• Sonuç bulunamadı

1.5. ĀYURVEDA VE TARİHSEL GELİŞİMİ

2.1.2. Hekimlik Mesleği

Hekimlik mesleğini icra edenler genel hekim (vaidya, cikitsikā, bhiṣaj), cerrâh

hekim (śālākin), kralın has adamı olarak bilinen saray-zehir-ordu hekimi (raja- vaidya), sihirbaz (abhicārin) şarlatan hekim (kuvaidya) şeklinde kesin olmayan

gruplara ayrılırdı. Saray, zehir ve ordu hekimi genelde aynı kişi olurken, genel hekim daha çok hastalıklarda ve teoride; cerrâh hekim pratikte ve ameliyatlarda boy gösterirdi. Meşhur hekimler devrinde sihirbaz hekimlere çok rastlanmazdı. Tıp sanatını ve mesleği çıkarları doğrultusunda suistimal edenlere meslek erbabı kimslere şarlatan hekim denildiği gibi, bu meslekle uzaktan yakından ilişkisi olmayan kişiler için de aynı tanımlama yapılmıştır.

2.1.2.1. Has Hekim (Saray-Zehir-Ordu Hekimi)

Hekimler arasında en gözde olanı saray hekimiydi. Bu kişi genelde kralın çevresinde bulunmak zorunda kaldığı için aynı zamanda hem zehir hekimi hem de ordu hekimi olarak da görev yapmaktaydı. Saray hekiminin yüklendiği ağır sorumluluklar beraberinde ciddi bir maddi kazanç getiriyordu. Bunun yanı sıra sarayda önemli bir statüsü vardı. Hükümdar saraya giriş yapıp din adamları ve müderrislerle görüştükten hemen sonra kendi özel odasında hekime görünürdü. Genel kontrol için saray hekimine giden hükümdarın yanında olası zehirlenmelere karşı bu alanda uzmanlaşmış bir ekip de bulunmaktaydı (Reddy, 1966:3). Saray hekimi ya da

prāṇācārya, kralın sağlığından birinci derece sorumlu kişi olup, yemek ve içeceklerini olası zehirlere karşı kontrol etmek zorundaydı. Bundan dolayı kral

prāṇācārya adı verilen özel hekimine ikametgâhına en yakın yerde özel bir alan

tahsis eder ve her an tetikte olmasını beklerdi (Vāgbhaṭa, 2001, C.1:109). Saray hekiminin ehemmiyetine dikkat çeken Narayana, bu hekimin dalkavukluk yapmaması gerektiğini söyleyerek, aksi durumlarda saray hekiminin aslî görevlerini aksatıp, kralın sağlığını kaybetme tehlikesine neden olabileceğini yazmaktadır (Narayana, 2017:119).

59 2.1.2.2. Cerrâh Hekim

Cerrâhî klasik dönem Hint hekimlerinin gözde tıp alanlarından olmuştur. Bu dönemin en meşhur cerrâh hekimi (śālākin) ise Suśruta olup cerrâhînin babası sayılmıştır. Cerrâh hekimden pratik (uygulama) ve teorik tıp bilgisine aynı anda vâkıf birisi olması beklenirdi. Bir cerrâhın hastaya tek başına müdahale etme kabiliyeti varsa kendisine savaş meydanında görev verilirdi. Bu tercih, çarpışma sırasında meydana gelen olası yaralanmalarda cerrâhın tek başına operasyon yapabilmesine yöneliktir (Suśruta, 1907, C.1:30). Özellikle de krala hizmet eden cerrâhtan bütün cerrâhî prosedürleri tam bilmesi ve bunları uygulayabilecek kabiliyette olması beklenirdi (Singhal ve Patterson, 1993:105). Ameliyâta giren bir cerrâhın cesur, mâhir, eli çabuk, kendinden emin, eli titremeyen ve terlemeyen biri olması beklenirdi. Ameliyât öncesinde bütün cerrâhî aletlerinin keskinliğini kontrol etmek de cerrâhın göreviydi. Acil durumlarda ise kendi evi yanıyor hassasiyeti ile seri olması istenirdi (Vāgbhaṭa, 2001, C.1:332; Singhal ve Patterson, 1993:92).

Cerrâhın yetiştireceği öğrencilerin tam donanımlı olabilmesi için birçok aşamadan geçtikten sonra bu mesleğe atıldığı görülür. Sekiz cerrâhî prosedür (eksizyon, ensizyon, kazıma, delme, tarama, çıkarma, boşaltma ve dikme) tam anlamıyla öğrenilmeden operasyon yapmasına müsaade edilmezdi. Cerrâhî prosedürlerin gerekliliklerini öğrenmek maksadıyla önce kavun, salatalık, su dolu deri torba, balçık, bitki sapları, lotus, ölü hayvan damarları, derisi ve dişleri, kurumuş bal kabağı ve balmumu gibi maddeler üzerinde alıştırma yaparlardı. Tüm bu pratiklerin fiilî operasyonda cerrâha sakinlik ve güven vereceği söylenerek ameliyatın daha kolay geçmesini sağlayacağı vurgulanmıştır (Singhal ve Patterson, 1993:18-19, 93-95).

Cerrâhtan beklenen davranışlardan biri kalıcı bir hasarı önlemek adına vücuda batan yabancı cisimleri çıkarırken dikkatli davranarak öncelikle zedelenebilir hassas bölgeleri (kalp ve çevresi, femur kökleri, mesane, anüs, kaşın uç tarafı gibi) belirlemesi ve kontrol altına almasıdır (Singhal ve Patterson, 1993:22-23). Yetkin olmayan cerrâhların “büyük beceri isteyen damar açma işlemi”ni yapmamaları, ancak damar görülüp sabitlendikten sonra işlem yapması tavsiye edilmiştir (Singhal ve Patterson, 1993:98). Cerrâhın doğru tedavi yönteminde bile iyileşmeyen bir yaraya müdahaleden kaçınması gerektiği söylenir. Hafif gibi görünen fakat ciddi bir yaraya müdahalesi veya

60 ölmek üzere olan birine müdahalesinin cerrâha artı bir değer katmayacağından hareketle bu tip durumlarda pasif kaldıkları görülür (Singhal ve Patterson, 1993:102-103).

Cerrâhların tıp okulunda özel dağlama eğitimi aldığı ve alkalileri kullanma konusunda uzmanlaştıkları bilinir. Bu dağlama yöntemlerini de daha çok tümörleri yakmak için uygularlardı (Caraka, 1949, C.5:560-561, 640).

Antik Hint’te kulak delmek cerrâhın yetki alanındaydı. Gerek hıfzıssıhha gerekse de süslemek maksadıyla 6-7 aylık bebeklerin kulağı bir cerrâh tarafından delinirdi. Bu işlem için cerrâh sol eliyle tuttuğu kulağı sivri bir iğne yardımıyla delerdi. Erkek bebeklerde önce sağ sonra sol kulak delinirken, kızlarda önce sol sonra sağ kulak delinirdi (Singhal ve Patterson, 1993:118).

Yapılacak cerrâhî aletlerin ölçüleri, kaliteleri ve yapım malzemesinin kontrolü de cerrâhın kontrolündeydi. Kullanılacak yanlış aletler sonucu çıkacak komplikasyonların ölümle sonuçlanabileceğinden duyulan endişeden dolayı bu konuda hassas davranılmıştır. Cerrâh olacak kişiden ameliyat sırasında keskin aletlerden oluşabilecek kazalara karşı da dikkatli olunması istenmiştir (Singhal ve Patterson, 1993:94-95).

Öte yandan Manu Kanunları herhangi bir ölü beden üzerinde yapılan uygulamaları yasaklamıştı. Herhangi birinin ölü bir bedenine dokunulması maddi ve manevi bir arınmayı gerektirirdi. Maddi arınma yıkanma ile gerçekleştirilirken manevi arınma dinsel bir törenle sağlanabilirdi. Tüm bu yasaklamalara rağmen Suśruta anatomi üzerindeki yasakları delmiş ve ölü beden üzerinde teşrih yapmıştır. Buna rağmen anatomi istenilen düzeyde değildir (Major, 1954:67). Bunun haricinde anatomik gözlem yapılabilcek iki alan vardır. Bunlardan ilki savaş meydanlarında ölen askerlerin bedeninin incelenmesi, diğeri de yüzülen hayvanların iç organlarına kadar bakılmasıdır (Prioreschi, 1991:247).

2.1.2.3. Ordu Hekimi

Saray hekiminin yanı sıra, hekimler hiyerarşisinde ordu hekimi ve cerrâhının da önemli bir payesi vardı. Saray hekiminin ordu hekimi olarak görev yapmadığı durumlarda (kral sefere çıkmamışsa), orduya eşlik eden hekimler olduğu gibi savaşta krala eşlik eden özel hekimi de orduda görev alır ve kralı yalnız bırakmazdı. Genelde saray hekimi ve ordu hekimi aynı kişidir. Bu kişi Kralı “kader dışı dışsal ölümler”den koruma görevi din adamı Brahmana’lara ve ordu hekimine verilmiştir. Fakat burada hekimin, paye olarak din adamından daha aşağı olduğu görülmektedir. Kralın

61

hizmetinde bulunan ordu hekiminin aslî görevleri arasında sefer boyunca “asil üstadı”77 olan kralı, kumandanları ve vezirleri düşmanın “olası gizli zehirleme”

suikastlerinden kurtarmak da vardır. Ordu hekimi, düşmanın çoğunlukla tercih ettiği yol kenarındaki su kuyuları, yiyecek depoları, ağaç altı gibi gölgelik alanlar, hayvan yemi ve gübresi (yakıt için kullanılan) gibi birçok riskli alanı kontrol etmek ve varsa zehri pasifize etmek gibi bir yükümlülüğü vardı. Diğer bir yükümlülüğü de harp

süresince kralın yakınındaki bir çadırda ikamet edip ok, demir parçası, bilye vs. yaralanmaları ve zehirlenme şikâyetleriyle gelen askerleri tedavi etmektir (Suśruta, 1907, C.1:303-305).

2.1.2.4. Şarlatan Hekim (Kuvaidya)

Antik Hint’te, hekim olmayıp da bu mesleği suistimal edenlerin yanı sıra hekim olup da vazifesini suistimal edenlere de “kötü hekim” manasına gelen ku-vaidya (कुवैद्य) denilirdi. Caraka’nın deyimiyle, “tıbbı emellerine alet eden mağrur şarlatanlar” olarak bilinirler (Suśruta, 1907, C.1:30; Caraka, 1949, C.5:11). Kaynaklardan anlaşıldığına göre sadece tıp ile ilgisi olmayan kimselerin değil, tıp eğitimi alıp da ticari kaygı güden ve tıp mesleğine tam anlamıyla vakıf olmayan hekimlerin de şarlatanlığa yakın bir gurupta ele alındığı görülmektedir. Suśruta, tıp bilgisi iyi olsa dahi pratikte yeterli olmayan hekimin hastanın başucunda bilgisini kullanamayacağını dile getirerek, onun bu durumunu ilk kez ordu saflarında savaşa katılan ve nutku tutulan korkak-tecrübesiz bir askerin yaşayacağı psikolojiyle karşılaştırmıştır. Öte yandan tıp pratiği bulunmasına rağmen teorik tıp bilgisinden yoksun kimse için de durumun aynı olduğunu söylemektedir. Her iki guruptaki hekim için de “yarım-hekim” ifadesini kullanan müellif bunlara güvenilmemesi gerektiğini, bunların toplum tarafından dışlanıp şarlatan olarak damgalandığını ve kralın eliyle ölüm cezasına çarptırıldığını belirtmektedir. Teorik veya pratik tarafı eksik bu hekimleri ise kırık kanadıyla havada uçamayan kuşlara benzetmiştir. Ticari kaygıyla

77Suśruta’ya göre bir kralın ölümü siyasi bir boşluk meydana getirecektir. Bundan dolayı oluşacak kargaşa hali ve meslekler arası mücadeleler genel bir kaosa sebebiyet verecek ve çıkan çatışmalar sonucu nüfus azalacaktır. Bundan dolayı gerek kendisi gerekse diğer hekimler kralın olası suikastlere karşı korunması için alınması gereken tedbirleri, özellikle zehir suikastlerini etraflıca işlemişlerdir. Bunun yanı sıra Suśruta ordu hekiminin krala yakın bir yerde konaklamasını tavsiye etmiştir. Acil durumlarda ulaşılabilir olmasının önemine dikkat çeken müellif, kralın zahiren ve batînen farklı olabileceğini, dış görünüşü itibariyle normal bir vatandaş, iç dünyasında ise hiddetli bir kişilik sergileyebileceğini söyleyerek, krala karşı davranışlarında herkesin dikkatli olması gerektiğini dile getirmiştir. Hiddetli anında ise “kralın azametini takdis etmeye” yönelik cümlelerin kullanılmasını tavsiye etmiştir. Bkz.Suśruta, 1907, C.1:304.

62 hareket eden bu hekimlerin mesleğe geçişleri onaylanırken kralın dikkatinden kaçmış kimseler olarak tanımlandığı görülmektedir (Suśruta, 1907, C.1:30).

Sağlığını düşünen ve uzun yaşamayı arzulayan akıllı bir kimsenin hekim olmayan, şarlatanların yanı sıra, tıp sanatını kaliteli bir şekilde icra etmeyen hekimlerden de uzak durulmasının kişinin lehine olacağı bildirilmiştir. Meslek bilgisine vakıf olmayan bir kimse tarafından verilecek reçetenin hastanın başına gelebilecek en kötü vakalardan bile beter olduğunu ve neticesinin ölümle sonuçlanabileceğini vurgulayan Caraka, hastaları şarlatanlara karşı açık bir şekilde uyarmıştır (Caraka, 1949, C.5:11). Suśruta, her derde deva bir ilacın dahi şarlatan birinin elinde, yerinde kullanılmayan silah ve zehir misali, kötü sonuçlar doğuracağını dile getirmiştir. Teorik tıp bilgisi, cerrâhî ve sneha-karma (deri yumuşatma ve yatıştırcı) üçlüsünün bilgisine sahip olmayan bir hekimin hırslı bir katilden farkının olmadığı vurgulanmıştır (Suśruta, 1907, C.1:30). Suśruta, şarlatan biri tarafından müdahale edilen apse ve tümörlerin tedavisi güç olan habis huylu tümörlere dönüşebileceğini ve humorların dengesini alt üst edeceğini söylemiştir (Suśruta, 1907, C.1:213).

Caraka, hekimlik mesleğinin erdemlerini ve duygularını istismar eden birinin günahkâr ve kötü birine dönüşeceğini (reenkarnasyon) ve kendisine telkinler yapılsa bile cehenneme gideceğini söyleyerek durumun vehametini ortaya koymaktadır. Devamında, hekim elbisesi giymiş şarlatan birinin kobra zehri veya erimiş bakır içip kızgın demir bilyeler yutmasının, kendisinden yardım bekleyen, hastalıktan muzdarip biçare hastadan yiyecek, içecek ve para koparmasından daha iyi olduğunu dile getirmektedir. Bu yüzden insanların gerçek hekim ile şarlatan kimseyi ayırt etmesi önemlidir (Caraka, 1949, C.5:11).