. Binaenaleyh gerçek mutasavvıf ve sûfî, kendine ârız olan her türlü ahvâl karşısında Kitap ve Sünnete uygunluk ölçüsünden ayrılamaz.

Çünkü hiçbir mutasavvıf, şer’î manasıyla “mâsûm” sayılamaz. Bayezid el-Bestâmî gibi büyük veliler, bir adamın gökte uçtuğunu, suda yürüdü-ğünü görseniz, onun amellerini Kitap ve Sünnet terazisinde tartmadıkça kabul etmeyiniz.” demişlerdir. Netice itibariyle işarî tefsirler, bir keşf ve ilham eseri olduklarından, söyleyeninin veya yazarının büyüklüğüne veya

221 Zerkeşî, el-Bürhan, II, 170.

222 İbnü’l-Arabî’ye nisbet edilen bu tefsirin, aslında ona ait olmayıp Abdürrezzak el-Kâşânî (730/1328)ye ait olduğu çeşitli araştırmalar sonucu ortaya çıkmıştır. (Bkz. Zehebî, et-Tefsir ve’1-Müfessirun, II, 400).

şöhretine bakılmaksızın, söylenen sözün şeriate uyup uymadığına bakılır.

Uyarsa kabul edilir, uymazsa reddedilir, yoksa bu konuda bizi zorla kabule sevkedecek dini bir sebep yoktur.223