• Sonuç bulunamadı

Hayatın Geçiş Safhalarında Ateş ve Ocak

1. BÖLÜM

1.1.2. Törenlerde Ateş ve Ocak

1.1.2.4. Hayatın Geçiş Safhalarında Ateş ve Ocak

Doğum, ergenlik, evlilik ve ölüm gibi aşamalar insan hayatının dönüm noktalarını oluşturur. Doğum, nasıl insan hayatının başlangıcını oluşturuyorsa, doğumdan sonraki her aşama insanın yeni bir başlangıçla hayatına devam ettiği an olarak algılanmaktadır. Kısacası hayatın her geçiş safhası, yeni bir başlangıç demektir. İnsan hayatının her başlangıcı törenlerle kutlanmakta ya da bu dönemde bir takım uygulamalar yapılmakta, böylelikle bu an kutsanmaktadır. Bu dönemlerde de ateş ve ocak merkezî yerini almaktadır. Ancak hayatın geçiş safhalarında ateşin ve ocağın yeri, her toplumun ateş ve ocak üzerine yükledikleri anlam ve değerlere göre değişmektedir.

Daha önce de değindiğimiz gibi Eski Yunanlılar ve Romalılarda ateş ve ocak, kutsal addedilip, ocak ilahesi olarak takdis edilmiştir. Yunan kültüründe “Hestia”, Roma kültüründe “Vesta” adı verilen bu ocak ilaheleri, mabetlerde yakılan ateşle canlı tutuldukları gibi, evde yakılan kutsal ocakta da korunmuş ve etrafında birtakım pratikler uygulanmıştır. Roma’da evdeki ocağın etrafında yapılan törenler hakkında Eliade doyurucu bilgiler vermektedir. Buna göre doğum, evlilik, ölüm gibi dönemlerde ocak etrafında birtakım ritüeller gerçekleşmiş, kurbanlar takdim edilmiş ve ocağın tavaf edilmesi gerekmiştir (Eliade, 2003a, 131). Mesela Yunanlılarda yeni doğan çocuğun aileye kabul edilmesi için, ocağın etrafında dolaştırıldığı görülmektedir (Mesching, 2004, 29–30). Hestia, bir ocak ilahesi olarak evin merkezindeki ocakta timsalleşmiş, ocağın etrafında yapılan her tören de dolayısıyla dinî bir ayin hüviyetinde gerçekleşmiştir. Yeni doğan çocuğun ocağın etrafında dolaştırılması, Hestia’nın bu çocuğu tanıyıp ailenin bir bireyi olarak kabul etmesi ve koruyuculuğunu bu bireye de yansıtması içindir. Dünya kültürlerinde ateş ister bir ilah veya ilahe olarak algılansın ister ataların veya başka varlıkların ruhu olarak algılansın, evin merkezindeki ocakla bütünleşerek ailenin birlik veya bütünlüğünü sağlayıp aileyi bütün kötülük ve felaketlerden koruyan bir varlık olarak karşımızda durmaktadır. Bonnefoy’dan öğrendiğimize göre Takımadalar’da doğum sonrasında loğusa kadınların sürekli ateşin yanında durması gerekir (Bonnefoy, 2000a, 312). Burada da ateş, ailenin bir bireyi olan kadını ve aileye yeni katılan bebeği kendilerine zarar verebilecek kötü ruhlardan koruyan varlık olarak karşımıza çıkmaktadır.

74

Ateş ve ocağın etrafında gerçekleşip insan hayatına ritim kazandıran kutsal eylemlerden birisi de ergenliğe geçiş uygulamalarıdır. İran’da ergenliğe geçişte yapılan bir tören evde ateş etrafında yapılan uygulamalara güzel bir örnektir. On ikinci yaşa doğru çocukluktan ergenliğe geçişi gösteren törene İran’da “naojete” (yeni doğuş) denmekte ve herkes için zorunlu olan ve sonunda evlilikle noktalanan bir olgunlaşma dönemini başlatmaktadır. “Naojote”, aslında babanın oğluna yaptığı bir dine kabul törenidir. Çocukluk giysilerinden soyunan delikanlı “surdeh” adlı yeni bir gömlek giyip beline de “kutsi” adı verilen bir kemer bağlar. O ana kadar gizli tutulmuş olan gerçek adını öğrenir. Daha sonra “ateş”e takdim edilir. Genç insan, ilk kez ateş önünde dua eder. İşte o andan itibaren aile reisi huzur içinde ölebilir. Çünkü artık ailenin sürekliliği sağlanmıştır (Bonnefoy, 2000a, 497). Bu andan itibaren ergen, evde sürekli yanan kutsal ateş tarafından kabul edilmiş, bireyliği onaylanmış ve kutsanmıştır. Evde ocağın etrafında yapılan bu ritin yöneticisi aile reisidir (Bonnefoy, 2000a, 497). Çünkü evde yanan ateş ve ocak, ailenin birlik ve beraberliğini, bütünlüğünü temsil eder; aile reisi de ailenin bütünlüğünü sağlamakla görevlidir. Dolayısıyla ocak etrafında yapılan töreni yönetmek ona düşer.

Ateşin çok önemli bir rol oynadığı bir başka ergenliğe geçiş töreni Orta Avustralya’da yapılmaktadır. Bu ergenliğe geçiş töreni, aslında bir sünnet törenidir. Bir hafta kadar süren bu kolektif tören, sünnet edilecek gencin tören yerine getirilmesiyle başlar. Genç, erkekler arasında oturtulduğunda kadınlar kalkanlarla dans eder. Bu sırada erkekler şarkı söyler. Daha sonra başına kürk şeritler ve bileğine örülmüş saçtan kemer bağlanır. Üç erkek tarafından kadınların arkasındaki büyük çalılığın arkasına götürülür. Artık genç erkeklik aşamasına girdiği yolunda uyarılır. Gördüğü ve öğrendiği gizli şeyleri hiçbir kadına veya erkek çocuğa söylemeyecektir. Tören boyunca seslenilmedikçe ağzından bir tek sözcük çıkmamalı, o zaman da ancak mümkün olduğu kadar kısa yanıt vermelidir. Ertesi gün çocuğun annesi, yanında halaları ve kendisiyle nişanlanılan kızın annesiyle gelir. Anne bütün gece kendi kampında bir ateşi canlı tutmuştur, oğlunun yanına geldiğinde ellerinde o ateşle tutuşturulmuş iki uzun sopa vardır. Anne geleceğin kaynanasına sopalardan birini verirken, erkekler “ateş şarkısı”nı söylerler. Kaynana gence yaklaşır, boynuna kürk şeritlerden bağ bağlar, ucu yanan sopayı ona verir. Çocuğa kendi ateşini tutmasını söyler, bununla başka erkeklerle ilişkisi olan kadınlara asla yaklaşmamasını anlatmak istemektedir. Rit tamamlanınca çocuk sopayla çalılığa döner, kadınlarsa ikinci sopayla kamplarına dönerler. Campbell’e göre çocuğun iki

75

anneden aldığı ateş sopası, kendi cinsel ateşini denetlemesinin açık ifadesidir. Yaklaşmakta olan sünnet uygulamasıyla toplumsal olarak kendisine yetke verilmiş olacaktır. İkinci sopa ise o anda seçilmiş bulunan karısının bölgesindedir. Çocuğun eğitilmesi için bu tür olaylar altı gün ve gece sürer. Sonra yedinci gün ateşin parlak bir ışık saçtığı ortamda sünnet gerçekleşir. Bu sırada çocuk, dumanının yarasını iyileştireceği beklenen bir ateşin başında durmaktadır (Campbell, 1992b, 106–111). Bu sünnet töreninde ateş, çok daha farklı bir işlevle yer almaktadır. Sünnet töreniyle ergenliğe geçecek olan genç, bu törenle aynı zamanda yetişkinliğe de geçecek, yetişkinlerin giydiklerini giyecek, yetişkinlerin yaptıklarını yapacaktır. Yetişkinliğe ait bütün sırlar bu törenle gence anlatılır. Gencin doğumuna vesile olan annesinin yaktığı ateşle tutuşturulan meşaleler gencin cinselliğe adım atmasının sembolü olmuştur. Dolayısıyla anne doğumda olduğu gibi gencin ergenliğe adım atışında da aracı rol üstlenmiştir. Hem gence hem de nişanlısına verilen ateşler, onların cinselliklerinin bir sembolü olmuştur. Ateşin aynı törende başka bir işlevi, temizleyici, arındırıcı ve sağaltıcı yönüyle sünnet yarasını iyileştirmesidir.

Kuzey Amerika Kızılderilileri arasında gerçekleştirilen başka bir ergenliğe geçiş uygulaması da ateş etrafında gerçekleşmektedir. Ancak bu uygulama bütün gençlere değil, bazı üstün güçlere ulaşması istenen gençlere yapılır. Buna göre on iki, on üç yaşlarındaki erkek çocuk, babası tarafından ıssız bir yere bırakılır. Çocuk, hayvanları uzak tutması için yakılan küçük bir ateş etrafında oruç tutarak dua eder. Oruç ruhsal ziyaretçi gelene kadar üç veya daha fazla gün sürer. İnsan veya hayvan biçiminde görünen ziyaretçi onunla konuşarak ona güç verir. Çocuğun daha sonraki yaşamı bu hayalle belirlenir. Ona gelen ruh şaman olarak insanları sağaltma gücü verebilir, hayvanları yakalayıp avlama gücü veya savaşçılık yeteneği verebilir (Campbell, 1992b, 247). Bu uygulamada ıssız bir yerde yakılan ateş, yalnızca hayvanları uzaklaştırmak için değil, ruhun çocuğu bulmasına ve onunla iletişime geçmesine aracı olması için yakılmaktadır.

Hayatın en önemli geçişlerinden biri olan evlilik de ocak ile aile arasındaki iç içeliği göstermektedir. Eski Yunan ve Roma’da evlilik ritleri aile ocağı etrafında yapılmaktadır. İlk tören kızın ailesinin ocağında, ikinci tören ise kızın yeni evinin ocağı başında yapılır (Bonnefoy, 2000a, 453). İlk törende kızın babası kızını ocağın huzuruna çıkartarak aile ocağından ya da ocağın aracılığıyla yüce varlıktan izin alarak kızını kocasına teslim eder. İkinci törende ise gelin yeni ocağa takdim edilerek bir nevi kocasının evine kabul edilmiş ve yeni bir hayata başlamış olur. Eski İran’da

76

da evlilik törenleri aile ocağı çevresinde yapılmıştır. Buna göre baba, evdeki ateşin huzurunda, oğluna almak istediği kızın gönlünü etmek için iki haberciyi belirler. Müstakbel gelin ailesinin ateşinin önünde törensel olarak “evet” cevabı verir. Evlilik töreni yapıldığında da yine ateş tanık olur, sunuları kabul eder ve bu şekilde gerçekleşmiş birliğin de kefilliğini üstlenir (Bonnefoy, 2000, 498). Bonnefoy, eski İran’daki evlilik törenlerinde ocağın işlevinin gelinin koca evindeki yeni hayatının başlangıcını oluşturduğunu ifade eder. Çünkü onların gerçek varoluşları, kayınbabalarının ateşi tarafından kabul edildikleri andan itibaren başlamış olur. Evlilik törenlerindeki ateş, hem bir manevi gelişme etkeni (Gök’e sadece sunu ile ulaşılır ve sunu da aracı tanrı olan ateş’in varlığını gerekli kılar) ve hem de ailenin bekası açısından bir tür garantidir. Çünkü ateş, yeni üyeleri kabul eder. Bunlar da aile içinde doğmuş çocuklar ve evlilik yoluyla aileye girmiş olan kızlardır (Bonnefoy, 2000a, 497–498).

İnsan hayatının her aşamasında olduğu gibi son aşaması olan ölümde de ateş ve ocak yerini almıştır. Ölüm olayında ateş, ilk önce hiç kuşkusuz cesetlerin yakılmasıyla karşımıza çıkmakta, pek çok dünya kültüründe örnekleri bulunmaktadır. Ancak ceset yakma uygulamaları bilindiği üzere en yaygın biçimde Hindistan’da uygulanmaktadır. Hint Takımadalarında, bilhassa Balili Hindular ölü yakımı uygulamaları ile tanınırlar. Fakat aslında bu törene, Hindu olmayan Sumatra’daki (Batak Karo), Borneo’daki (Ngaju) ve geçmişte Selebes’teki (Bugis) diğer birçok kavimde de rastlanmaktadır (Bonnefoy, 2000a, 314). Bu cenaze törenleri Veda’da da nakledilmektedir. Buna göre oğul odun yığını üzerindeki babasının yayını alır ve annesini, yığını ateşe vermeden önce, bu yığının içine girmeye çağırır (Bonnefoy, 2000a, 453). Bu bilgi, Hindistan’da dul bir kadının ölen kocasıyla birlikte yakılması geleneği (Knott, 2000, 106-107) ile birleşmektedir. Bu gelenek, XIX. yüzyıla kadar sürmüştür (Bonnefoy, 2000a, 453). Hinduizm’de cesedin odun ateşiyle yakılması geleneğinde ölen kişinin gittiği yer ile ilgili iki düşünce hâkimdir. Buna göre Hinduizm’in eski şekli olan Vedizm’de, ölen kimsenin ya ateşte yakılmak sureti ile temizlenip Ateş Tanrısı Agni tarafından göklerdeki kutsal varlıkların arasına gönderildiği (Tokarev, 2006a, 52–53) veya toprak dünyasında kaldığına inanılmıştır (Küçük vd., 2009, 596). Ayrıca cesetlerin ateşte yakılma amacı da değişik şekillerde açıklanabilir. Buna göre Hinduistlerin cenaze törenleri, ruhun bedenden ayrılarak bu dünyayı terk etmesini ve atalar diyarına ulaşmasını temin etmek, hayalete dönüşerek dünyadaki yakınlarına zarar vermesini

77

engellemek ve ölüm olayıyla birlikte ortaya çıkan ve cenaze sahiplerine zarar vermesi kaçınılmaz olan manevî kirlenmeyi gidermek gibi amaçlar ile yapılır (Küçük vd., 2009, 190).

Bali’de ölünün yakılması ile ilgili farklı bir cenaze töreni yapılır. Buna göre ölen prensler asla gömülmez. Bedenleri çeşitli kalınlıktaki kumaşlar içerisine konarak yakılır. Ölünün yakılmasından sonra on ikinci gün, ikinci bir tören gerçekleşir. Tören sırasında çoğalan ve simgesel olarak beslenen ruh, kişinin portresinde ikamet eder. Bu kumaş, ruhun ataların yanına geri gönderilmesinin ardından tekrar yakılır (Bonnefoy, 2000a, 314-315). Takımadalar’da da buna benzer bir uygulama yapılır. Önce cesetler gömülür. Yakılan sadece kemiklerdir. Bazen ceset o kadar kokuşmuştur ki, mezardan bir miktar toprak alınıp yalnızca ölenin resmi yakılır. Genelde küller kutsandıktan sonra su yatağına bırakılır. Fakat özel kaplar içinde saklandığı da olur. Bunların hepsinde ikinci cenaze töreni, öleni atalar arasına kavuşturmak amacıyla olur (Bonnefoy, 2000a, 314). Amerika yerlileri olan Yaganlar’da da ceset önce gömüldükten sonra yakılma işlemi gerçekleşir (Tokarev, 2006a, 138).

Yakılan cenazelerin küllerinin özel kaplara konarak gömülmesi geleneği özellikle Keltlerde görülmektedir. Çünkü onlar Orta Avrupa’da MÖ 1300-700 arasında gelişen ve ‘Küp Tarlası’ (Bu adın verilmesinin nedeni, ölülerin yakılması ve küllerinin konduğu küplerin daha sonra bir mezarlığa gömülmesidir) denen kültürün yaratıcıları olarak bilinirler (Eliade, 2003a, 161). Campbell’e göre Toskana vadisinde Keltlere ait bir dizi yan yana gömülmüş ölü külü kabı yalnız ölülere ilişkin kalıcı bir tutumu değil, ruhun geleceği ile ilgili olarak ateşin temizleyici ve dönüştürücü gücüne inancı da gösterir (Campbell, 1992a, 258-259).

Bu cenaze yakma uygulamaları dünyanın çeşitli kültürlerinde rastlanmasına rağmen ateşin bütün dinî ibadetlerin merkezini oluşturduğu Zerdüştlük’te bilindiğinin aksine yer almamaktadır. İnanışa göre, ölümden sonra Ehrimen’in kötü güçlerinin bedene girdiği kabul edilmiştir. Bu yüzden murdar sayılan ölü bedenini yıkamak, gömmek ya da yakmak doğru görülmemiştir. Çünkü su, ateş ve toprak da kutsaldır, kirletilmemesi gerekir. Hatta ölünün ibadet yerlerinden ve aile ocağından ayrı tutulması gerekir. Bu yüzden Zerdüştîler ölülerini şehir dışında hazırladıkları “dahma” denilen yerlere yırtıcı kuşların parçalaması için bırakırlar. Cenaze bir yıl “dahma”da kaldıktan sonra “studan” adı verilen taştan bir tabut içinde dağ

78

eteklerinde bulunan mezarlıklara gömülür (Bonnefoy, 2000a, 498; Arık, 2005ab, 43; Tokarev, 2006a, 389; Schimmel, 2007, 92).

Cenaze törenlerinde ateşin farklı bir işlevi daha ortaya çıkmaktadır. Ölümden sonra ölen kişinin ruhunun geride kalanlara zarar vermemesi ya da ölünün geride bıraktığı zararları ortadan kaldırmak ve yok etmek için de ateş kullanılır. Avustralyalı Arandalar arasında, ölen kişinin adı asla anılmaz, ölümün geldiği köy baştan aşağı yakılır (Campbell, 1992b, 140). Çünkü ölümle birlikte kötü ruhlar köyü kirletmiş sayılır ve bu kirliliğin ateşin temizleyiciliği ve yok ediciliğiyle ortadan kaldırılması gerekir. Ateşin ölümün getirdiği kirliliği temizleyici yönü Zerdüştlükte de görünmektedir. Ölen kişinin cesedini “dahma”ya bırakan kişiler geri döndükten sonra kendilerini külle temizlerler (Arık, 2005ab, 43). Hatta ölümün gerçekleştiği yeri de mukaddes bitkilerin tütsüsüyle yıkamak gerekir (Xürremqızı, 2002, 26–27).