• Sonuç bulunamadı

Bu başlık altında önce Zerkâ’nın günümüz meselelerini ele alırken izlenmesi gerektiğini belirttiği yöntem hakkındaki görüşlerine yer verilecek daha sonra da günümüz meseleleriyle ilgili iki fıkhî olay üzerinde durulacaktır. Bunlardan birincisi İslâm hukukuyla ilgili kaynaklarda tartışılmayan ve Zerkâ’nın benzerinin de bulunmadığını belirttiği hac veya umreye uçakla gidenlerin nerede ihrama girecekleri meselesidir. İkincisi de kaynaklarda zikredilmeyen fakat Zerkâ’nın buna benzer akidlerin bulunduğunu belirttiği sigorta akdidir.

Günümüz meselelerini kendilerine has özel şartlardan soyutlayarak, herhangi bir mezhepten hareketle veya daha önce bizde mevcut olan bakış açısına göre ele alıp çözüme kavuşturmamız uygun olmaz. Bu çözümler ister meselelerin tabiat ve durumlarına uygun olsun isterse olmasın fark etmez. Bu şekildeki bir çözüm mükellefleri bu müsamahakar dinin temel kaynakları olan Ku’ran ve sünnetin kat‘î naslarının yasakladığı güçlük ve meşakkate götürebilir.278

İslâm hukukuyla ilgili günümüz meseleleri bağımsız bir fıkhî bakış açısıyla ele alınmalıdır. Bu meseleleri inceleyen kişi, farkında olmadan etkilenebileceği mezhebî bilgilerle önceki görüşlerden kendini soyutlayıp konuyla ilgili nasları ve delilleri ilk defa görüyormuş gibi davranmalıdır. Bu durumdaki kişinin nasları iyice incelemesi, onları indirildikleri dönemdeki dil ve belağat usulüne uygun olarak anlaması icap eder. Diğer bir önemli nokta da kat’î naslardan elde edilen, dinin maksatlarının göz önünde bulundurulmasıdır. Önceki görüşlerimize uysun ya da uymasın şayet biz nasları doğru bir şekilde anlamak ve yeni meseleleri sağlıklı bir çözüme kavuşturmak istiyorsak, nasların dinin maksatlarıyla irtibatına önem vermemiz gerekir. Önceki bir düşünce ve görüşe bilinçsizce bağlanmak, sağlam bir görüşe sahip olmaya ve meseleyi bütün yönleriyle kavramaya mani olabilir.279

Bu konuda birinci fıkhî olay, uçakla hac veya umreye gidenlerin nerede ihrama girecekleri meselesidir. O günümüz meselelerinin en önemlilerinden ve uygun dinî hüküm bulunmasına en fazla ihtiyaç duyulan bir meseledir.280

Kırk yıldan daha uzun süreden beri hac veya umreye uçakla giden insanlar, birbirlerine ve

İslâm hukuk bilginlerine nerede ihrama gireceklerini soruyorlar. Çünkü Kâbe’yi ziyaret etmek isteyen kişi oraya ancak ihram elbiselerini giyerek girebilir. Hz. Peygamber farklı yerlerden hac ve umre yapmak için gelenlerin ihrama girecekleri yerleri belirlerken bu modern araç bilinmiyordu.

278 Zerkâ’, el-Aklü ve’l-fıkhü fî fehmi’l-hadîsi’n-Nebevî, s. 105-106;a.mlf.,el-Fetâvâ, s. 181. 279 Zerkâ’, a.g.e., s. 106; a.mlf., el-Fetâvâ, s. 181-182.

280

Diğer taraftan Kâbe’nin konumuna saygıdan dolayı da hiç kimsenin mîkat yerlerini ihramsız olarak geçmeleri de caiz değildir. İhram elbisesini giyen kişi, sadece sözle değil fiilî olarak da normal hayattaki dünya nimetlerinden ve zevklerinden uzaklaşarak ahirette rabbinin huzuruna çıkacağı zamandaki durumun dünyada iken bir nevi provasını yapmaktadır. 281

Önceki hadis ve fıkıh âlimleri arasında ihrama girme yerlerinin Resulüllah’ın belirlediği şu dört yer olduğu hususunda ihtilâf yoktur:

1-Zülhuleyfe: Hac ve umre yapmak isteyen Medine halkının mîkât yeri. 2-Cuhfe: Şam’dan gelenlerin mîkât yeri.

3-Karnülmenâzil: Doğudan gelen Necidliler’in mîkât yeri. 4-Yelemlem: Güneyden gelen Yemenliler’in mîkât yeri.282

İbn Abbas: “Hz. Peygamber Medine halkı için Zülhuleyfe’yi, Şam halkı için Cuhfe’yi, Necd

halkı için Karnülmenâzil’i, Yemen halkı için Yelemlem’i ihrama girme yeri olarak belirledi. Bu yerler aynı zamanda buranın halkı olmayıp da, hac veya umreye bu yönlerden gelenlerin de mîkât yeridir. Bu mîkât yerleri ile Mekke arasında olanlar ise bulundukları yerde ihrama girerler. Mekkeliler de Mekke’de ihrama girerler.” demiştir.283

Açıktır ki, mîkât yerleriyle ilgili bu hadis yalnızca mîkât yerlerinde oturanlar ile oradan geçenleri kapsamaktadır. Fiilen bu yerlerden birinden geçmeyenler ile ihrama girme yerlerinin yakınından geçenler hakkında hadiste herhangi bir ifade bulunmamaktadır. Mîkât hızasından geçenleri mîkât yerlerinden geçenlerin hükmüne dahil etmek ictihadla belirlenmiştir. Hadis imamlarının rivayetlerine göre Irak fethedildikten sonra Zâtüırk, Karnülmenâzil hizasında bulunduğundan Hz. Ömer’in ictihadıyla Iraklılar için mîkât yeri olarak belirlenmiştir. Buhârî, Abdullah b. Ömer’den şu rivayeti nakletmiştir. Hz. Ömer zamanında Basra ve Kûfe şehirleri kurulunca buraların ahalisi Ömer b. Hattab’a gelerek : “Ey Mü’minlerin Emîri! Hz. Peygamber

Necidliler için Karnülmenâzil’i mîkât yeri olarak belirledi. Burası bize sapa düşer. Eğer Mekke’ye Karnülmenâzil’den gelirsek bu bizim için meşakkatli olur.” dediler. Bunun üzerine Hz. Ömer:

“Öyleyse yolunuzun üzerinde Karnülmenâzil hizasında bir yere bakın” dedi. Ravi diyor ki: “Daha

sonra Hz. Ömer Zâtüırk’ı onlar için mîkât yeri olarak belirledi.” 284

Bazı âlimler, Zâtüırk’ın doğudan gelenler için mîkât yeri tayin edilmesinin Hz. Ömer’in ictihadıyla değil Hz. Peygamberin hadisleriyle sabit olduğunu söyleyip bu konuda bazı hadisleri delil getirirler. Fakat hadisçilerin büyük çoğunluğu bu konudaki hadislerin zayıf olduğunu ve delil

281 Zerkâ’, el-Aklü ve’l-fıkhü fî fehmi’l-hadîsi’n-Nebevî , s. 99; a.mlf., el-Fetâvâ, s. 177-178. 282 Zerkâ’, el-Aklü ve’l-fıkhü fî fehmi’l-hadîsi’n-Nebevî, s.101; a.mlf., el-Fetâvâ, s. 178. 283 Buhâri, “Hac”, 7,9,11; Müslim, “Hac”, 11-12; Ebû Dâvud, “Menâsik”, 8.

284

olamayacağını söylemektedirler. Onlara göre doğru olan Zâtüırk’ın Hz. Ömer’in ictihadıyla mîkât yeri olarak belirlendiğidir. Hz. Ömer bu konuda ictihad ederken Hz. Peygamber’in belirlediği Karnülmenâzil hizasında o yöre halkına en yakın yeri esas aldı.285

Yapılan bu açıklamalara göre Hz.Peygamber sadece Arap Yarımadası’nın üç tarafından kara yoluyla gelenler için mîkât yeri belirlemiştir. Bunlar kuzey, doğu ve güney yönleridir. Zira bu yönler o zaman hac veya umre yapacak müslümanların gelebilecekleri yerlerdi. Hz. Peygamber kuzeyden gelenler için iki mîkât yeri belirledi. Biri Medineliler için Zülhuleyfe, diğeri de Şamlılar için Cuhfe’dir. Çünkü Hicazlılar yazın ticaret amacıyla Şam’a gidiyorlar ve hac veya umre yapmak amacıyla Şam’dan geri dönüyorlardı. O zaman bunlar ya Yesrip yoluyla gelip oranın halkının mîkât yerlerine uyuyorlar ya da başka bir yoldan gelip oraya uğramıyorlardı. Bu sebeple Mekke’ye yakın olan Cuhfe onlara mîkât yeri olarak belirlendi. 286

Hz. Peygamber döneminde Kızıldeniz tarafından hac ve umre yapmak üzere gelen olmadığı için O deniz yoluyla geleceklere mîkât yeri tayin etmedi. Böylece bunun hükmü gelecekte yapılacak ictihada kaldı. Fukahaya göre belirlenmiş mîkât yerlerinden birinden geçmeyip iki makat yeri arasında bir yerden hac ve umreye giden kişi bu iki mîkât yerinden hangisinin hizasına daha yakınsa orada ihrama girer. Bunu bilemezse Hanefilerin görüşüne uyarak Mekke’den iki konaklama mesafesi kadar uzak olan bir yerde ihrama girer. Çünkü bu uzaklıktaki yer önceden belirlenmiş mîkât yerlerinin Mekke’ye en yakın olanın uzaklığı kadardır. Yapılan bu açıklamalara göre Hz. Peygamber ihrama girme yerlerinin bir kısmını nasla belirlemiş, bazısını ise İslâm ulemâsının ictihadına bırakmıştır.287

Mîkât yerlerini belirleyen ve sahih hadis kitaplarında varid olan İbn Abbas hadisi bu konuda tek nastır. Hac ve umre için uçakla Mekke’ye gelenler mîkât yerlerinin üzerinden geçseler bile, konuyla ilgili hadis hava yolunu kapsamadığı için hava yoluyla gelenlerin önceden ihrama girmeleri gerekmez. Hz. Ömer’in önceden belirlenen mîkât yerlerinin hizasından geçenleri o yerlerin hükmüne tabi kıldığı gibi bizim de uçakla gelenlere aynı hükmü uygulamamız mümkün değildir.288 Çünkü mîkât yerleriyle ilgili hadisten anlaşılan bu hadisin sadece o zaman bilinen yollar hakkında olduğudur. Bu yollar da Arap yarımadasının çeşitli bölgelerinden hac ve umre maksadıyla gelenlerin geçebilecekleri kara yollarıdır. Hz. Peygamber mîkât yerlerini belirlerken buraları fiilen buralardan geçenlere tahsis etti. Bununla ilgili olarak da şöyle buyurdu: “Bu yerler

buralarda oturan ve oturmayıp da buralardan geçenler için ihrama girme yerleridir.” Hadiste

285el-Aklü ve’l-fıkhü fî fehmi’l-hadîsi’n-Nebevî, s. 103 ; a.mlf., el-Fetâvâ, s. 179. 286 Zerkâ’, a.g.e., s. 103-104 ;a.mlf., el-Fetâvâ, s. 179.

287 Zerkâ’ a.g.e., s. 105; a.mlf., el-Fetâvâ, s. 179-180. 288

geçen “buralardan geçenler” sözünü duyan kişi sadece kara yoluyla geçmeyi anlar. İhrama girecek olan kişiler mîkât yerlerinde ikamet edenler ise onların bu yerlerde ihrama girmeleri gerekir. Dışarıdan gelip yolu buradan geçenler ihrama girme yönünden buranın halkı gibidirler. Günümüzdeki gibi hava yoluyla mîkât yerlerinin üzerinden geçmek, ana dilleri Arapça olan ve kendilerine bu dille hitap edilen hiçbir sahâbînin aklına gelmemiştir. Bu nedenle Hz. Peygamberin mîkât yerlerini belirlemesine hava yolunun da dahil olduğunu düşünmek imkansızdır.289

Hz. Peygamber kara yoluyla gidenler için ihrama girme yerlerini belirlerken bugün yolculuk yaptığımız uçaklar mevcut olsalardı, mîkât yerlerinin üzerinden geçmek adı geçen hadisin kapsamına girerdi. Çünkü kişiyi mîkât yerlerinde oturanlar ile aynı konuma getiren bu yerlerden gelip geçme hadisi , açıklama yöntemi açısından değerlendirilirse bunun sadece fiilen bu yerlerden geçenler için olduğu anlaşılır. Nassın geldiği dili konuşanların hadisten anladığı da budur. Bu dili konuşanların anladığı husus, konuyla ilgili nassın anlaşılmasında göz önünde bulundurulması gereken büyük öneme sahip bir esastır.290

Arap kökenli olsun veya olmasın, dinî ilimler alanında ilk neslin ardından gelen bütün mülümanlara gereken, Ku’ran naslarıyla Hz. Peygamber’in Sünnet’ini, vahye muhatap olan ve ana dilleri Arapça olan ilk neslin aşina olup bildiği dil üslup ve yöntemine uygun olarak onların anladığı gibi anlamaktır. Bu durumda Ku’an ve Sünnet’in kendilerine hitap ettiği sahâbenin, Hz. Peygamber’in belirlediği bu mîkât yerlerinin ileride insanların icat edeceği uçakla buraların üstünde uçtuğunda veya bu yerlerin hizasından geçtiğinde, hava yoluyla Mekke’ye gelenleri de kapsadığını anlamaları mümkündür, diye hiç kimse iddia edemez. Daha önce açıklandığı gibi bu hadis tayin edilen mîkât yerlerinde ikamet edenlerle bu yerlerin birinden fiilen geçenlere mahsustur. İhrama girme yerlerinden birinin hizasından geçenleri de buralarda oturanlara dahil etmek Hz. Ömer’in ictihadıdır.291 Fakat Hz. Ömer’in kıyas yoluyla yaptığı yeni mîkât tayiniyle ilgili ictihadı karaya aittir ve onu karaya ait oluşunun dışına çıkarmak uygun değildir. Çünkü Hz. Peygamber’in belirlediği ihrama girme yerlerinden, vahye muhatap olan ilk nesil buralarda oturan ve bu yerlerden geçen kimselerin dışında başka bir şeyi kapsadığını anlamamışlardır. Bu da mîkât yerlerinden bizzat toprağa basarak geçmekle olur. Bu nedenle onlardan hiçbirinin bu yerlerden birinden uçakla geçmeyi düşünmesi mümkün değildir.292

Yapılan bu açıklamalara göre Hz. Peygamber tarafından belirlenen bu mîkât yerleri, uçak havada bulunduğu sürece, günümüzde hac veya umreye hava yoluyla gelenlere şamil değildir.

289 Zerkâ’, a.g.e., s. 107-108; a.mlf., el-Fetâvâ, s. 182. 290 Zerkâ’, a.g.e., s. 108 ; a.mlf., el-Fetâvâ, s. 182.

291 Zerkâ’, el-Aklü ve’l-fıkhü fî fehmi’l-hadîsi’n-Nebevî, s. 112-113 ; a.mlf., el-Fetâvâ, s. 186. 292

Hava yoluyla geliş, nassın temas etmediği bir husustur. Çünkü o devirde uçakla yolculuk yapmayı tasavvur etmek imkansızdı. Nitekim konuyla ilgili hadis, o dönemde Afrika ve Mısır’dan hacca gelecek Müslüman olmadığı için bu yörelerin mîkât yerlerine de temas etmemişti. Yukarıda açıkladığımız gibi hava yoluyla gelmek belirlenen mîkât yerleri kapsamına girmediğine göre, bu yüzyılda icat edilen araçlarla hac veya umreye gelenlerin durumu bu konuda yapılacak ictihadla belirlenecektir. Hakkında nas olmayan diğer günümüz meselelerinin ictihadla çözümlendiği gibi. Bu konudaki meşakkati ortadan kaldırmak için meseleye dinin temel kuraları ve ana gayeleri ışığında ictihadla çözüm bulunmalıdır.293

Bana göre bu konuda uygun çözüm şu şekilde olmalıdır: Günümüzde Mekke’ye hac veya umre yapmak için uçakla gelenler uçaktan inip kara yoluyla gittikten sonra girdikleri yerleşim biriminde ihrama girmelidirler. Şayet uçak onları mîkât yerlerinin dışında bir yere indirirse, bu takdirde onların ihrama girme yerleri buradan sonra geçecekleri mîkât yeridir. Belirlenen mîkât yerlerinden birine uğramayacaklarsa, bunların ihrama girme yerleri farklı bölgelerden gelenler için belirlenmiş olan mîkât yerlerinin hizasına düşen yerdir. Uçağın indiği yer mîkât yeri ile harem-i

şerif arasında bir yer olursa o takdirde ihrama girme yeri bizzat bu yerin kendisi olur. Bu durumda hava yoluyla gelen kişi burada ikamet edenlerden biri gibi olur ve bu yöreyi ihramsız geçmesi caiz olmaz. 294

Günümüzde hac veya umre yapmak üzere gelenlerin indiği hava alanı Cidde’dedir. Burası mîkât yerlerinin bir kısmının içine düşmektedir. Hava yoluyla adı geçen ibadetler için Cidde’ye gelenler, ihrama burada girmelidirler. Burayı ihram elbiselerini giymeden geçmeleri caiz olmaz. Çünkü bunlar Cidde’de ikamet edenler gibi oldular. Bu sebeple onların ihrama girdikleri yerde ihrama girerler. Sonradan Hac veya umreye gelenlerin indiği hava alanı Mekke’ye taşınırsa, hava yoluyla gelenler Mekkeliler gibi olurlar ve onların ihrama girdikleri yerde ihrama girerler. Sonuç olarak uçakla gelenler, nereden gelirlerse gelsinler, uçakları mîkât yerlerinden başka bir yere iner sonra da kara yoluyla Mekke’ye giderlerse ihram konusunda uçaktan indikleri yörede oturanların hükmüne tabi olurlar.295

Uçak mîkât yerlerinden birinin üzerine veya hizasına gelince hac veya umre yapacak kişinin uçak havada iken uçakta ihrama girmesi gerektiğine inananların bu görüşlerinin şer’î bir delili olduğu kanaatinde değilim. Bu görüş karadaki mîkât yerlerini belirleyen hadisin hava yoluyla gelenleri de kapsadığı düşüncesine dayanmaktadır. Bana göre adı geçen görüş, nasların fıkhî açıdan anlaşılması konusunda isabetli bir görüş değildir. Buna ilaveten genel olarak uçaklara

293 Zerkâ’, a.g.e., s. 114-116 ; a.mlf., el-Fetâvâ, s. 187-188.

294 Zerkâ’, el-Aklü ve’l-fıkh fî fehmi’l-hadîsi’n-Nebevî, s. 115-116 ; Zerkâ’, el-Fetâvâ, s. 188. 295

bakıldığında, zikredilen görüşle amel etmek onu uygulayanlara özür derecesinde bir sıkıntı ve meşakkat verir. Özellikle uçaklardaki seyahat kalitesi ve ticari sebeplerle onlardaki dar koltuklar yüzünden yolcular kazığın oduna çakıldığı gibi koltuklarına çakılmakta, dikişli elbiselerini çıkarıp ihram giymek bir yana yemek yemek için bile hareket etmekte zorlanmaktadırlar. Bu durumdaki bir kişi ihramın sünnetine uymak için nerede boy abdesti alıp namaz kılacak? 296

Bundan daha garip olan görüş, bu sıkıntıdan kurtulmak için kişi uçakta ihram elbiselerini giyer, uçaktan indikten sonra bunları çıkarıp ceza kurbanı keser, şeklindeki görüştür. Bu hikmetli ve müsamahakar din, bir müslümana ne zaman yapılması son derece güç veya imkansız bir sorumluluk yüklüyor? Mükellef önce dine aykırı bir davranış sergileyecek daha sonra da onu telafi etmek için bir bedel ödeyecek. Hikmetli din böyle yükümlülükler getirmekten münezzehtir. Bu son görüşten daha garibi, uçakla hac veya umreye giden kişinin uçağa binmeden önce evinde ihram elbiselerini giymeleri gerektiğini savunanların görüşüdür. Bunu savunanlar hava sıcaklığının sıfırın altında elli derece olduğu Moskova ve Sibiryadan kışın hac veya umreye gidenler hakkında ne diyecekler? Gördüğüm delile dayanarak benim ulaştığım çözüm yukarıda zikrettiğimdir. Ulaşım ve seyahat vasıtaları ne kadar çeşitli ve gelişmiş olursa olsun bu çözüm onlara uyum sağlayacaktır.297

İkinci fıkhî olay sigorta akdidir. Sigorta akdi yeni bir akittir. Sigorta sistemi de önceki İslâm hukuk bilginleri zamanında uygulanan bir sistem değildir. Bu sebeple İslâm hukukuyla ilgili kaynaklarda bununla ilgili bir nas ve biri dışında, önceki fakihlerimizin bu konuda bir görüşü mevcut değildir. 298

Bu konudan bahseden tek fakih müteahhir fıkıhçılarımızdan İbn Abidin’dir. O bu konuda

İmam Muhammed’in Siyer’inin şerhinden müste’menler hakkında olan şu ifadeyi naklediyor:

“İslâm ülkesinde müslümanlar, müste’men olan yabancı ticaret temsilcileriyle sadece Müslümanlar ile aralarında yapmaları caiz olan akidleri yapabilirler. Adet olsa bile müste’menden, hukuken borçlu olmadığı bir şeyi almak caiz olmaz.” 299 Bundan sonra o, adete

göre tacirler düşman ülkesi vatandaşından bir evi kiralayıp kira ücretini, ona ödedikleri gibi bu kişiye belirli miktarda bir para daha ödüyorlardı ki bunu sigorta olarak adlandırıyorlar. Bu adam, gemiye yüklenen mal yangın, batma, yağma gibi bir sebeple zarar görürse aldığı para karşılığında zararı tazmin ediyor. Bu adamın İslâm ülkesinin sahil beldelerinde devletin izniyle müste’men olarak ikamet eden ve ticaret erbabından sigortanın taksitlerini alan bir temsilcisi bulunuyor.

296 Zerkâ’, a.g.e., s. 116-117. ; a.mlf., el-Fetâvâ, s. 189. 297 Zerkâ’, a.g.e., s. 117-118.

298 Zerkâ’, Nizâmü’t-te’mîn, s. 22; a.mlf., el-Fetâvâ, s. 404. 299

Denizde tacirlerin malı helak olduğunda bu temsilci bedelin tamamını ödüyor. Buna göre tacirin helak olan malın bedelini alması helal değildir. Çünkü bu borçlu olmadığı bir şeyi borçlanmak gibidir. 300

Ben aşağıda açıklayacağım sebeplerden dolayı İbn Abidin’den farklı düşünüyorum. Bana göre meselenin Hanefî fakihlerin kefalet bölümünde ele aldıkları yol tehlikesi tazminatı çerçevesinde ele alınması gerekir. Çünkü adı geçen mezhebin fıkıh kitaplarında geçen yol tehlikesi tazminatı meselesinde, günümüzde karşılaştığımız sigorta konusuna büyük bir benzerlik vardır.

İbn Abidin de adı geçen meseleyi kitabının kefalet bölümünde zikrederek caiz olduğunu söylüyor. Buna göre bir kişi diğerine: “Bu yoldan git, çünkü bu yol güvenlidir. Şayet orada malın elinden

alınırsa ben tazmin ederim.” der de, bu yoldan giden kişinin malı zarar görürse söz veren kişi o

zararı öder. Yol tehlikesi tazminatının caiz olmasında sigorta için yeterli delil vardır. Fakihler bunu, ödemeye söz verip yanıltarak tehlikeye maruz bırakmasından dolayı, yanıltanın zarar görene ödeme yapması gerektiği şeklinde açıklasalar da bu isabetli bir görüş değildir. Çünkü fakihlerin uygulamaları bu görüşlerine aykırıdır. Onlar, bina yapmak için belirli bir süreye kadar bir araziyi iâre olarak veren muîr, bu süre dolmadan âriyetten rûcu‘ ederse müsteîre tazminat ödemesi gerekir,

şeklinde görüş belirtmişlerdir. Halbuki iâre ivazlı akidlerden değil emanet akidlerindendir. Tazminat ödemesinin gerekçesi de müîrin müsteîri yanıltmasıdır. 301

Diğer taraftan muvâlât akdinde de sigorta akdine benzeyen yönler vardır. Hanefî fakihleri muvâlât akdi ve mirasta onun doğurduğu sonuçların caiz olduğu hususunda görüş birliğine varmışlardır. Muvâlât akdi nesebi meçhul bir şahsın nesebi bilinen bir kişiye; “Sen benim velimsin.

Suç işlersem tazminatımı ödersin, ölürsem de vârisim olursun” şeklindeki sözüdür. Bu, İslâm

hukukuna göre sahih bir akiddir. Akid yapanlardan birincisi suç işlerse ikincisi onun malî tazminatını karşılar, ikinci şahıs ölürse birincisi ona mirasçı olur. Bu akidde gerçekleşmemiş, miktarı belirlenmemiş hak ve borçlar karşılanmaktadır. Bundan dolayı muvâlât akdinde sigorta akdinin ilke olarak doğru olduğuna delil vardır.302

Sigorta akdini İslâm hukukuna göre tam anlamıyla ve bütün yönleriyle ilk araştıranın kendisi olduğunu belirten Zerkâ’ bu araştırmasını 1961 yılında bir risale olarak yayımladığını ifade etmektedir.303 Bununla birlikte sigorta akdi yeni bir akiddir. Onu fıkhî kaideler ve maslahat çerçevesinde tetkik etmeliyiz. Hicri beşinci (milâdi 11.) yüzyılda ortaya çıkan bey‘ bi’l-vefâ konusunda fukahanın dayandığı tek delil maslahattı. Onlar, Buhârâ’da uzun süre onun caiz

300 Zerkâ’, a.g.e., s. 24.

301Zerkâ’, el-Medhâl, I, 560; a.mlf, Nizâmü’t-te’mîn, s. 25; a.mlf., el-Fetâvâ, s. 404. 302 Zerkâ’, a.g.e., I, 559 ; a.mlf., el-Fetâvâ, s. 405.

303

olmadığı hususunda fetva verdikten sonra, özelliklerini birçok akidden alarak bey‘ bi’l-vefâyı sahih gördüler. Çünkü önceleri ona ya sadece rehin ya da satım akdi açısından bakıyorlardı. Günümüzde sigorta akdi ticari hayat için zaruridir. Zira o bütün dünyaya yayılmıştır. Ulaşım araçlarının hızlanmasıyla birlikte riskler de artmıştır. Kanunlara göre genellikle mal sahibi, canlıları korumak için ihmalkar şoförün yaptığı hataların sonucuna katlanmaktadır. Diğer taraftan günümüzde ulaşım araçlarını kullanmamak imkansızdır. Buna ek olarak bazen bu tehlikeler insanın büyük bir servete sahip olmasını gerektirir. Bütün bunlar ticarî işlemlerde ve kazalarda sigorta akdini bir güvence haline getirmektedir. Sigorta akdinde zarar, sigorta şirketine ödeme yapanların tamamı tarafından karşılanmakta, kazaya uğrayan kişi, başına bir şey gelmemiş gibi kendi ayakları üzerinde durabilmektedir. Özünde faiz içermeyen, aksine belirli bir bedel