• Sonuç bulunamadı

3.3. Hegemonya Tabakalaşması

3.3.5. Görmezden gelinenler

Görmezden gelinenler, sınıfsal iradelerinin tarihin her döneminde olmamasına rağmen dışa kapalı bir yaşam stilini tercih etmeleri, kültürel ve düşünsel olarak çağının gelişmişliğini yakalayamamaları ve bu durumun her dönemde tekrar edilmesi sonucu, mülksüzlük, vatansızlık, çalışma güdüsünün olmaması, öğrenilmiş çaresizliğin genetikleşmesi, tüm ulusların içinde yabancı pozisyonda veya baş belası olarak görülmeleri egemen hegemonya için hiçbir anlamın olmaması ile eş tutulmaktadır. Egemen hegemonya için ya sömürü silsilesinde bir zinciri oluşturursun ya da dünyanın kıt kaynaklarından tüketmeye hakkın olmaz. Bazen zincirin en önemsiz halkası yani

geri dönüşüm işinde çalışmak bazen ise sadece yaşamak için var olmalarından dolayı çoğu zaman görmezden gelinen fakat üstü örtük yok etme politikasının kurbanlarıdır görmezden gelinenler. Zaman zaman kısırlaştırma, sınır dışı etme ve etnik temizliklerin kurbanı olan bu grup insanlar, egemen gücün kendi yarattığı veya gerçek düşmanlarla uğraşmaktan bu topluluğa karşı yok etme ve uğraşma politikasının ertelenmesine neden olmaktadır. Bu topluluk sistemin paryası olarak Çingeneler, Harijanlar, Burakuminler, Kızılderililer, Aborijinler, Pigmeler olarak sınıflandırılır. İstikrarlı bir şekilde en alt tabakada tutulan bu gruplar yirminci yüzyıl sonunda bazı haklar için seferber olmalarına rağmen asgari düzeyde siyasi, ekonomik ve toplumsal çıkarlar elde etmeyi becerebilmişlerdir. Fakat parya kategorisinden çıkmayı becerememişlerdir. ABD’de olumlayıcı eylemi talep etmiş olsalar bile bu talep dahi bu gruplar tarafından değil çoğunluk tarafından kullanılmaktadır. İşin aslı tüm toplumlar bu gruplara karşı kurnazca hareket etmekte ve onların en alt tabakayı işgal etmesi orta sınıfların da işine gelmektedir. Zaman zaman karşı-ırkçılık hareketlerine girişseler bile bundan fazla bir şey elde edememektedirler (Wallerstein, 2004: 125-126).

Ekonomik olarak hiçbir ülkede gücü olmayan ve sürekli anlam kaybına uğrayan bu topluluk sistemleşme sürecinde de maalesef geriden gelmektedir. Dünya küreselleşirken sistemler daha acımasız ve daha komplike bir yapıya girmektedir. Milletlerde bu yapıda söz sahibi olabilmeleri için sistemin bir adım önünden gitmek zorunluluğu bulunmaktadır. Kendilerini halen daha avcılık ve toplayıcılık geçim yöntemiyle kültürel mirasının devamını sağlayacaklarını söylemeleri ve basit sistemle yola çıkan bu topluluğun maalesef ki sadece dipteki milyarın bir kısmı olmaktan başka şansı olamamaktadır. Bu topluluğun bireylerini 1937 ve 1940’lı yıllar arasında yaşanan soykırımda Yahudiler kadar zarar görmelerine rağmen ve sömürgecilik döneminde toptan ortadan kaldırma politikaları sonucu ciddi nüfus kaybına uğramalarına rağmen, ekonomik olarak düşük bir statüde olmalarından dolayı Yahudiler kadar söz hakkına sahip olmamışlardır. Tarihlerindeki bu vahşi dönemleri yeteri kadar anlatamamış olmalarından dolayı bu süreçte küçük bir ayrıntı olarak kalmışlardır. Hatta günümüzde Avrupa’da yeniden oluşan ojenist hareketlerin hedefi haline gelmekte ve izin alınmadan kısırlaştırılma yoluna gidilmektedir. 1972-1992 yılları arasında Çek Cumhuriyetinde kısırlaştırılan Çingeneler ve Slovakya’da yakın zamanda yapılan kısırlaştırma örnek gösterilebilir (Hazer.tv,28.2.2012: cingeneyiz.org). Kültürlerinin arka planlarının çağın gereklerinden çok geride olması, ekonomik zayıflık, bir şey elde edememelerinin

sebepleridir. Hitlerin neredeyse Yahudiler kadar Çingene yok etmesine karşın tarihte silik bir şekilde yer almaları bu durumun kısa bir özetidir.

Mülteciler yani açlık ve savaşlar yüzünden yurtlarından zorla çıkartılmışlar için sınırlar arasındaki hareketlilik, yoksulluk ve belirsizlik sonucu bu grubun da uluslar ve toplumlar tarafından istenilmeyen kategorisine girmelerine neden olmaktadır. Aidiyetin yitirilmesi, bütün vatandaşlık haklarından mahrum olma, kimliksiz ve yurtsuzluk sonucu uyruksuzlukla mücadeleye ek olarak ülkeler için külfet anlamına gelen bu insanlar artık kamplarla sınırlı alanlara mahkûm edilerek görmezden gelinmektedir. Yaşam koşullarının zorlaştırılmasıyla doğal ölümlerini hızlandırma politikası kullanılmaktadır. Bu insanlar için belirsizlik en kötü şeyken en acil ihtiyaç duydukları şey, içinde yaşayacak istikrarlı ve belirli bir yerdir (Hardt, Negri, 2003: 62). Fakat emperyal politikaların hedefi sonucu yurtsuzlaşan bu insanlar artık yok edilmesi gereken birer asalak durumuna düşürülmüşlerdir. Emperyal amaçlar için işgal altındaki ulusların da kategori olarak görmezden gelinenler listesine eklemek mümkündür. Küresel dünyada dünya kamuoyunun işgal edilen yerlerdeki insanların acılarına duyarsız kalması ve meşru görmesi, bu insanlarında görmezden gelindiğinin kanıtıdır. Fakat bu ülkelerde karşıt duruşu sağlayan grupların mevcut bulunması, bu insanların iki bakış açısıyla değerlendirilmesini sağlamaktadır. İşgalciler için görmezden gelinirken, kendileri onurlu bir mücadelenin neferleri olarak savaşılanlar kategorisine girmektedirler.

4. DEĞİŞİM, KRİZ VE ÇÖKÜŞ

Evrende her şey zıddını içinde barındırır ve zıtlıkların birbirini etkilemesiyle nicel değişme, akabinde ise nitel değişme meydana gelir ki diyalektik modelle oluşan bu değişme zinciri yaşam alanının kapsadığı her şeye uygulanabilir: Düşünceye, maddeye ve tarihe. Aşamalı olarak tez-antitez ve sentez olarak gerçekleşen değişim Marksizm’de ekonomik temellerle açıklanmıştır. Feodalizmin içinden yükselen kapitalizm sınıf çatışması odaklı olup diyalektik bir değişme ile açıklanmaktadır. Sınıf çatışmaları ile dengeye ulaşma yolunu veren bu metot, patlak veren çatışmalar ve göreli denge durumu ile sürekli ilerlemeyi öngörürken çözümlemenin sonunda ise sosyalizme yani düzen çıkarımına ulaşılmaktadır. Marx’a göre bu değişimin yaşanabilmesi ve en sondaki sosyalist düzene ulaşılması için değişimi hızlandırıcı müdahaleler yapılmalıdır bunun için ise kapitalist olmayan toplumlarda bu değişmeye katılması sağlanarak değişimin küresel boyutta olması ile gerçekleştirilir (Kongar, 2008; Kızılçelik, 1994; Hardt, Negri, 2003: 140; Savran, 2009: 21).

Marks’ın değişme analizinde düşünceye az yer vermesi ve baskın olarak üretim ilişkileri ve üretim güçlerini görmesi kendi takipçileri tarafından da eleştirilmiştir. Son kertedeki Marx’ın ekonomi olarak gördüğü belirlenim aslında dönemsel farklılıklarla ilgilidir. Günümüz değişimleri ise daha çok kompleks bir yapıya sahiptir. Üretim ilişkileri ve üretim güçlerinin etkisi elbette ki devam etmektedir fakat üretim kadar bölüşüm, ideoloji ve bunlara bağlı güç ilişkileri de belirleyiciliğe sahiptir. Değişimin getirdiği belirsizlik döneminin içinde bulunulması son kertede hangisinin etki edeceği problemini doğurmaktadır.

Değişim her dönemde yaşanan bir olgu olmakla birlikte geçmişle içeriğinde derin farklılaşmalar bulunmasına rağmen eskiyle benzerlikleri de bulunmaktadır. Her değişim dönemi kendisiyle birlikte umut, keder, güven ve umutsuzluğu getirmiştir. Çöküş ve yozlaşmaya ilişkin kıyamet tarzında duyurular Batı medeniyetinin daha önce bolluk ve ilerlemenin zirvelerine asla ulaşılamadığını bildiren duyurularla bir araya gelmesi Batı toplumunda mevcut standartların değişimine karşı daha fazla duygusal abartıya yol açmaktadır. Bu durum Batılılar haricindeki toplumlarda ise ikiye bölünmeye neden olmuştur. Kimileri batı, maddeciliğin tüm dünyaya yayılmasından son

derece şikayetçiyken kimileri ise Batı’nın geri kalmışlara tek model olduğunu söylemektedir (Kumar, 2010: 181,182). Değişimin kime göre ne anlam ifade ettiği kazanç ve kayıp ilişkisiyle ilgilidir. Bununla birlikte değişimin dinamikleri de her döneme ve her açıklayıcıya göre farklılık yaratmaktadır. Sosyal yaşamın çok yönlü olması bu çeşitliliği doğurmaktadır. Buna rağmen değişimin temel dinamiği çatışmadır. Çıkarların, ideallerin, gücün, ele geçirme ve hâkim olma arzusunun tarafları olarak yaşanılan çatışmanın sonucudur. Toplumsal çatışma veya küresel çatışma kaynağını toplumu oluşturan insanın id, ego ve süperego arasındaki temel yapısında olan çatışmadan alır. Elde etme ve hakim olma duygusuyla insan hem kendi cinsine hem de içinde yaşadığı ve var olmasını sağlayan çevre ile de sürekli bir çatışma halindedir.

Sorunu ve normali algılamadaki başarısızlık değişimin süreçsel yavaşlılığıyla alakalıdır. Toplumsal yapıyı oluşturan ögelerin değişiminde yaşanan yavaşlık yani manzara amnezisi fark edilme eşiğinin dibinde kaldığı için insan geçmişi hatırlayıp kıyas yapma ve eylemde bulunma özelliğini yitirmektedir (Diamond,2006:516). Günümüz politikacılarının suni gündemlerle asıl değişmenin farkındalık eşiğinin aşılması engellenmekle sistemin devamını sağlamakta ve farkındalığın toplumsal zihindeki yaratacağı kriz sonrası oluşan kaos ortamının çöküşü hızlandırıcı etkisinden uzak tutmaya çalışmaktadırlar. Minerva baykuşu akşam karanlığında uçması gibi insan yaşadığı dönemin içindeyken eleştirel bir bakışla bakmadığı takdirde, belirgin bir farklılık olmadığı zaman ayırt etme yeteneği zayıflar. Çünkü içinde yaşanılan sistem krizlerin ve olumsuzlukların üstünü örtmek için kendisinin kullanacağı tüm araçları (devlet, silahlı kuvvetler, eğitim, kitle iletişim vs.) kullanır. İnsan düşüncesi bir dönemi, dönem kapandıktan sonra daha iyi analiz edebilir (Savran, 2009: 21).

Toplumlar en gelişmiş zamanlarını yaşarlarken düşüş ve çöküşe zihinsel anlamda çok uzakken aslında fiili çöküşün yanı başındadırlar. En tepede olmanın verdiği güvenle düşüş ve çöküş uzak ve anlaşılmaz gelmektedir. Düşüşe geçme, herhangi bir toplumun ekonomisinde yaşanan önemsiz artış veya düşüş, siyasi, ekonomik ve sosyal yeniden yapılanmalar, yakın komşusu tarafından istilası, kendisinin nüfus hacminde veya bölgenin gücünde değişiklik olmamasına rağmen komşu ülkelerdeki yükselmeye bağlı inişe geçme ve iktidarın başka güçlerin eline geçmesi nedenleridir (Diamond, 2006: 21; Davutoğlu, 2002:6). Bu sorunlara karşı gelişmiş toplumlar geçmişten gelen veri tabanlarına göre çözüm üretmeyi olanaklı kılarken değişim ve krizi engelleyememektedir. Bu toplumlarda değişim ve krizin çöküşe

dönüşmemesi için gerekli önlemlerin alınmaya başlaması farkındalık eşiğinin aşılmasıyla mümkündür. Aksi takdirde değişim ve krizin uzun bir zaman diliminde geniş bir alan üzerindeki insan nüfusunda, siyasi, ekonomik ve sosyal en etkin düşüşün yaşandığı çöküşe neden olması kaçınılmazdır (Diamond, 2006: 20).

Ekonomik krizler doğrudan doğruya temel tarihsel olayları doğurmaz çünkü tarihsel olaylar belli düşünce tarzlarının yayılması ve ulusal yaşamın sonraki tüm gelişimini ilgilendiren sorunların belli tarzda ortaya koyulması ve çözülmesi için uygun ortam yaratır. Güçler dengesinin bozulması ekonominin içinde bulunduğu fakat daha yüksek bir düzlemde yaşanan çatışmalar sonucu gerçekleşir. Yani sınıfsal saygınlık dediğimiz gelecekteki ekonomik çıkarlarla birlikte bağımsızlık, özerklik ve iktidar düşüncesinin zihinlerde oluşmasıyla değişim yaşanır (Gramsci, 2010: 253; Davutoğlu, 2002:7).

Ekonomik krizler ve ekonomik krizlerin su yüzüne çıkardığı sosyal krizler hücuma geçen güçlere zaman ve mekânda anlık organize olma yeterliliği kazandırmaz. Hatta Gramsci krizin hücuma geçen güçlerle mücadele ruhu bahşetmesinin de olanaksız olarak görür. Kriz döneminde sivil toplum karmaşık hale gelmesine rağmen iktisadi unsurun oluşturduğu kriz, bunalım ve felaketlere karşı dirençlidir (Gramsci, 2010: 277). Krizle başa çıkabilmek için sivil toplumun gücü ve dayanıklılığı önemlidir. Unutulmaması gereken ise kriz, devlet ve sivil toplum arasındaki ilişki hatta ekonomik aktörler arasındaki ilişki farklı toplumlarda farklı etkilere sahiptir. Yani krizin etkileri farklı toplumlarda, köken olarak ve karşı koyucular olarak devlet ve sivil toplumda ayrı ayrı görülür. Sivil toplumun dayanıklılığı Batının kapitalist sistemin doğum yeri olması sebebiyle yaşanan krizlere sürekli çözüm bulunması ve bu çözümün sivil topluma kayarak ilerlemesindendir. Oysaki Doğu’daki sivil toplumun emekleme aşamasında olması krizi devlet bağlantılı kılmakta ve çözümün devlet odaklı yapılması istemleri ile sonuçlanmaktadır. Doğuda devletin her şey olması bir anlamda halkın pasivize olması ile sonuçlanmaktadır (Gramsci, 2010: 281). Toplumların kültürel yapıları onların değişim, kriz ve çöküş durumlarını algılamalarını etkilemekte bulunacak çözümlerinde yine bu çerçevede yapılmasını sağlamaktadır. Batı medeniyetinin kıt kaynak ve nüfus eşleştirmesinde geleceği karamsar çizmesi ve bireylerinin hazır bir kriz ruhuna sahip olması kültürel ve ideolojik farklılıklardan kaynaklamaktadır. Kıt kaynaklar denildiğinde her an bitecek bir kaynak düşüncesinin yarattığı ruh haliyle daha da tahripkâr insanlar oluşturulmakta ve çökmeden korkan böyle toplum diğer toplumlara

göre daha hızlı bir çözülme içine girebilmektedir. Bireyselliğin ön planda olmasıyla toplumsallığı veya devleti geriletmesi ise bireyselliği toplumsal çöküşün dinamosu yapmaktadır.

“Tapınaklarda geleneklerden daha heybetli putlar yoktur. Saraylarda, geleneklerden daha güçlü hükümdarlar bulunmaz.” (Le Bon, 1997: 76). Büyük karışıklıklar ilk bakışta siyasi değişikliklerin etkisiyle oluştuğu sanılsa da kültürlerin düşünce ve görüşleri temelinde oluşmaktadır. Medeniyetlerin yenileşmesinin en temelindeki değişimler fikir, alışkanlık ve inançtaki değişimle temellenir. Günümüz koşullarının sürekli değişme eksenli oluşu bilim, tekniğin bu değişime kattığı hızla yaşama dünyasında ve düşünce şartlarındaki değişimdeki etkisi medeniyetlerin temelindeki inanç, din ve fikirlerin hızlı bir şekilde yıkılmış olması değişim ve krizin birlikte eşzamanlı gitmelerine neden olmaktadır. Geçmişin üzerinde yükselen değişim altüst edeceği kurumların çöküşüyle şekillenerek değişimin ahenkli bir şekilde oluşmasını engellemektedir.

Yeni bir düzenin çıkması sistemin krize girmesi ve yaratacağı kaosa bağlıdır. Hangi gücün baskın geleceği kaos ortamında imkansız olmakla birlikte sistemin dengesiz yapısından dolayı küçük kuvvetlerin bile zaferle çıkması olasıdır. Toplumsal mücadelenin çok şiddetli olması tarafların oluşturacağı safa bağımlıdır fakat saf oluştururken safın kayganlığı çok önemlidir. Kriz durumlarında hasımların veya müttefiklerin çıkar amaçlı ve zafer amaçlı kurulduklarından dolayı gücün geçici belirginleşmelerinde bu oynak durumu görmek daha olasıdır (Wallerstein, 2004: 111). Karşıt gücün oluşumunu sağlayan geçiş döneminin özelliği, iktidardakilerin mevcut sistemi koruyamayacağı düşüncesini kabul etmeleri sonucu kendi ayrıcalıklarını korumaya yönelik yeni sistem inşasını yapmaları ki bunu yaparken sistemin çöküşünü kabullenme olmadan yapmaktadırlar. Bu yeni kurulacak sistemle iktidar kendi kârlarını azami artıracak şekilde mevcut yapıdan daha kötü bir yapıya doğru inşa etmektedirler. Fakat geçiş döneminin yarattığı belirsizlik, herkese gelecek inşa etmede eşit haklar tanımaktadır. Değişimi etkilemek için bu dönemin sonucunu tartışmak, seçimler de dâhil kısa vadeli eylemlerle halkların dolaysız ihtiyaçlarını dile getirmek, düşünsel, siyasi, psikolojik açıdan fayda sağlayacak ve doğru yönde hareket ediyormuş gibi orta ve ara hedefleri belirlemek gerekmektedir. Uzun vadeli bir geçiş stratejisi için düşünsel alandaki değişimler ve doğru analizler diğer alanlarda yapılacak eylemlerden daha önemlidir. (Wallerstein, 2004:238,239).