• Sonuç bulunamadı

ÂDETLER VE UYGULAMALAR

1.1 GeçiĢ Dönemleri Ġle Ġlgili Âdet ve Uygulamalar

1.2.12 Hamam Geleneği

1.2.12 Hamam Geleneği

Hamam, insanların yıkanıp temizlenmesi amacını taĢıyan ve Ġslam ülkelerinde yüzyıllardan beri yaygın olarak bulunan mimari yapılardır. Osmanlı döneminde de oldukça yaygındı ve insanlar buralara büyük rağbet göstermekteydiler. Hamamlar eski

64

dönemlerde bir eğlence mekanı olarak da görülmekteydi. Anadolu‟da yapılan düğünlerde erkek ve kız tarafının hamamlarda ayrı ayrı eğlenceler düzenlediği ve bu geleneğin yakın zamanlara kadar yaĢatıldığı bilinmektedir. Ayrıca Ömer Özkan, eski dönemlerde annelerin, gelin adaylarını hamamlarda görüp beğendikten sonra görücü olarak gittiklerinden bahsetmektedir (2007: 499).

Anadolu köylerinde hamam karĢılığı olarak kullanılan sözlerden biri “yunak”tır (Ögel, 1991/III:107). Saz Ģairlerinin Ģiirlerinde bu kelimeye tesadüf edemedik. Hamam kelimesi ile birlikte külhan, natır, tellak gibi kelimelerin tenasüp içerisinde kullanıldığını tespit ettik. ÂĢık Ömer aĢağıdaki dörtlüğünde hamam kelimesini kullanmaktadır:

Çamlıca‟ya Teferrüç‟e varanlar Monla Arab câmi‟ini görenler Umur Bey‟in hamamına girenler Berberleri sabun sunar yun deyü

ÂĢık Ömer (Elçin, 1987: 51)

ÂĢık Ömer‟in bazı dörtlüklerinde “hamam, nalın, tellak” gibi kelimelere rastlamak mümkündür (Ergun, t.y.: 305, 352, 369, 397). Bazı kavramları bir arada kullanarak aralarındaki uyumu ve vazgeçilmezliği anlatan ÂĢık Ömer, külhana tomruğun, hamama natırın uyduğunu söyler. Hamamın suyunu ısıtmak için külhanda tomruklar yakılır. Tomruk olmasaydı hamamın bir iĢlevi kalmazdı. Natır ise hamamlarda kadın tellaklara verilen isimdir:

Çiftçiye öküz beğlere katır

Külhana tomruk hamama natır

Hırsıza cellâd cellâda satır Çengiye çegane ne güzel uymuĢ

ÂĢık Ömer (Ergun, t.y.: 47)

Külhan, han ve hamamlarda suyu ısıtmak için ateĢ yakılan yere veya hamam ocağına verilen isimdir.6 Mecnûnî, âĢık olunca hüzün evine derviĢ olduğunu belirtmekte,

6 ÇeĢitli nedenlerle kendisine bakacak kimsesi olmayan çocuklar sokakta kalırlardı. Merhametli ve iyiliksever hamam sahipleri onları hamamın külhan mahalline alır ve kıĢı burada geçirmelerine izin verirdi. Külhana kütük atma, ocak külünü dıĢarı atma ve yazın hamam kütük taĢıma gibi bazı yardımları da karĢılıksız yaparlardı. Bunların kendilerine ait bir ifade tarzları vardı. Ayrı ses ve konuĢma tarzlarından dolayı bu konuĢmalara “külhanbeyi tabiri” veya “külhanbeyi ağzı” adı verilirdi. (Abdülaziz Bey, 2002: 324-325)

65

derviĢlik postunun da külhana döĢenmesini istemektedir. ġair burada aĢk ateĢi ile yanmayı, külhanın ateĢinde yanmak ifadesiyle somutlaĢtırmıĢtır:

AĢkın kitabını destime aldım Yitirdim kendimi hayrette kaldım Efkâr hânesine tekyeĢîn oldum Bir külhana döĢesinler postumu

ÂĢık Mecnûnî (Köprülü, 1962: 443) 1.2.13 Hayrat Geleneği

Sevap kazanmak amacıyla halkın yararlanabileceği cami, çeĢme, hamam gibi yapılar bina etmeye hayrat denir. Osmanlı döneminde valide sultan dahil olmak üzere yönetici sınıfın hayrat yapma geleneği oldukça yaygındı. Ruhsatî bu geleneği farklı bir bağlamda kullanmaktadır. O, Ģiirlerinin güzelce yazılmasını hayrat olarak görmekte ve yazan insanların ekmeğinin eksilmemesi, namerde muhtaç olmaması için dua etmektedir:

Yazdırıp hayrat edenin devleti artsın müdam O namerde muhtaç olup kalil-i nan olmasın

Ruhsatî (Kaya, 1999: 290) 1.2.14 Hediye Vermek

Osmanlı toplumunda yaygın olarak görülen âdetlerden biridir. Ġnsanlar arasında dostluk ve kardeĢlik bağlarını güçlendirmeye, toplumsal birliği pekiĢtirmeye yardımcı olmaktadır. HediyeleĢme sevgililer arasında görüldüğü gibi, padiĢah ile devletin üst kademesindekiler veya dıĢ ülke temsilcileri arasında da sıklıkla görülür. ÂĢıkların Ģiirlerinde, hediye kelimesinin karĢılığı olarak daha çok “armağan ve bergüzar” kelimeleri kullanılmaktadır. D‟ohsson, Osmanlı dönemindeki hediyeleĢme ile ilgili olarak Ģunları ifade etmektedir:

“Kısacası hediye âdeti bütün ülkeye yayılmıĢ durumdadır. Günlük hayatın yarattığı her türlü fırsatlarda, düğünde, sünnette, hamilelikte, ayrılıĢta, dönüĢte, bayramlarda, bir vazifeye tâyinde mutlaka eĢ dost birbirine hediye verir.” (t.y.: 191-192)

ÂĢık Ömer, sevgiliye tutya, yani sürme armağan ettiğinden bahseder (Elçin 1987: 51). Karacaoğlan birçok dörtlüğünde sevgiliye armağanlar gönderdiğini dile getirir (Sakaoğlu, 2004: 444, 462). AĢağıdaki dörtlükte ise hediye kelimesinin karĢılığı olarak “bergüzar” kelimesini kullanmaktadır:

66 Derd ü gamın ile geçti yaz bahar Yâre bir bergüzar verilmez oldu Zalım engel geldi girdi araya Iradı yolların varılmaz oldu

Karacaoğlan (Sakaoğlu, 2004: 638)

Kuloğlu bir dörtlüğünde hediyeyi, hatıra değeri olan bir nesne Ģeklinde anlatır (Öztelli, 1974: 351). BaĢka bir dörtlüğünde sevgilinin derdiyle hasta olduğundan, canını ona armağan olarak verebileceğinden bahseder:

Derdinle, sağ iken olmuĢum sayrı Unutturdu bana seyri, süruru Yoktur sana lâyık canımdan gayrı Al benim sultanım, bergüzar eyle

Kuloğlu (Öztelli, 1974: 300)

Ġncelediğimiz Ģiirlerde âĢığın sevgiliye hediye vermesi yanında, sevgili de âĢığa hediye vermektedir. Fakat sevgilinin hediye vermesi, farklı durumların ifade edilmesinde kullanılmaktadır. Ruhsatî, bir dörtlüğünde sevgilinin kınalı ellerinden bergüzar aldığını ifade eder (Kaya, 1999: 105). BaĢka bir dörtlüğünde ise ona hediye göndermekten bahseder (Kaya, 2004: 303). Sevgili, al yanağından öpülmek için âĢığa izin verir. Karacaoğlan bu durumu, sevgilinin âĢığa hediye vermesi Ģeklinde anlatır. (Sakaoğlu, 2004: 394). BaĢka bir dörtlüğünde sevgiliden karĢılık görmeyi, onun kendisine hediye vermesi olarak Ģöyle anlatır:

Siyah zülüflerin eyleme perde Beni de uğrattın bin türlü derde Ben kendi halımda gezdiğim yerde Çağırıp bergüzar vermeye idi

Karacaoğlan (Sakaoğlu, 2004: 543)

Müjde getirene hediye verme geleneği Türk toplumunda oldukça yaygın olan bir âdettir. Kuloğlu, sevgilinin geliĢini müjdeleyene hediye olarak canını vereceğinden bahsederek bu geleneği yansıtmıĢ olur (Öztelli, 1974: 313). ErciĢli Emrah ise tarımla uğraĢan insanların dostlarına bal ve yağları hediye olarak götürmesini, “honça çekmek” ifadesi ile anlatmaktadır:

Onlar ekincidir çeltik ekerler Yük tutuban Ģehirlere dökerler

Yarana yoldaĢa honça çekerler

Çini, zer kaplarda ballı yağları

67 1.2.15 Kına Yakmak

Kına, Arapça “hinnâ” kelimesinden gelmektedir. Kına ağacının yapraklarının kurutulmasıyla elde edilen toza kına adı verilir. Kına yakmak ise, bu toz halindeki kınayı su ile karıĢtırıp bulamaç haline getirerek yakılacak bölgeye sürmek demektir. Halk arasında çok yaygın olan âdetlerden biridir. Günümüzde olduğu gibi Osmanlı toplumunda da düğünlerde, bayramlarda ve bazı özel günlerde bu âdetin uygulanmasına önem verilirdi. Kına genellikle avuç içine, parmaklara, saçlara ve ayaklara yakılır. Moltke, tırnakların, avuç içlerinin hatta ayak tabanlarının bile kına ile boyandığını söylemektedir (1969:38). Kadınlar arasında daha yaygın olmakla birlikte, özellikle düğün merasimlerinde erkeklere de yakıldığı görülür. Derinin direncini artırarak bazı hastalıkları önlediği bilinen kına, genellikle akĢamdan yakılır, yakılan bölge temiz bir bez ile sarılır ve sabah yıkanarak istenilen bölge kınalanmıĢ olurdu.

Osmanlı‟da kına yakma âdetinin çok yaygın olduğunu, avuç içlerine değiĢik yazılar veya çiçek, kuĢ, kelebek figürleri Ģeklinde kınalar yakıldığını belirten Nejat Yentürk, bu konuda Ģunları ifade etmektedir:

“Kadınların el ve ayak parmaklarının uçlarına yüksük kına yakmaları, geleneksel bir güzellik değeri idi. Yüksük kına için parmak ucu istenilen mesafeye dek tülbent dolanarak kapatılır, boĢ kalan parmak uçlarına kına yakılırdı. Ayaklara yakılan bir diğer kına çeĢidi ise yaprak kınadır, topuktan ayağın üstüne aĢırılarak kurdele sarılmıĢ gibi kına konurdu.” (2009: 353-354)

Kına yakma âdetinin düğünlerde yaygın kullanımı ve özel anlamı vardır. Gülten Kurt ve Bilge Karaöz bu durumu Ģöyle açıklamaktadırlar:

“Gelin olacak kıza, güzel olsun, adet yerini bulsun, gelin ve damat olduğu belli olsun, süslensin, sevinsin diye kına yakılırken, genç kızlıktan kadınlığa geçiĢte, bakireliğin simgesi olarak, ailesine söz getirmeden gelin olduğu ve ayrılığı ifade ettiği için de kına yakılmaktadır. Kına ve duvak bakireliğin simgesi sayıldığından elinde kına olmayan kıza dul gözü ile bakıldığı için, kına mutlaka yakılmaktadır.” (2009: 227-229)

Saçlara kına yakma âdeti kadın ve erkekler arasında oldukça yaygındı. Günümüzde saç köklerini besleyerek saçları kuvvetlendirdiği bilinen kına, aynı zamanda saçlara renk verme amacıyla da kullanılmaktadır. Abdülaziz Bey, genellikle yaĢlıların, ağarmıĢ saçlarını hamama gidince kına yakarak boyadıklarından bahseder (2002: 227).

68

Kadınların saçlarına, avuçlarına, el ile ayak parmak ve tırnaklarına kına yakmaları âdetti. Düğünlerde gelin adayının el ve ayaklarına kına yakılır ve sabaha kadar eğlence yapılır. Bu eğlenceye de “Kına Gecesi” adı verilir. Erkeklerin de sağ eline kına yaktıkları olurdu. (Koçu, 1967: 157) Büyük Larausse Sözlük ve Ansiklopedisi 13. cildinde “Kına” maddesinde avuca veya parmaklara kına yakmanın çok eski bir gelenek olduğu ve sevinç belirtisi, bazen de ayrılığı sembolize ettiği ifade edilmektedir (Kurt, Karaöz, 2009: 228).

Karacaoğlan, sevgilinin eline al renkli kınalar yaktığından birçok dörtlüğünde bahseder (Sakaoğlu, 2004: 396, 435, 500). Bazı dörtlüklerinde “boğum boğum” (Sakaoğlu, 2004: 445, 580) veya “elvan elvan” (Sakaoğlu, 2004: 476) kınalı sevgiliyi dile getirir. Sevgilinin ak ellerine “kan renkli” kınalar yaktığını ifade eder (Sakaoğlu, 2004: 414). Burada kınanın rengi, kanın rengi ile anlatılarak kınanın göz alıcılığı belirtilmek istenmiĢtir:

Karac‟Oğlan der ki sen de ben gibi Ak eline kına yakmıĢ kan gibi Bir tepede yeni doğan gün gibi AkĢam sabah erken aĢtı n‟eyleyim

Karacaoğlan (Sakaoğlu, 2004: 507)

Karacaoğlan bir dörtlüğünde sevgilinin elinin doğuĢtan kınalı olduğunu söyler (Sakaoğlu, 2004: 485). Kınalar bir tas içerisinde suyla bulamaç haline getirilerek hazırlanır. Bu iĢleme kına ezme adı verilir:

Yola baka baka gözüm süzüldü

Altun tas içinde kınam ezildi

Kervan vardı Sarı ġeyh‟e çezildi Allı sunam kalk gidelim yaylaya

Karacaoğlan (Sakaoğlu, 2004: 399)

Ruhsatî kızların on iki yaĢında kına yakmaya baĢladığından söz eder (Kaya, 2004: 303). Dini bayramlarda kına yakma âdeti, Osmanlı döneminden günümüze kadar devam eden uygulamalardan biridir. Saz Ģairlerinin Ģiirlerinde bunun dile getirildiğini görmekteyiz: Minhâcî (Köprülü, 1964: 589) ve ErciĢli Emrah (Saraçoğlu, 1999: 188). ErciĢli Emrah‟ın aĢağıdaki Ģiirinde bunu Ģöyle örnekleyebiliriz:

Bizim evler ince yolun yanıdır ErdiĢin ortası mehle sonudur

69 Kime sorsan bögün bayram günüdür Ağ ellere kına yak da bize gel

ErciĢli Emrah (Saraçoğlu, 1999: 211)

Gevherî, sevgilinin âĢıkların kanını eline kına diye yaktığını dile getirerek kanın rengi ile kınanın rengi arasındaki benzerliğe dikkat çekmektedir:

Kanımdan destine kına yakınıp

Katletmekçün beni taklar takınıp Tanrı selâmını benden sakınıp Yâda emdirirsin leb-i fendini

Gevherî (Elçin, 1998: 117)

Düğünlerde kına yakılmasını sevinç belirtisi olarak düĢünebiliriz. Karacaoğlan (Sakaoğlu, 2004: 545) ve Sümmânî (Erkal, 2007: 183) eli kınalı gelinden söz etmektedirler. Ruhsatî ise vuslatın verdiği sevinçle yârin ellerini kınalaması gerektiğini dile getirmektedir:

Birgün muradıma erdiğim zaman Sinesin sineme sardığım zaman Yarin hanesine vardığım zaman

Kınalasın ellerini aman ha

Ruhsatî (Kaya, 1999: 99)

Dadaloğlu ayağına ve baĢına kına yakmıĢ bir güzelden bahseder (Görkem, 2006: 106).Tarihi bir olayı aksettiren aĢağıdaki dörtlüğünde ise, kına yakmak ifadesini deyim içerisinde, mecaz anlam ifade edecek Ģekilde kullanır. Burada kına yakmak, birinin uğradığı kötü ve olumsuz duruma sevinmek anlamını taĢımaktadır. ġair bu deyimi, kendi aĢireti olan AvĢarları mağlup eden Osmanlı paĢası için kullanmıĢtır:

DerviĢ PaĢa gayrı kına yakınsın Böbür böbür dört bir yana bakınsın Amma bizden gece gündüz sakınsın Öc alırız ilk fırsatı bulanda

Dadaloğlu (Görkem, 2006: 52)

Kına yakma âdeti ile ilgili olarak halk Ģairlerine ait yirmi dörtlük tespit etmiĢ bulunmaktayız. Bu durum bize, bu geleneğin Türk toplumu arasında oldukça yaygın olduğunu göstermektedir.

70 1.2.16 Konar Göçer Kültürü

Türkler, konar göçer adı verilen, yazın yaylalarda kıĢın kıĢlaklarda yaĢanılan bir yaĢam biçimine sahiptirler. Orta Asya‟dan beri devam ettirdikleri bu yaĢam Ģekli, yaĢanılan bölgelerin iklim yapısı ve temel geçim kaynaklarının küçükbaĢ hayvancılık olmasıyla da yakından ilgilidir. Türklerin Anadolu‟ya geldikten sonra ve Osmanlı döneminde bu geleneği devam ettirdikleri bilinmektedir. Hatta günümüzde dahi ülkemizde yaĢayan bazı Türklerin bu geleneği yaĢattıkları görülmektedir. Bahaeddin Ögel bu durumu Ģöyle açıklamaktadır:

“Yayla ve kıĢlak sözleri, eski ve yeni Türklerin günlük hayatlarının vazgeçilemez iki bölümünü meydana getirirdi. Türklerde hem yazlık ve hem de kıĢlık oturma yerlerinin, ayrı ayrı değerleri vardı. Biri diğerini tamamlardı.” (1991/I: 1)

“KıĢın kıĢlakta oturan ve çoğu zaman ziraat yapan Türkler, yazın da yaylaya çıkıp hayvanlarını otlatıyordu. Böylece, Türklerde iki yönlü ekonomik bir düzen meydana çıkmıĢ oluyordu.” (1991/I: 3)

Konar göçer kültürünün ayrılmaz bir parçası olan yaylacılık geleneği, günümüzde Anadolu‟nun farklı coğraflarında olduğu gibi Doğu Karadeniz yöresinde de canlı bir Ģekilde yaĢatılmakta; yaylaya çıkıĢlar tören ve festival havası taĢımakta ve bu mekanlar sözlü kültürün icra ortamı olması açısından da dikkate değer bulunmaktadır (ġiĢman, 2010: 550)

Ġncelediğimiz Ģiirlerde yaylaya göçü anlatan ve farklı Ģairlere ait olan otuz sekiz dörtlük tespit ettik. Buradan hareketle yaylaya göçün Saz ġiiri‟nde etkisinin büyük olduğunu söylemek mümkündür. Yaylaya göç, Ģiirlerde “yaylaya gitmek, yaylaya göçmek, yaylaya konmak, kervanı göçmek, göç, yayla otağı, kara çadır,” gibi ifadelerle dile getirilmiĢtir. Karacaoğlan ve Dadaloğlu‟nun Ģiirlerinde bu konuya fazlaca değindikleri görülmüĢtür.

Karacaoğlan‟ın Ģiirlerinde yaylaya göç oldukça sık dile getirilir. Yaylaya göçün “göç” kelimesi ile karĢılandığı (Sakaoğlu, 2004: 395, 461, 629), “yaylaya göçmek” (Sakaoğlu, 2004: 417) ve “yaylaya konmak” (Sakaoğlu, 2004: 413) ifadelerinin kullanıldığı görülür. Sılaya kavuĢmayı imkansız olarak gören Ģair, sevgili ile yaylaya gitmekten bahsetmektedir:

71 Yaz olur dağlara ulu yol olur AĢk olsun sılasına da gidene Bakın bahçadakı selvi fidana Allı sunam kalk gidelim yaylaya

Karacaoğlan (Sakaoğlu, 2004: 399)

Bahar aylarında karın eriyip yayla yolunun açılması, Ģairin vatanı olarak gördüğü yaylaya kavuĢmayı müjdelemektedir (Sakaoğlu, 2004: 412). Barhana, yaylaya göç esnasında yüklenen eĢyalardır. ġair erken yaĢlardaki ölümünü barhananın yüklenip kervanının göçmesi Ģeklinde anlatmaktadır:

Hey der Karac‟Oğlan bahar eriĢti Meyvasın dermeden gazelin düĢtü

Yüklendi barhanam kervanım göçtü

Tozu kalkan yollar ağlamasın mı

Karacaoğlan (Sakaoğlu, 2004: 424)

Karacaoğlan soğuk sulu yaylalardan (Sakaoğlu, 2004: 641), ErciĢli Emrah ise yaylaya göç esnasında bir güzel gördüğünden (Saraçoğlu, 1999: 116) bahsederler. Göç esnasında develerin çan seslerinin kendisini etkilemesini Karacaoğlan Ģöyle dile getirir:

Sevdiğim sendedir mayanın hası Bağrımı deliyor çanının sesi Her sabah her sabah göçün arkası Ağalar beğleri arzular gider

Karacaoğlan (Sakaoğlu, 2004: 589)

Otağ, yaylada kurulan çadırlara verilen isimdir. Bahaeddin Ögel‟e göre “oda” kelimesi, “otağ” kelimesinden gelmektedir. Fakat önceleri otağ, hükümdar ve kurultay çadırları için kullanılırdı. Karahanlılardan itibaren bu kelime, oda anlamında kullanılmaya baĢlanmıĢtır. (1991/III: 24-25) ÂĢıkların Ģiirlerinde bu kelime, yaylaya göçü yansıtacak Ģekilde kullanılmıĢtır. Karacaoğlan (Sakaoğlu, 2004: 619), ÂĢık Ömer (Köprülü, 1962: 295) ve ErciĢli Emrah (Saraçoğlu, 1999: 115) “otağ”; Karacaoğlan “kervan otağı” (Sakaoğlu, 2004: 419) ve Gevherî (Elçin, 1998: 205) “otağ kurmak” ifadelerini kullanırlar. Dadaloğlu yaylanın baĢına otağ kurmayı dile getirerek bu uygulamayı Ģöyle yansıtmaktadır:

Bizim yaylanın kuĢuna Can dayanmaz ötüĢüne Serin yaylalar baĢına

Kuraydım otağı Ģimdi

72

Göçebe yaĢamın belirgin özelliklerinden birisi de çadır kültürüdür. Çadır, bir yerden bir yere taĢınmada büyük kolaylıklar sağlar. Bu yüzden göçebe Türklerin yaĢamında önemli bir yeri vardır. Çadır ifadesinin çeĢitli Ģekillerde âĢıkların Ģiirlerine yansıdığı görülür. Karacaoğlan, sevgilinin kaĢlarını çadır direği olan “çene”ye benzetmiĢtir (Sakaoğlu, 2004: 635). Kara kelimesinin ululuk ve büyüklük ifade eden bir anlamı vardır (Karadoğan 2004: 93). ġair, çadır kelimesi ile birlikte kullanarak yaĢanılacak büyük bir meskeni anlatmak istemektedir:

Bölük bölük davarlarım katardım Yaranıma, yoldaĢıma satardım

Üstü kara kuĢlu çadır tutardım

ġimdi gölgeliğim kaĢak olmuĢtur

GündeĢli Oğlu (Köprülü, 1964: 699)

Oba kelimesi de göçebe kültürü yansıtan bir kavramdır. Göçebelerin konak yerine oba adı verilir. Karacaoğlan obayı bu anlamda kullanmıĢtır (Sakaoğlu, 2004: 578). Göçebe halkı anlatmak için de oba kelimesi kullanılır. Dertli (Köprülü, 1965: 798) kelimeyi bu anlamda kullanmıĢtır. Dadaloğlu ise aĢağıdaki dörtlükte AvĢarları büyük bir oba olarak nitelemektedir:

AvĢar dediğin de bir büyük oba

Çağırsam beyleri etmiyor töbe Al çuha üstüne boz beden aba Giyinir salınır eli AvĢar‟ın

Dadaloğlu (Görkem, 2006: 209)

Karacaoğlan bir dörtlüğünde Türkmen kızının göçünü göz önüne sererken (Sakaoğlu, 2004: 444), Dadaloğlu “göç etmek” kelimesini gerçek anlamda kullanmıĢtır. Osmanlı tarafından iskâna zorlanan AvĢarların yaylalarından göçü yansıtılmaktadır. Burada Dadaloğlu “ağır ağır” ikilemesini kullanarak bu göçün aĢamalar halinde gerçekleĢtiğini göstermektedir:

Kalktı göç eyledi AvĢar illeri

Ağır ağır göçen iller bizimdir Arap atlar yakın eyler ırağı

Yüce dağdan aĢan yollar bizimdir

Dadaloğlu (Görkem, 2006: 282)

19. yüzyılın sonlarına doğru Ģehirlerde yaĢama isteğinin ağır bastığını görmekteyiz. YerleĢik hayat anlayıĢını yansıtan Ģehirlerin yaĢama daha uygun olduğunu, diğer yaĢam

73

alanlarını “dağ baĢı” olarak niteleyerek dile getirir Ruhsatî. Bu mısralardan Türklerin, göçebe hayat tarzından yavaĢ yavaĢ uzaklaĢtığını söylemek mümkündür:

Aklın baĢına yar ise

Öl Ģehirde kal Ģehirde

Darıl bana zarar ise Öl Ģehirde kal Ģehirde

Ruhsatî (Kaya, 1999: 128) 1.2.17 Mendil/Çevre Vermek

Mendil, taĢıdığı sembolik anlam ve kullanım alanlarının yaygınlığı sebebiyle Türk halk kültüründe önemli bir yere sahiptir. ÂĢıkların Ģiirlerine “sevgilinin mendil göndermesi” ve teri silmek Ģeklinde yansımıĢtır. Ayten Sürür‟e göre, mendilin Türk kültüründe yaygın olarak kullanımı Türklerin Anadolu‟ya göçlerinden sonra baĢlamıĢtır. Türk kültürüne saray yoluyla girmiĢ, daha sonra halk arasında benimsenerek yaygınlaĢmıĢtır. Eski kaynaklarda mendil sözcüğü bulunmamaktadır. Bunun yerine “çevre”, “yağlık” ve “destimal” sözcükleri kullanılmıĢtır. (1997: 387-388) Kenarlarının iĢlemeli ve oyalı olduğunu belirten ReĢat Ekrem Koçu bu konuda Ģunları söyler:

“Kızların çeyiz eĢyâsı arasına girmiĢ, dost elinden yâdigâr olarak verilmiĢ, yavuklular elinde mâĢûka hâtırası olarak öpüle koklana koyunlarda saklanmıĢ; güzellikleri ve tuvaletleri ile en zarif gençlerin süsünü tamamlamıĢ; orta tabakadan nice yetîmelerin ve dulların el emeği ve göz nuru ile nâmuskârâne geçimlerini sağlamıĢtır.” (1967: 71)

Mendil, içerdiği sembolik anlamıyla söz ve yazı olmaksızın gerçekleĢtirilen bir iletiĢim aracıdır. Onun sembolik bir anlam ifade etmesinde renkleri, motifleri, kumaĢının cinsi ve elde tutuluĢu rol oynamaktadır. Örneğin, pembe mendil hoĢa gitmenin göstergesi, kırmızı mendil içtenlikle sevmenin ifadesi; mendili baĢa örtme kimsenin görmeyeceğinin ifadesi, mendili toplayıp ağzı kapatma sır olduğunun ifadesidir. (Gözaydın, 1991: 54-56) ”Beyaz renkte çiçek iĢlenmiĢ mendiller kibar erkekler tarafından kullanılır. Bunun dıĢında yazma mendiller, yumuĢak ipek Hind mendili, Pazar mendili, ipek veya sırma iĢlemeli yağlık‟lar da mendil çeĢitleri olarak bilinirdi. (Abdülaziz Bey, 2002: 228)

GeniĢ bir anlam içeriğine sahip olduğu için mendil verme geleneği, eski kültürümüzün önemli parçalarından biridir. Karacaoğlan mendil kelimesinin karĢılığı olarak “çevre” kelimesini kullanır. Kızlar sevdiğinin iĢareti olarak erkeklere mendil verirler:

74 Çıka çıka çıktım yoluna vardım Verdiği çevreyi koluma sardım Uğrunda ölümü gözüme aldım Dîvanına durdum yolun üstüne

Karacaoğlan (Sakaoğlu, 2004: 411)

Bir dörtlüğünde mendil kelimesini kullanır Karacaoğlan (Sakaoğlu, 2004: 468). AĢağıdaki Ģiirde ise çevrenin ter silme iĢlevini vurgulamaktadır:

Karac‟Oğlan çıkmıĢ yollara bakar Ayrılık ataĢı gönlünü yakar Domur domur terin durmayıp akar

Allı çevren al da sil memelerin

Karacaoğlan (Sakaoğlu, 2004: 556)

Destimal ise dilimize Farsçadan girmiĢ bir kelimedir. Mendil gibi üstte taĢınan ve ter silmeye yarayan peĢkir demektir. Pamuk, keten ve ham ipekten yapılır. Ġki ucuna çeĢitli muhtevada beyitler yazılır, buralar değiĢik nakıĢlarla süslenirdi. Sevgililere hediye olarak verilirdi. (Koçu, 1967: 88-89) Mendil vermek, sevginin karĢılıklı olduğunun göstergesidir. AĢağıda Ģair, göz yaĢlarını silmek için sevgiliden mendil istemektedir:

Kul Mustafa kulluğunu bilmez mi Varıp dostun bahçesine girmez mi Dilber bize bir destemal vermez mi Ağladıkça çeĢmin yaĢın sil deyü

Kayıkçı Kul Mustafa (Köprülü, 1962: 155)

Yukarıda yağlıkların da mendili karĢılayan bir kelime olduğunu belirtmiĢtik. Karacaoğlan aĢağıdaki dörtlüğünde sevgilinin yağlığı baĢına aldığını ifade etmiĢtir. Buna göre mendille karĢılaĢtırıldığında yağlığın daha büyük olduğunu söylemek mümkündür:

Tereviyi yuyup kodular taĢa Daha ne gelecek sağ olan baĢa Tülbent yağlık vurmuĢ Ģu hilâl kaĢa Gelin hiç söylemez kız nazlı nazlı

Karacaoğlan (Sakaoğlu, 2004: 475) 1.2.18 Misafir Ağırlamak

Misafirperverlik Türklerin en önemli hasletlerinden biridir. Eve gelen kimseleri “Tanrı misafiri” olarak gören Türkler, yeme içme, dinlenme ve hürmet gibi konularda onları rahat ettirebilmek için ellerinden geleni yaparlar.

75

Türkiye‟ye seyahat eden Ġngiliz gezginlerin dikkatlerini çeken en önemli nokta Türklerin misafirperverlikleridir. Türkler misafirlerine Türk törelerine göre “çubuk, tatlı, kahve, Ģerbet ve gülsuyu” ikram ederler.” (ġahin, 2007:214) Ruhsatî, Hz. Muhammet‟e ümmet olabilmek ve cenneti ummak için misafire hürmet edilmesi gerektiğini belirtir:

Diyorsun ki ben Muhammed ümmeti