• Sonuç bulunamadı

ÂDETLER VE UYGULAMALAR

4. DÖRDÜNCÜ BÖLÜM EĞLENCE EĞLENCE

4.1.1 At YarıĢları

Türklerin toplu olarak eğlenmelerini sağlayan vasıtalardan birisi düğünlerdir. Yöreden yöreye farklı Ģekillerde icra edilen düğünlerde, çeĢitli sporların ve eğlencelerin yapıldığı görülse de, halk Ģairlerinin Ģiirlerinde sadece at yarıĢlarının yapıldığını tespit etmekteyiz.

Osmanlı döneminde saray fertlerine ait düğün ve sünnet törenleri ile sürre alayları, kandil kutlamaları, Ramazan eğlenceleri gibi pek çok Ģenlik Ġstanbul‟da bulunan Atmeydanı‟nda düzenlenirdi. Atmeydanı, günümüzde Sultanahmet Camii‟nin bahçesinin eski adıdır. (Sinanlar, 2005: 58)

Karacaoğlan düğünlerde Arap atlarıyla yarıĢ yapıldığını dile getirerek Osmanlı dönemine ait bir kültür unsurunun kalıcılığını sağlamıĢtır:

Düğün olur Arab atlar yarıĢır

Bayram gelir kanlı kinli barıĢır Durmaz gözüm gözlerine iliĢir On parmağım memen ile san gider

Karacaoğlan (Sakaoğlu, 2004: 588)

At yarıĢlarının bir diğer ifadesi de “koĢu” kelimesidir. Karacaoğlan yarıĢ için yörük/yürük/hızlı giden atların seçildiğini ifade etmektedir:

Yörük salarlar koĢuya

119 Yârden ayrılan kiĢiye

Zulum deyi dey‟ağlarım

Karacaoğlan (Sakaoğlu, 2004: 490) 4.1.2 Cirit Oyunu

Cirit, cirit adı verilen değnek ve atla oynanan bir oyundur. Çok büyük dikkat ve enerji gerektirir. Osmanlı döneminde cirit çok rağbet gören ve herkesçe sevilen bir oyundur. Cirit oyunu bir iki kiĢi ile değil, sayıları binlere ulaĢan atlı ile oynanmakta ve alan bir savaĢ alanına dönmektedir. (Baykara, 2009: 239-240)

Cirit oyunu en eski ve millî sporlarımızdan biridir. Bu oyun 100-110 cm uzunluğunda ağaçtan yapılan ve cirit adı verilen sopalarla oynanır. Oynayanın sosyal yapısına göre ciritlerin ucunda gümüĢ iĢlemeli bir yüksüğün bulunduğu da görülür. Bu oyun at üzerinde, takımlar halinde ve daire Ģeklinde bir alanda oynanır. Süvarilerin savaĢ esnasında ustaca mızrak kullanmalarını sağlayan bir tür askerî eğitim aracıdır. (Eralp, 1993: 52)

DevĢirmelerin ata binme, mızrak kullanma, cirit atma ve yay çekmeleri onların eğitimlerinden bazılarıdır. PadiĢahlar cirit oyunu izlemeyi sevdiklerinden göze girmek isteyen devĢirmeler bu oyunda kendilerini göstermeye çalıĢırlar. (Ricaut,t.y.: 53)

Mustafa Uslu, ciridin 100-120 cm boyunda olduğunu, bir ucunun 3.5cm, diğer ucunun 2.5cm kalınlığında olduğunu belirtir (1998: 59). Salih Demirbilek ise ciritin, silahın icadından önce bir çeĢit mızrak olarak harplerde kullanıldığını ifade eder. Ayrıca bu oyunun çok eskiden beri bilenen ve davul zurna eĢliğinde gerçekleĢtirilen atlı savaĢ sporlarından biri olduğunu ve atalarımızın köy düğünleri, bayram ve bahar günleri gibi her fırsatta usta binicikle eĢdeğer bu oyunu ihmal etmediklerini kaydetmektedir (1993: 213). Karacaoğlan aĢağıdaki dörtlüğünde Osmanlı döneminde çok yaygın olan ve beğenilen at yarıĢları, cirit oyunu, ok atma gibi eğlence Ģekillerini bir arada kullanmaktadır:

Arab ata biner hep yarıĢırlar

Cirid oynarlar da ok atıĢırlar

Yine bir gün gelir yan bakıĢırlar Allı turnam harmandalı döndü mü

120

Karacaoğlan aĢağıdaki dörtlüğünde ise Arap ata binip cirit atanların artık gözükmediğini ifade etmektedir. Bu dörtlükten cirit oyunu oynayanların sayısının azaldığı anlamı çıkarılabileceği gibi sık dolaĢmak anlamına gelen “cirit atmak” deyimi de düĢünülebilir:

Yüce dağlar benim bir sualim var Hani size konup göçen elimiz

Arab ata binip cirit atanlar

Görünmüyor gözü kanlı delimiz

Karacaoğlan (Sakaoğlu, 2004: 651)

Dadaloğlu ise yiğitlerin dölekte/düz yerde cirit oyunu oynadıklarını Ģöyle dile getirmektedir:

Koç yiğitler cirit oynar dölekte

Geyikleri yaylım eder yaylakta Bir koku var toprağında, ırmakta Gözüm yaĢı duvarında kala mı

Dadaloğlu (Görkem, 2006: 96) 4.1.3 Çevgen

Çevgan/çevgen; sopa ve küçük, yuvarlak bir top ile açık meydanlarda birçok atlının oluĢturduğu iki takım arasında oynanan bir spordur. 17. yüzyılın baĢlarından itibaren Osmanlılarda kaybolmuĢ, Babürlülerin etkisiyle güneye götürülmüĢ ve günümüzün “polo” oyununa temel oluĢturmuĢtur. Selçuklularda ve daha önceki Türklerde cirit oyunundan önce çevgen oyunu bilinmekte ve Selçuklu sultanlarının dahi bu oyunu oynadıkları görülmektedir. (Baykara, 2009:239-240) Türkçe Sözlük‟te bu kelime hem yukarıda açıklanan spor hem de bu sporda kullanılan değnek anlamında kullanılmaktadır (1997/I: 465). Salih Demirbilek çevgen oyununun bazı yörelerde “çöğen, çöğan” Ģeklinde adlandırıldığını; çöğenin ucu eğri, çengelli bir değnek olduğunu kaydetmektedir. Ayrıca dörder veya altıĢar kiĢilik karĢılıklı iki ekip halinde ve at üzerinde geniĢ ve düz bir meydanda oynandığını ifade etmektedir (1993: 217).

Mustafa Uslu‟ya göre çevgen, bir ucu eğri değnek olup, atılan ciridi çelmek ve yerden ciridi almak için kullanılmaktadır (1998: 59). Cirit oyununa benzemesi ve çevgen oyununun 17. yüzyıldan itibaren ortadan kalkması, bu oyuna ait bir unsurun cirit oyunundaki cirit yerine de kullanılmasına neden olmuĢtur.

121

ÂĢık Ömer bir dörtlüğünde çevgan oyunu için “top oynamak” ifadesini kullanmaktadır (Elçin, 1987: 51). AĢağıdaki dörtlükte ise, sevgilinin saçlarını, uçlarının kıvrımından dolayı çevgana benzetmektedir. ġair bu dörtlükte gönlünü, çevgan oyunundaki toptan hareketle “galtan/yuvarlanan” kelimesi ile vasıflandırmakta ve sevgilinin çevgan olan saçlarının onun topa benzeyen gönlüyle oyun oynadığını dile getirmektedir:

Âh etsem âhımdan yerde taĢ oynar Akar gözlerimden kanlı yaĢ oynar

Çevgan-ı zülfünde cân ü baĢ oynar

Galtânın değildir ya nedir gönül

ÂĢık Ömer (Elçin, 1987: 24)

Gevherî bir dörtlüğünde baĢını çevgan kûyuna/topuna benzetmektedir (Elçin, 1998: 261). AĢağıdaki dörtlüğünde de “top ve çevgan” kelimelerini tenasüp içerinde kullanmakta ve baĢının aĢk meydanında topa benzediğini, sevgilinin çevgan olan saçlarıyla oyuna baĢladığını ifade etmektedir:

Gâhî gavvas oldum ummân-ı aĢka Gâhî Ya‟kub oldum Ken‟ân-ı aĢka BaĢımı top idüp meydân-ı aĢka Zülfü çevgân ile bâze baĢladı

Gevherî (Elçin, 1998: 80) 4.1.4 GüreĢ

Sporu toplumsal yaĢamın ve toplumsal kültürün organik bir parçası olarak gören Özbay Güven, kültürde ve toplumda meydana gelen değiĢikliklerin spor kavramına yüklenen anlamı ve iĢlevi değiĢtirdiğini kaydetmektedir (1999: 4). Ayrıca spor ve kültür arasındaki iliĢkiyi Ģöyle açıklamaktadır:

“Spor kültürün bir unsuru olarak, kiĢilerin ve toplumların düĢünce ve davranıĢlarını Ģekillendirmekte ve diğer kültür unsurlarını etkileyerek millî özellikler kazandırmaktadır. Spor faaliyeti içerisinde görülen beden hareketleri toplumsal gerçekleri de yansıtmaktadır. DeğiĢik ülkelerin çeĢitli sporlarına bakıldığında, toplumların özellikleri ve yaĢama bakıĢ açıları ile ilgili bilgiler edinilebilmektedir.” (1999: 3)

GüreĢ, en eski ve en yaygın Türk sporlarından birisidir. GüreĢlerde bele bir peĢkir/destimal bağlanmaktadır. Bu bağ, Batı Türklerinde unutulsa bile Orta Asya Türklüğünde varlığını sürdürmektedir.Osmanlı döneminde güreĢçileri toplayan pehlivan tekkeleri kurulmuĢtur. O dönemde Ġstanbul‟da birkaç tane pehlivan tekkesinin var olduğu bilinmektedir. (Baykara, 2009: 238) Dede Korkut Hikâyeleri‟nde Banu Çiçek ile

122

Bamsı Beyrek‟in güreĢi anlatılmakta ve burada “güreĢ tutmak” ifadesi kullanılmaktadır (Ergin, 2004: 123). Bu örnek güreĢin, Türk toplumundaki tarihi geçmiĢinin somut bir ifadesidir.

Osmanlı güreĢe önem vermiĢ, sûr-ı hümâyunlarda, düğünlerde, bayramlarda, seyir yerlerinde bu eğlence aracı olan spor yapılmıĢtır. Kazanan pehlivana ödül olarak koyun, esvaplık kumaĢ, Ģalvarlık çuka verilirdi. Boyunlarında kuvvet muskaları ve kollarında pazubendleri bulunurdu. Belden diz kapaklarına kadar köseleden yapılmıĢ kisvet/kispet denilen elbise giyerlerdi. (Abdülaziz Bey, 2002: 378-379)

Halk Ģairlerinin Ģiirlerine “güreĢ, yağlı güreĢ, pehlivan ve kispet” kelimelerinin yansıdığını görmek mümkündür. ÂĢık ġenlik, Salsal Destanı‟nda Salsal ile Hz. Ali‟nin güreĢ tuttuklarını dile getirmektedir (Aslan, 1992: 260). Dadaloğlu aĢağıdaki dörtlüğünde yiğitlerle güreĢ tutmak ifadesini kullanmaktadır:

Hani benim bezirgânlık ettiğim Türlü kumaĢını alıp sattığım

Nice yiğitlerle güreĢ tuttuğum

Güvercinlik denen ġar‟a vardın mı

Dadaloğlu (Görkem, 2006: 103)

ElleĢme, güreĢte el ele tutuĢmak demektir. Kendisiyle güreĢecek ve hempâ/arkadaĢ olup konuĢacak kimsenin bulunmadığını dile getiren Gevherî, feleğin pehlivan olarak güreĢe çıktığını ve ona yenileceğini dile getirmektedir. ġair bu dörtlüğüyle kaderden baĢka hiç kimseye/hiçbir Ģeye yenilmeyeceğini de ifade etmiĢ olmaktadır:

Var mı garip Gevherî‟yle elleĢe Hem-pâ olup karĢısında dilleĢe

Felek pehlivandır çıktı güreĢe

Korkarım ki ayağımdan o çele

Gevherî (Köprülü, 1962: 205)

Pehlivan kelimesi hem yiğit, hem de güreĢçi anlamında kullanılır. ÂĢık Kâmil bir dörtlüğünde pelvan/pehlivan olduğunu, fakat kimseyi yenemediğini ve sonunun hiç de iyi olmadığını Ģöyle dile getirmektedir:

Hammal oldum, bir hafif yük bulmadım

Pelvan oldum, hiçbir adam yenmedim

Yırttılar yakamı, birden duymadım Kollarım kırıldı, göğüs tutarken

123

Ruhsatî bir dörtlüğünde kanaat konusunda kendisini pehlivan olarak adlandırmaktadır (Kaya 1999: 373). Seyranî; mert, yiğit olunursa güreĢ meydanında düĢmanın/rakibin boĢa dalıp yenileceğini ifade etmektedir. Böylece mert olan kiĢilerin hayatta her zaman kazanacağını dile getirmektedir:

GüleĢ meydanında boĢa dalanın

Alta giden hasmın merdan olursa BaĢına baĢkası değmiĢ olanın Bilir alâmetin irfan olursa

Seyranî (Kasır, 1984: 81)

Kispet Arapça bir kelime olup yağlı güreĢlerde pehlivanların giydikleri, belden baldıra kadar uzanan, dar paçalı, meĢin pantolondur (TS, 1998/II: 1330). ReĢat Ekrem Koçu kispetle ilgili Ģu açıklamaları yapmaktadır:

“Yağlı Türk güreĢinde pehlivanların giydiği kara meĢin don. Ölçü üzerine dana derisinden yaptırılır, arkadan tam bel üzerine oturur ve önden göbek altından geçer, göbek ve göbek çukuru kisbet dıĢında kalır ve bir sırım- uçkurla bağlanır; diz kapakları altından da sırımlarla sımsıkı bağlanır; bu diz bağlarının altında 2-3 parmaklık bir paça kalır. Ön tarafına dikiĢ ile bazı süsler de yapılır. DıĢı, pehlivanın vücudu ile beraber yağlanır, güreĢlerden sonra kisbetler asla yıkanmaz, dâimâ yağlı kalır, hususî bir zenbilin içinde muhafaza edilir.” (Koçu, 1967: 157-158)

Ruhsatî aĢağıdaki dörtlüğünde pehlivanların kispet giyerek güreĢtiklerini dile getirmektedir:

Pehlivanlar kispet giyer güleĢir

Koyun kuzu dertli dertli meleĢir ÖtüĢür bülbüller güle dolaĢır Tomurcuk verecek güllü yaz geldi

Ruhsatî (Kaya, 1999: 175)

Sümmânî, Erzurum‟un pehlivanlarını anlatırken onların kispet giyip yağlandıklarını dile getirmektedir:

Ġran Turan yolu GümüĢlü Kümbet Toplanır memleket yaparlar zinnet

Yağlanır pehlivan giyerler kisvet

Koçak pehlivanı var Erzurum‟un

Sümmani (Erkal, 2007: 441) 4.1.5 Halay Çekme

Bayram gününün neĢesini dile getirdiği aĢağıdaki dörtlüğünde Ruhsatî, insanların bir araya gelerek halay çekmeleri gerektiğini Ģöyle ifade etmektedir:

124 ĠkiĢer ikiĢer olup her taraf alay çekin Ak ellere al kınalar hilâl kaĢa yay çekin Cem oluben bir araya bir temiz halay çekin Oturun biraz dinlenin yorulun bayramlaĢın

Ruhsatî (Kaya, 1999: 295) 4.2 Gösteri Oyunları

4.2.1 Cambazlık

Cambaz kelimesi, Farsça “canbâz” kelimesine dayanmakta olup “canı ile oynayan, canını tehlikeye atan” anlamlarına gelmektedir. Bunlar ip üzerinde çeĢitli gösteriler yaparak izleyenleri eğlendirirlerdi. Abdülaziz Bey, Ġstanbul‟da ip üstünde çeĢitli marifetlerini gösteren cambazların olduğunu, bunların sûr-ı hümâyunlarda, bayram ve ramazanlarda belli yerlere ip asarak gösteriler yaptıklarını dile getirir (2002: 394). ÂĢık Kâmil, “Esnaf Destanı‟nda bir ara cambaz olmaya karar verdiğini, fakat ip üstünde yürüyemediğini Ģöyle dile getirmektedir:

Manav oldum, elma, armut tez çürür

Canbaz oldum, ip üstünde kim yürür

Kasab oldum, hergün gözüm kan görür Yüreğim bayıldı, kana bakarken

ÂĢık Kâmil (Köprülü, 1964: 460)

Seyranî, aĢağıdaki dörtlüğünde kendisini, aĢk ipinde oynayan bir cambaz olarak nitelemektedir:

Canbazım ben aĢk ipinde

Büyük meyve hep çöpünde Temiz aĢkın zevk küpünde Sanma sulu sirke beni

Seyranî (Kasır, 1984: 118)

Seyranî aĢağıdaki beyitinde ise geçim sebebi olmasa cambazın ip üstünde oynamayacağını ifade etmektedir. Bu mısralardan hareketle insanların geçimlerini sağlamak için bazı zorluklara katlanmak zorunda olabilecekleri anlatılmak istenmektedir:

Ġp gerip üstünde canbaz oynamazdı can için O oyun canbaza esbâb-ı ticaret olmasa

125 4.2.2 Karagöz Oyunu

Deriden yapılmıĢ Karagöz ve Hacivat suretlerinin bir mum vasıtasıyla beyaz perdeye yansıtılmasıyla oynanan oyuna Karagöz adı verilir. Hayal-i Zıl/Gölge oyunu veya hayal oyunu adları da verilmektedir. D‟ohsson, gölge oyununun Osmanlılarda 18. yüzyılda en sevilen eğlencelerin baĢında geldiğini kaydetmektedir (t.y.: 237). Gevherî aĢağıdaki dörtlüğünde bu hayatın bela sahnesi olduğunu ve burada yapılan iĢlerin Karagöz oyunu gibi boĢ olduğunu nitelemektedir:

Bu imân ehline sahn-ı belâdır

Hayâl-i Zıl gibi iĢi hebâdır

O kim ikbâl ü izze mübtelâdır Firâk-ı hasret ü mihnette kaldım

Gevherî (Elçin, 1998: 217) 4.2.3 Köçeklik

Çengiler gibi oynayan erkek oyunculara köçek adı verilir. Erkek elbiselerinin yanında kadın elbiseleri de giyerler ve raks ederler. 1857 yılında köçeklik yasaklanmıĢtır. (Pakalın, 1993/II: 299-300) Köçek kelimesi Türkçe Sözlük‟te “kadın kılığına girip çengi gibi oynayan erkeklere verilen ad” Ģeklinde açıklanmaktadır (1998/II: 1374-1375). Seyranî aĢağıdaki dörtlüğünde feleği köçekçilikle Ģöyle nitelemiĢtir:

Deveci zâdenin sürülmez izi Hiç bir an devenin tüylenmez dizi

Köçekçi feleğin oynatıp bizi

Ettiği yanma kalmadan oynar

Seyranî (Kasır, 1984: 184)

Seyranî bir dörtlüğünde her üstadın baĢka bir köçek oynattığını dile getirir (Kasır, 1984: 129). AĢağıdaki dörtlüğünde ise ârif/usta köçeğin çalmadan/musiki olmadan oynamayacağını dile getirip ahmakların çalmadan oynadığını belirtmektedir:

Geçinmez bir sofu ile beynamaz Bir ocakta iki kazan kaynamaz

Ârif köçek çalmayınca oynamaz

Ahmaklar Seyrânî çalmadan oynar Seyranî (Kasır, 1984: 184) 4.2.4 Maymun Oynatma

Maymun oynatanlara maymunbaz/maymuncu adı verilmektedir. Seyranî, Çingenelerin kendilerini maymuncu zannettiklerini Ģöyle dile getirmektedir:

Bir takımı bize bakar gülüĢür Vicdan sahipleri yanar tutuĢur

126 Büyük küçük birbirine katıĢır

Maymuncu zannetti cingân olanlar

Seyranî (Kasır, 1984: 182) 4.2.5 Soytarı

Sözleri ve davranıĢları ile insanları güldüren kiĢilere soytarı adı verilmektedir. Dadaloğlu aĢağıdaki dörtlüğünde, beylerin konaklarında sabaha kadar kandillerin yandığını ve soytarıların insanları eğlendirdiklerini Ģöyle dile getirmektedir:

Sabahaça kandilleri yanardı

Soytarılar fırıl fırıl dönerdi

Ha deyince beĢ yüz atlı binerdi Sana inip konan beyler nic‟oldu

Dadaloğlu (Görkem, 2006: 335) 4.3 Helva Alayı

Helva sohbeti, eski zamanlarda kıĢ toplantılarını anlatan bir tabirdir. Helva piĢirildiği için bu toplantılara da helva sohbetleri adı verilmiĢtir. Özellikle esnaf teĢkilatının bu toplantılara büyük önem verdikleri ve kendi aralarında eğlendikleri bilinmektedir. (Pakalın, 1993/I: 797) Helva sohbeti, helva piĢirilip kıĢın yemek için yapılan toplantılara verilen isimdir (ÖTS, 2000/2: 1221). Özge Öztekin bu konuda Ģunları ifade etmektedir:

“Devlet ricali ve halk arasında özellikle esnaf locaları içerisinde, uzun kıĢ geceleri yapılan bir eğlencedir. Esnaf loncalarının yılın belirli günlerinde düzenlediği ziyafetlerin sonunda helva piĢirilmesi âdeti XV. yüzyıldan beri sürmektedir.” (2006: 361)

Helva ve çeĢitleri kentlilerin törensel yaĢamında da önemli yer tutardı. Mevlevi tarikatında “helva sohbetleri” yapılırdı. Ayrıca loncalara zanaatkârların kabul töreninde helva töreni önemli bir yer tutardı. (Faroqhı, 1998: 232) Karacaoğlan, helva sohbetini “helva alayı” ifadesi ile Ģöyle dile getirmektedir:

Kalk gönül gezelim helv’alayına Ol helvalar da diĢe kolayına Her akĢâmı da pirinç pilavına Kahvaltıda ballı kaymak isterim

127 4.4 Kahvehaneler

Kahvehaneler günümüzde olduğu gibi Osmanlı döneminde de büyük rağbet görmüĢtür. Ġmparatorluğun her tarafında yaygın olan bu eğlence mekanı ile ilgili olarak D‟ohsson Ģunları ifade etmektedir:

Osmanlı Ġmparatorluğunun her tarafında yaygındır. “Hemen her taraftaki sokaklarda, caddelerde kahvehânelere raslamak mümkündür. Bunların çoğu köĢk tarzında inĢa edilmiĢtir ve daima güzel manzaralı, câzip yerlerde yapılırlar. Kır yerlerinde büyük ağaçların, yahut asma çardaklarının altında olur, tahta kanepelerle donatılır. Her yerdeki kahveler, günün her saatinde müĢterilerin uğrak yeridir. ġehirlerde, iĢsiz kimseler, dama yahut satranç oynayarak, yahut sohbet ederek buralarda tütün içer ve saatlerce vakit geçirirler.” (t.y.: 58)

Osmanlı ülkesindeki (Mısır, Suriye ve Ġstanbul baĢta olmak üzere) eğlence merkezi olan kahvelerde dama, satranç ve tavla gibi oyunlar oynanırdı. Ayrıca kahvehane sahipleri müĢteri çekmek için meddahlarla da anlaĢırlardı. Bu, özellikle Ramazan aylarında görülen bir durumdu. Kahve sahnelerinde kukla gösterileri de eğlence olarak yer almaktaydı. Ayrıca Karagöz tarzı gölge oyunu ile cambaz ve hokkabazların sunduğu hareketler gibi gösterici çeĢitleri de mevcuttu. (Hattox, 1998: 91-94)7

Hattox, manevi yönleri zayıf olan bazı insanların kahvede sohbet ve dostluğa dönük bir uyarıcı bulduklarını ve bunun sonucunda kahvehanelerin doğduğunu belirtir. Ayrıca 15 ve 16. yüzyıllara kadar bilinmeyen kahvenin içecek olarak hazırlanması ve satılması çerçevesinde kahvehanelerin varlıklarını gösterdiklerini kaydeder. Kahve gibi kahvehanenin de Arap kökenli bir kurum olduğunu, Türklerin 16. yüzyılın sonundan itibaren hem içeceği, hem de kurumu benimsediklerini ve zaman zaman bunların yasaklandığını dile getirir. (1998)

Ġstanbul‟da ilk kahvehanelerin 1555 yılında açılmıĢ olduğu çeĢitli kaynaklarda belirtilmektedir. Eğlence mekânı olarak kısa sürede ilgi görmüĢ ve hızla yayılmıĢtır. Bazı Ģeyhülislamların (Ebussuut Efendi gibi) kahveyi yasaklayıcı fetvalarına rağmen ülkede yayılması önlenememiĢtir. 1592 yılında Ġstanbul‟da her sokak baĢında

7

Hattox bu bilgileri Ģu kaynaklardan aktarmıĢtır: Russell, Alexander, The Natural History of

Aleppo.Londra,1756, s.91; D‟Ohsson, Mouradgea, Tableau general de l‟empire othoman, 7 Cilt, Paris, 1788/1824, s.78-81.

128

kahvehane görülür. Kıssahanlar ve çengiler de burada hüner sergilerlerdi. (Birsel, 1983:10-11)

Kahvehanelerden önce insanlar, bazı durumlarda bir araya gelmek için kutsal mekânları kullanmıĢlardır. Fakat bu mekânlar rahatça hareket etmeye bir sınır getirmiĢtir. Oysa kahvehaneler iletiĢimde fizikî engelleri ortadan kaldırmıĢtır. (Sami, 2010: 160) Ekrem IĢınise, kahvehanelerle ilgili Ģu önemli tespiti yapmaktadır:

“Sohbet mekânı olan kahvehanelerde dinsel kurallardan ziyade toplumsal görenekler geçerliydi. Burada geliĢen sözlü kültür, bilginin ve adabın aktarılmasını sağlıyordu. Dinsel kurallar ağırlığını yitirdikçe, kahvehaneler sıradan insanlara monoloğun tek taraflı yönlendirmesinin ötesine geçip diyalogun sağladığı pek çok avantajdan yararlanma imkânı tanıdı.” (2006: 235)

Kahvehaneleri iĢleten kimselere kahveci adı verilir. Kütahyalı ÂĢık Sırrı “Kahveci Destanı”nda kahvecileri övmekte ve buralarda insanların mutlu olduklarını Ģöyle dile getirmektedir:

Ketmetmez ekmeği yedirir bütün Yemen kahvesiyle kokulu tütün DüĢünce gediğin ol alır satın Söylenir âlemde, yapısı vardır Her gelene el göğüste kılınur Ġzzet nerde, safâ anda bulunur YahĢî adam hizmetinden bilinür Dâim keyf bağıĢlar tâbîsi vardır

Kütahyalı ÂĢık Sırrı (Köprülü, 1962: 499)

Kahvecilik aynı zamanda bir meslektir. ÂĢık Kâmil, kahveci olduğunda hiç müĢterisi gelmediğini ve yaptığı Ģerbetin ekĢidiğini dile getirmiĢtir. Bu mısralardan hareketle Osmanlı döneminde kahvehanelerde kahvenin yanında Ģerbetin de yapıldığı görülmektedir:

Meyzin oldum, ezan vakti olmadı Bağıra bağıra sesim kalmadı

Kahvec(i) oldum, hiç müĢteri gelmedi

ġerbetim ekĢidi, döktüm kokarken

ÂĢık Kâmil (Köprülü, 1962: 461)

Erzurumlu Emrah, kahvehaneyi sevgiliden ayrılan bir kiĢinin mekanı olarak görmekte ve ayrılık zamanı ona çok uzun bir zaman gibi görünmektedir:

129 O nazlı cânâna uğrarsa yollar Bize mesken oldu kahveler hanlar Yârin meclisinde oturan canlar Hesap etsin yıllar beĢ midir nedir

Erzurumlu Emrah (Ural, 1984: 132)

Kahvehanelerin tütünün yaygınlaĢmasında önemli rol üstlendiğini söylemek mümkündür. Naima tütünün Ġslâm dünyasına 1606‟da Frenk ülkesinden geldiğini, Peçevi ise 1600 yılında Ġngilizler tarafından getirildiğini ileri sürer. (Birsel, 1983:14) D‟ohsson ise tütünün Ġstanbul‟da tanınmasının 1605 yılında I. Ahmet‟in hükümdarlığı zamanında gerçekleĢtiğini ifade eder (t.y.: 61). Birbirine çok yakın olarak zikredilen bu tarihlerden hareketle, tütünün 17. yüzyıl baĢlarında Osmanlı ülkesinde görüldüğünü ve zamanla yaygınlaĢtığını söylemek mümkündür.

Tiryaki; afyon, tütün ve kahve gibi keyif verici maddelere alıĢmıĢ olan kimsedir. Abdülaziz Bey, tiryaki ile ilgili olarak Ģunları belirtmektedir:

“Osmanlıca‟da müptela manasına tiryaki kullanılırdı. Keyif vericilere alıĢanlara “afyon tiryakisi”, “enfiye tiryakisi”, “tütün tiryakisi” derken söz konusu keyif vericilerden birine müptela olduğu kastedilirdi. Ġçkiye müptela olanlara ise bekrî denir.” (2002: 325)

Yukarıdaki açıklamalarımıza uygun olarak ÂĢık Ömer, tiryaki kelimesini afyon bağımlısı olarak Ģu dörtlüğünde dile getirmektedir:

Tiryakiye afyon beğlere câm

Tatara boza Gürcüye ikdam Gemiye yelken reise eyyam Payzene kürek ne güzel uymuĢ

ÂĢık Ömer (Ergun, t.y.: 48)

Bir Ģiirinde tütün tiryakilerini eleĢtiren Ruhsatî, tütünün bulunduğu tabakadan gözlerini ayıramadıklarını Ģöyle dile getirmektedir:

Bir destan söylesem tiryakilere Aceb tiryakiler darılır m‟ola Kızıl üzüm olsa koysam beline Gözü tabakadan ayrılır m‟ola

130 4.5 Musiki Aletleri

Musiki, insanların dinlenmesini ve eğlenmesini sağlayan sanatsal etkinliktir. Günümüzde olduğu gibi Osmanlı döneminde de musikiye önem verilmiĢtir. Tuncer Baykara, musikinin insanı çok yönlü ve güçlü bir Ģekilde etkilediğini belirtip askeri teĢkilatın ayrılmaz bir parçası olduğunu dile getirir. Özellikle davul ve tabl‟ın eski