• Sonuç bulunamadı

Paris VIII. Üniversitesi Profesörü Patrice Pavis (1996) ise Gösterimlerin Çözümlenmesi adlı kitabında sahnelemeyi izleyici ekseninde incelemiş; izleyicinin

VII. A. Göstergebilim Nedir?

“Dramatik gösteri, birçok ‘gönderici’den çıkan sayısız ‘mesajlar’ı ve çok sayıda tek göstergeleri, anlam üreticileri ve anlam üreten yapıları kapsar. Bunlar, sonunda her seyirci için ‘mesaj’a dönüşür ya da çeşitli düzeylerde birer ‘anlam’ taşıyıcısı olur. Ancak ‘mesaj’ın ya da ‘anlam’ın tek kaynağını bulmak çok zor olduğundan, dramatik gösteriyi ‘mesaj’ın tek

‘iletişim eylem’i olarak ele almak yerine, izleyicinin tanık olduğu bir ‘olay’ olarak kabul etmek daha doğru olur.”

Martin Esslin

VII. A. Göstergebilim Nedir?

Toplumsal yaşamın tüm alanlarını kapsamına alan göstergebilim, toplumsal ve iletişimsel özelliğinin ön planda olması nedeniyle önem taşır. Batı dillerinde semiyoloji veya semiotik olarak da bilinen göstergebilim, kısaca, göstergeleri bilimsel bir yolla inceleyen ve betimleyen; aynı zamanda anlamsal üretim olgusunu araştıran ve yeniden yapılandıran bir bilim dalı olarak tanımlanır (Rifat, 1992, 8–9).

XX. yüzyılda göstergebilimin öncülerinden biri olan Ferdinand de Saussure, göstergebilimi en önemli iletişim aracı olarak gördüğü dil üzerinden, sosyal yaşantı çevresinde göstergelerin yapısını inceleyen bilim dalı olarak tanımlar. Charles Peirce’e göre ise göstergebilim, dil ile sınırlandırılamaz; dil dışı göstergeler de göstergebilimin çalışma alanında yer alır. Dolayısıyla göstergebilim, anlamlandırma süreci olan uzun bir araştırmadır. Umberto Eco da iletişimin farklı alanlarındaki göstergelerle ilgilenen bir bilim dalı olması sebebiyle göstergebilimin sınırlarını

161 genişleterek tıp, hayvan ve insan davranışları, mimari gibi alanları da kapsayan bir göstergebilimsel alandan söz eder (Kocabay, 2008, 13). Fatma Erkman (1987, 10–

11), göstergebilime farklı bir yaklaşım getirerek göstergebilimi, kültürü iletişim açısından inceleyen bir bilim dalı olarak görür. Erkman’a göre göstergebilim, kültürün içinde yer alan her şeyi inceler; Kızılderililerin dumanla haberleşmelerini, modayı, yazıyı, matematik formüllerini, mimari ve dizayn üsluplarını, resmi, edebiyatı, şiiri, dili kapsayan geniş bir alana sahiptir. Bu nedenle, pek çok şeyin genel geçer özelliğinin olmasının yanı sıra, göstergebilimin kültürden de beslendiği unutulmamalıdır; çünkü göstergebilimi tanımlamaya çalışan yazarların, kültürden doğan farklılıklardan tam bir fikir birliğine ulaşılamadığı görülür.

Göstergebilim, adından da anlaşılacağı gibi göstergeleri ele alır. Bu nedenle

‘gösterge’ kavramı tanımlanmalı ve bir şeyin gösterge olabilmesi için gereken özelliklerin neler olduğu belirtilmelidir. Erkman (1987, 10), göstergeyi kendisi olmadığı hâlde, o şeyi çağrıştırarak iletişimi sağlayan araç olarak tanımlar.

Saussure’e göre ise gösterge, gösteren ve gösterilenin varlığıyla kurulur. Göstergenin olabilmesi gösteren ve gösterilene bağlıdır. Roland Barthes (2012, 44) ise gösterge kavramını tanımlamanın hiç de kolay olmadığını şu sözleriyle dile getirir:

“Tanrıbilimden hekimliğe kadar çok değişik sözcük dağarcıklarında kullanılan ve İncil’den sibernetiğe kadar tarihi çok zengin olan bu gösterge terimi, belirsiz bir terimdir... Gösterge, çeşitli yazarlarda bir dizi benzer ve ayrı terim arasında yer alır: Belirtke, belirti, görüntüsel gösterge, simge ve alegori terimleri ‘gösterge’ ile yarışan başlıca terimlerdir.”

162 Görüldüğü gibi gösterge kavramını belli görüşler çerçevesinde tanımlayan yazarlara rağmen kavramın belirsizlik taşıdığını da ifade edenler vardır. Dolayısıyla bu yaklaşım, göstergenin nasıl belirleneceği endişesini beraberinde getirir. Buradan hareketle, Erika Fischer–Lichte bir şeyin gösterge olarak tanımlanabilmesi için belli koşulların sağlanması gerektiğinin altını çizerek, göstergenin özelliklerini şöyle açıklar (Kocabay, 2008, 14):

1. “Bir gösterge, duyular tarafından algılanabilir olmalıdır.

2. Bir gösterge, bir şeye işaret etmeli ya da bir şeyi temsil etmeli, bir işlevi yerine getirmelidir; kendisinin dışında bir şeye işaret etmelidir ve bir ‘anlamı’ vardır.

3. Bir gösterge, her zaman birisi için gösterge olmalıdır –bir verici ve bir alıcı için– yani doğal dilller söz konusu olduğunda göstergeler, bir insana ya da söz konusu göstergeyi bir gösterge olarak değerlendirebilecek ve anlayacak bir grup insana gereksinim duymaktadır.

4. Bir gösterge, bir gösterge dizgesi içinde yer almalıdır.”

Bu özelliklerden de anlaşıldığı gibi göstergenin, mutlaka insanlar tarafından algılanması ve anlam yüklenmesi gerekir. Göstergenin bu özelliği de sanatlardaki alılmayanı yani insanı ön plana çıkarır. Ayrıca insana bir şey gösteren ve anlam ifade eden göstergeleri, bir bilim dalı olarak ele alan göstergebilimin nasıl ortaya çıktığını, günümüze kadar ulaşarak nasıl bilimsel bir nitelik kazandığını incelemek göstergebilimin önemini ve gelişimini anlamak açısından önemlidir.

Bugün, Türkçede ‘göstergebilim’ olarak bilinen semiyotik sözcüğü, Yunancadaki ‘semeiotike’ teriminden, ‘semiyoloji’ sözcüğü ise Yunanca ‘semeion’

(gösterge) ve ‘logia’ (kuram, söz) sözcüklerinin birleşiminden doğar. ‘Gösterge’ ya

163 da ‘belirti’ ve ‘işaret’ anlamına gelen Yunanca semeion sözcüğü, teknik ve felsefi bir terim olarak İ.Ö V. yüzyılda Yunanlı Hekim Hippokrates ve Felsefeci Parmenides tarafından ‘kanıt’, ‘belirti’ ve ‘semptom’ anlamına gelen ‘tekmiron’ ile eş anlamlı olarak kullanılır. Bir göstergeler öğretisi ise Stoacılarla birlikte özellikle mantık ve dil alanındaki tartışmalarda ortaya çıkar. Bu ilk kaynaklarda elde edilen veriler göstergebilimin filizleri olarak görülür ve ardından Batı düşünce tarihinde göstergeler öğretisi yerleşmeye başlar (Rifat, 1992, 17–18).

XVII. ve XVIII. yüzyıllarda Locke, Leibniz, Diderot, Condillac ve Lambert gibi feslefe düşünürleri genel bir dil ve anlam kuramı tasarlarken göstergeler ve anlam taşıyan biçimlerle ilgilenirler. İngiliz Felsefeci John Locke (1632–1704) İnsan Anlayışı Üstüne Bir Deneme (An Essay Concerning Human Understandig) (1690) adlı eserinde gösterge sorununa yer vererek göstergelerin ögretisi anlamında

‘semeiotike’ kavramını kullanır. Locke, göstergeler üzerine yazdıklarıyla döneminin öncü isimlerinden olur. Fransız Matematikçi Jean Henri Lambert (1728–1777) de, Lock’un fikirlerindne etkilenerek Lock’dan sonra göstergeler öğretisinin temsilcilerinden biri olarak kabul edilir. Lambert, yazılarında daha çok dilsel göstergeler üzerinde durur; ancak diğer gösterge türleri olan müzik, kareografi, arma, amblem ve törenlerden bahseder. Bir süre etkisini yitiren göstergeler öğretisi, Locke ve Lambert’in etkisiyle XIV. yüzyıl başlarında yeniden kullanılır (Rifat, 1992, 18–

20).

Çağdaş anlamdaki göstergebilim, XX. yüzyıl başlarında birbirinden habersiz üç ana kaynaktan beslenerek gelişir. ABD’de Charles Sanders Peirce (1839–1914),

164 İsviçre’de Ferdinand de Saussure (1857–1913) ve Doğu Avrupa’daki Rus Biçimciler, göstergebilimin kurucuları arasında yer alır. Felsefeci/mantıkçı olan Pierce,

‘göstergebilim’ (semiotik) terimini ilk kullananlardandır. Pierce, mantık ve göstergebilimin birbirine çok benzediğini; her iki alanın da soyutlama ve simgeleme edimlerini incelediğini savunur. Buradan hareketle Pierce’e göre göstergenin mantıksal işlevi önemlidir. Pierce göstergeleri, çeşitli niteliklerine göre sınırflandırarak göstergebilime en büyük katkıyı sağlar; bu sınıflandırma günümüzde de etkisini sürdürür. Çağdaş dilbilimin öncüsü sayılan Saussure, göstergebilimi her türlü iletişimi inceleyen, bütün toplum bilimlerini ve dilbilimi de kapsayan bir bilim dalı olarak ele alır. Saussure’ün gösterge anlayışı, dilbilim üzerine yaptığı çalışmalardan doğar. Bu çalışmalar, gösterge anlayışını ortaya koymakla birlikte, dilin bir dizge olduğu ve eşzamanlı bir kesit içinde incelenmesi gerektiğini belirterek iletişim dizgelerinin toplumsal yanını vurgular. Bu nedenle Saussure, göstegebilimi en kapsamlı toplumbilim olarak tasarlar. Biçimcilik akımı, dilbilim, edebiyat eleştirisi ve masalların incelenmesi gibi konuları ele alarak göstergebilim çalışmalarına farklı bir yaklaşım getirir. Biçimciler, bir bütündeki birimleri tek tek ve birbirinden bağımsız olarak ele almak yerine; birimleri, bir dizgenin ögeleri olarark görürler ve birimlerin, içinde yer aldıkları dizgede bulunan öteki ögelerle ilişkileri bağlamında anlam, değer ve işlev kazandıklarını savunurlar. Biçimcilik akımının önde gelenlerinden Rus Vladimir Proop (1895–1970), hiçbir birimin çevresinden soyutlanarak anlaşılamayacağını, çevrenin göstergeler üzerindeki önemini ortaya koyar (Erkman, 1987, 27–30).

165 Göstergebilimin tanımından ve gelişim sürecinden de anlaşıldığı üzere göstergebilimin temelleri, dilbilim çevresinde atılır ve göstergebilim, iletişimin olduğu her alanda etkisinini gösterir. Bu çalışmada, göstergebilime yer verilmesinin nedeni de tiyatronun güçlü bir iletişim aracı olmasıdır. Tiyatro; sahne, dekor, müzik, ışık, kostüm vb. gibi pek çok göstergeyi sanatsal bir yaklaşımla işleyerek seyirciye sunar. Dolayısıyla, kültürel bir dizge olan tiyatro, göstergebilim ile yakın ilişki içindedir. Çalışmanın amacı, beş yaşın altındaki çocukların göstergelerle olan ilişkisini incelemek, göstegelerin nasıl alımlandığını analiz ederek göstergelerin çocuk seyirci üzerindeki etkisini ortaya koymaktır. Erken çocukluk döneminin en belirgin özelliği olan sembolik anlatımın, göstergebilim ile somut bir anlam kazanması; göstergelerin belli bir anlamı ifade etmesinin yanında alımlayana göre anlam değişikliğine uğraması, tiyatro çalışanlarının göz önünde bulundurması gereken önemli bir husustur. Sahne ögelerini, göstergebilimin yol gösterciliğinde ele almak kullanılan sahne ögeleriyle belli bir mesaji verme endişesini ortadan kaldırabileceği gibi, oyunun yaratıcılığını artırarak her seyircinin sahne göstergelerini kendi yaşantılarından yola çıkarak alımlamasını sağlar. Erken çocukluk dönemi için yapılan tiyatroda, bir şeyleri açıkça gösterme endişesi, sahne ögelerinin kullanımındaki estetik yaklaşımı engeller. Bu nedenle, sahne ögelerinin göstergebilimin ışığında ele alınması, estetik bir endişe ile değerlendirilmesi teatral ögelerin kullanımını geliştirilebilir. Ayrıca küçük yaş grubundaki seyirci için yapılan tiyatronun, göstergebilim çalışmalarından beslenmesi, bu seyirci için yapılan tiyatronun niteliğini artımak için önemli bir yaklaşımdır.

166 VII. B. Tiyatro Göstergebilimi

Tiyatro göstergebilimi, edebî metinle metnin sahnelenişi arasındaki ilişkiyi inceleyerek teatral iletişim ve alımlama koşullarını araştırır; sahneleme analizi için modeller geliştirmeye çalışır (Kocabay, 2008, 43). Tiyatro göstergebiliminin izlerine, XVIII. yüzyılda Diderot’un çalışmalarından Lessing’in çalışmalarına kadar geçen sürede rastlamak mümkündür; ancak, günümüzde üzerinde durulan tiyatro göstergebilimi, bu alanı bilimsel bir disiplin olarak ele alan ve geliştiren Prag Dilbilim Okulunun temsilcilerinin çalışmalarına dayanır. Yaptıkları çalışmalardan yola çıkan Çek araştırmacılar, sahnede yer alan her şeyin bir gösterge olduğunu ileri sürerek bu göstergelerin, günlük yaşamdaki anlamlarının dışında özellikler taşıyabileceklerini ifade ederler. Bu araştırmacıların en önemlileri arasında yer alan Otokar Zich, tiyatroyu ‘görsel’ ve ‘işitsel ögeler’ açısından ikiye ayırır; ayrıca teatral ögeleri ‘kavramsal’ ve ‘somut’ olarak gözlemlenebilen ögeler olarak gruplandırır.

Tiyatro göstergebiliminin gelişiminde önemli katkıları olan bir diğer araştırmacı da Polonyalı Tadeusz Kowzan’dır. Kowzan, sahnede somut olarak gözlenebilen ve teatral anlam üreten göstergeleri inceleyerek tiyatroda bir gösterge sistemi oluşturur.

Gösterge sisteminde yer alan göstergeleri farklı özelliklerine ve görevlerine göre on üç gruba –sözcükler, metnin sunumu, yüz ifadesi, jestler, oyuncuların daramatik uzamdaki hareketleri, makyaj, saçlar, kostüm, aksesuar, dekor, ışık, müzik ve ses efektleri– ayırır. Bu gruplandırma, göstergebilimde bir şeyin gösterge olarak kabul edilebilmesinde gerekli olan ‘dizge’yi oluşturur ve tiyatroda ’metin’ yerine

‘sahneleme’yi çıkış noktası olarak ele aldığı için önemlidir (Kocabay, 2008, 39–40).

167 Tiyatro göstergebilimi üzerine fikirler öne süren bir başka bilim insanı da Roland Barthes (1915–1980)’tir. Barthes, tiyatro göstergebilimi üzerine yazılar yazarken tiyatro ile ilgili sorular sorarak bu alanın işlevini ortaya koymaya çalışır.

Örneğin, “Tiyatrodaki göstergebilimsel objeyi nasıl inceleyebiliriz? Göstergeler arasında ne tür bir ilişki vardır? Teatral bir üründe anlam nasıl oluşur? Teatral gösteren nasıl biçimlenir, modelleri nelerdir?” gibi sorular, tiyatro çalışanlarının çatışma ögelerini, örüntülerini ve oyundaki kahramanların özelliklerini ortaya çıkarmalarında önemlidir (Kocabay, 2008, 41).

Erika Fischer–Lichte tiyatroyu dizge, norm ve metin düzleminde inceleyerek sahneleme çözümlemeleri için bilimsel bir temel oluşturmaya çalışır. Buradan hareketle, tiyatro göstergebiliminin bilimsel bir disiplin olarak kabul edilmesi yönünde çalışmalar yapar. Fischer–Lichte’ye göre tiyatro, kültürel bir dizgedir.

Tiyatro, kültürel bir dizge olarak ele alındığında anlam üretmekle sorumludur ve bu anlamı, göstergelerle üretir. Tiyatro, anlam üretmedeki işlevini ise bir şifre temelinde gerçekleştirir. Dizge olan teatral şifre, çeşitli tiyatro biçimlerinin içerdiği tüm ögeleri kapsar. Bu şifre, tiyatronun göstergelerini belirleyerek bu göstergelerin hangi koşullarda ve nasıl birbirleriyle uyumlu olabileceklerini ortaya koyar. Göstergelerin belli bir bağlam içinde ya da tek başlarına ne gibi anlamlar üretebileceklerini belirler.

Bu bağlamda Fischer–Lichte, tiyatronun kendine özgü anlam üreten bir dizge olarak nasıl işlediğini görmek için teatral şifreyi yani göstergelerin anlamlarını analiz ederek tanımlamak gerektiğininin üzerinde önemle durur. Ayrıca tiyatronun kültürel dizgesinin, tiyatro olarak kabul edilebilmesi için Fischer–Lichte, iki ögenin –oyuncu ve seyircinin– tiyatrodaki hayati önemini vurgular. Ona göre oyuncu, sahnede

168 kendisinin dışında başkasını ifade edebildiği zaman işlevini yerine getirebilir.

Seyircinin de tiyatroda kendine özgü anlamlar üretmesi beklenir; çünkü tiyatro, seyircinin kendi ürettiği anlamlarla karşı karşıya geldiği zaman kültürel gerçekliğin bir modeli olabilir (Kocabay, 2008, 43–44).

Fischer–Lichte’nin tiyatro göstergebilimi üzerine yaptığı çalışmaların izlerini yansıtmasına rağmen, belli noktalarda farklı görüşleri olan Martin Esslin, göstergebilimin akademik çevrelerde bilimsel bir kimlikle anılmasının karmaşık ve anlaşılmaz soyut bir dil yarattığına inanır. Bu karmaşık ve anlaşılmaz soyut dilin, göstergebilimi anlamayı zorlaştırdığını iddia ederek göstergebilimin daha anlaşılır olması gerektiğini savununur. Esslin’e göre tiyatro gösterimlerinde yer alan tiyatro çalışanlarının hangi gösterge tiplerinin ve hangi gösterge dizgelerinin bulunduğunu;

bu göstergelerin birbirlerini nasıl etkilediklerini ve birbirlerine nasıl bağlandıklarını veya birbirlerine nasıl ters düştüklerini bilmeleri gerekir. Özelikle yönetmenlerin, gösterge ve gösterge dizgeleri arasındaki etkileşimin sahnede nasıl bir etki yarattığı konusunda bilgi sahibi olmaları ve bu etkinin seyirciye yansımasının nasıl olacağı üzerine çalışmalar yapmaları çok önemlidir (Kocabay, 2008, 107–108). Esslin, ortaya attığı fikirleriyle tiyatro göstergebiliminin, kuramsal bir bilgi olmaktan çok uygulamaya dönük bir alan olarak ele alınmasının gerekliliğini ortaya koymaya çalışır. Ona göre anlaşılmayan ya da bağlam içinde belli bir temele oturtulamayan bilginin uygulamaya dönüşmesi oldukça zordur.

Tiyatro göstergebilimi, modern bir kimlik kazanma sürecinde farklı görüşlerden beslenir; ancak bu farklı görüşlerden yola çıkarak tiyatroda ortak bir

169 fikre varmak mümkündür. Tiyatro göstergebilimi, teatral göstergeleri en etkili bir şekilde kullanabilmek ve seyirci ile tiyatro arasında güçlü bir ilişki kurabilmek için tiyatro çalışanlarına yaratıcı uygulamalar sunabilir. Özellikle, sahnedeki göstergelerin her seyircinin bireysel deneyimleri ile anlam kazanabilmesi, tiyatro seyircisinin oyunu doğru anlaması gibi mutlak bir beklentiyi ortadan kaldırabilir.

Ayrıca, seyircinin estetik deneyim sağlamasına yönelik uygulamaları arttırabilir.

Tiyatro göstergebilimi, tiyatronun gösterenlerini, seyircinin alımlayacağı teatral ögeler olarak ön plana çıkarır. Seyirci tiyatroya, yazılı metni okumaya ya da dinlemeye gitmez; metne hayat veren ve sahnelemenin temel taşları olan göstergeleri görmeye, anlamlandırmaya gider. Seyircinin çocuk olduğu, hele ki beş yaşın altındaki çocukların seyirci olduğu tiyatroda göstergelerin önemi daha da büyür, çünkü çocuk, tiyatroda görmek; gördüğünü de hissetmek ister. Başka bir deyişle tiyatroda, erken çocukluk dönemindeki çocuklar için göstergelerin etkisini hissetmek, oyunu anlamaktan önce gelir.