• Sonuç bulunamadı

1.1. ETNOSANTRİZM

1.1.4. Etnosantrizmde İç-Grup, Dış-Grup Dikotomisi

İnsanlarda gruplaşma eğilimi vardır. Bu eğilim bir gruba dâhil olma, diğer grubu ve mensuplarını öteki ilân etme ve bu perspektifle öteleştirmeye makul olmasa da kendine göre tutarlı nedenler bulmaya kaynaklık eder. Diğer taraftan, insanların kendi yakınlarıyla yaşama eğiliminde olduğunu ve bunun da en az çabayı gerektirdiğini vurgulayan Schnapper (2005: 150) ‘benzemeyeni itme’ ya da bize benzemeyenler karşısında duyduğumuz doğal antipatinin evrensel ve olağan bir görüngü olarak kabul edildiğini anlatır. Dahası bu görüngünün evrensel olduğu kanısı üstüne sosyal psikologların, bize benzemeyen karşısında duyulan tiksintiye küçük çocuklarda rastlanmadığını, bunun toplumsallaşma sırasında edinilmiş bir tepki olduğunu gösterdiğini belirten Schnapper, gruplar arasındaki düşmanlığın içgüdü niteliğinde olmadığını söyler. O’na göre, bu kuram, grupları birbirinden ayırmakla, aidiyet grupları ya da iç gruplar (ingroups) ve dış gruplar (outgroups) yaratmakla sonuçlanan toplumsal süreçlerin ürünüdür.

Bauman (2010: 51-52) da, ‘Biz’ ve ‘Onlar’ ayrımının sosyolojide ‘iç grup’ ve ‘dış grup’ ayrımı olarak verildiğini ve bu zıt tutumlar çiftinin birbirinden ayrılmaz olduğunu ifade eder. Bu bağlamda ‘dış grup’ duygusu olmaksızın ‘iç grup’ duygusunun, ya da tersinin olmayacağını vurgulayan Bauman, bu kavramsal-davranışsal zıtlığın iki üyesinin birbirini tamamladığını ve koşullandırdığını anlatır. Hatta Bauman, bu iki tutumun bütün anlamlarını zıtlıklarından aldığını söyler. Bu ayrımların kim ya da kimler tarafından yapıldığı ile imledikleri arasındaki bağlantı bize her ortam ve koşulda farklı bir biz ve onlar tanımının yapılabileceğini göstermektedir diyen Gösterişli’ye (1992: 46) göre ise “bireylerin kendi kültürlerini merkeze alıp tanımladıkları karşı gruplar olabileceği gibi belli ekonomik ve sosyal yapılanmalar ölçüt alınarak yapılan tanımlamalar ve sınıflandırmalar da vardır. Ancak biz onlar karşıtlığının hangi ölçütler temel alınarak yapıldığı bağlamsaldır”.

Neuliep ve McCroskey (1997: 385) ile Axelrod ve Hammond (2003: 2) etnosantrik grupların, davranışsal açıdan kendilerini erdemli ve üstün; değerlerini evrensel standartlarda ve doğru; geleneklerini ise insan merkezli ve orijinal olarak gördüklerini; buna karşın grup dışında kalanları ise hor, faziletsiz ve değersiz olarak nitelendirdiklerini belirtir. Benzer şekilde Hooghe (2008: 2) da etnosantrik davranışın, grup içi kayırmaya yol açarken; grup dışına karşı ise düşmanlık ve nefret içerdiğini anlatır. Bu süreçte Hammond ve Axelrod (2006: 1) etnosantrik eğilimlerin sadece etnik

çatışmalarda değil aynı zamanda demokratik kurumların istikrarsızlıklarında, savaşta, tüketici seçimlerinde ve oy verme eğiliminde de yer alabileceğini belirtmektedirler.

Assmann (2001: 151) ise grup içinde kimlik yaratan kültürün, dışa karşı yabancılık duygusu verdiğini ve Psikolog E.H. Erikson’un bu süreci ‘sahte tür oluşumu’ (pseudospeziation) olarak nitelendirdiğini belirtir. Assmann’a göre, kültürel temelli yabancılık, yabancı düşmanlığı, başka halklara karşı nefret ve yok etme savaşına kadar tırmanabilir. Sevgi ve nefret, grup oluşturan aynı temel işlevlerin iki yönüdür. İçte sağlanan kesin birlik, kuşkusuz dışa yönelik sınırı güçlendirir. Diğer taraftan, grup birliğinin dışa yansımasında özellikle çoğunluğa uyma, sapmalara direnç ve gerektiğinde dışa karşı harekete geçebilecek bir saldırganlık potansiyeli olmak üzere üç tutumun dikkat çektiğini ifade eden Kışlalı (2010: 189-190), çoğunluğa uyma derken, zamanla her küçük grup içinde davranışlarda, düşüncelerde, duygularda ve bu arada kullanılan dilde oluşan büyük benzerliği; sapmalara direnç derken, bu arada tersi eğilimler gösteren üyeler olursa onları yola sokmak için gösterilen çaba ve baskıları; saldırganlık potansiyeli derken de dışarıdan gelen tehlikelere karşı ortaya çıkan eğilimin kastedildiğini belirtir. Ancak Kışlalı, saldırganlık potansiyeli ile ilgili grubun mutlaka dışarıdan gelen bir tehditle karşı karşıya olmasının gerekmeyebileceğini belirtir. O’na göre her küçük grupta var olan ‘biz’ duygusu dışarıdan gelen bir tehdit karşında güçlenir; ama grup birliğini göstermek için kendiliğinden bir dış rekabet ya da saldırı eğilimi de ortaya koyabilir. Bu süreçte grup üyeleri mensubu olduğu gruba hangi kuvvetle bağlıysa grup birliği o kadar güçlüdür.

Etnosantrik grupların, grup dışı üyelerle sürekli bir rekabet halinde olduğunu söyleyen Neuliep ve McCroskey’e (1997: 386) göre grup dışı kişiler çoğu durumlarda grup içindeki sorunların, sıkıntıların sebebi olarak gösterilirler. Ve bu süreçte Schnapper’in ifade ettiği gibi (2005: 296), gruplar rekabet ilişkisine girdiğinde onları ayıran sınırlar da pekişirken; bireyler ilişkiye girdiğinde bu sınırlar zayıflar. Oysa Riccoeur’un (aktaran Morley ve Robins, 2011: 48) belirttiği üzere: “yalnızca bir değil, birçok kültürün var olduğunu keşfettiğinizde ve bunun sonucu olarak ister yanılsama olsun ister gerçek, bir tür kültürel tekelin sona erdiğini kabullendiğimiz anda bu keşfimizin yıkıcılığının tehdidi altına gireriz. Dolayısıyla, ötekini, bize benzetmeye kalkışmamalıyız. Bourse (2009: 190) Öteki, kökten farklı olarak belirir, bizden başkadır ve bu başkalıkla biz kendimizi zenginleştirebiliriz, der.

İç grupla dış grup arasında var olan kültürel, ekonomik, sosyolojik, politik ayrım öncelikle ve çoğunlukla psikolojik temellidir. Aşağıdaki tabloda da, Demirtaş’ın (2003: 129-130), H. A. Michener, J. D. DeLamater ve S. H. Schwartz’ın (1990: 433) Social Psychology adlı eserlerinden uyarlanmış İç-grup ve dış-gruba yönelik bazı etnosantrik eğilimlere yer verilmiştir.

Tablo 1: İç Grubun, Dış Gruba Yönelik Bazı Etnosantrik Yaklaşımları İç-gruba ve Dış-gruba Yönelik Etnosantrik Yaklaşımlar

Üyelerin iç-gruba (bize) yaklaşımları Üyelerin dış-gruba (ötekine) yaklaşımları Kendilerini uzman ve kusursuz görmek Diğerlerini ikinci sınıf, ahlâkî değerleri zayıf ve yetersiz görmek Kendi değerlerini tümüyle doğru ve

evrensel bulmak Diğerlerinin değerlerini reddetmek Kendilerini güçlü görmek Diğerlerini zayıf görmek

Diğer iç-grup üyeleriyle işbirlikçi ilişkiler

kurmak Dış-grupla işbirliğini reddetmek

Grup içindeki otoritelere boyun eğmek Dış-gruptaki otoritelere karşı gelmek Grup üyeliğini sürdürme yönündeki

istekliliğini sergilemek Dış-grup üyeliğini reddetmek İç-grup üyelerine güven duymak Dış-grup üyelerine güvenmemek Diğer iç-grup üyelerine ilişkin olumlu

tutumlar geliştirmek

Dış-grup üyelerine olumsuz duygularını ve nefretini sezdirmek

İç-grubun başarılarından kendine pay çıkarmak

Grup içindeki tatsızlıklardan ve iç-grubun başarısızlıklarından dış-grubu sorumlu tutmak Kaynak: (Demirtaş, 2003: 136).

İnsanlardaki tüm bu grup psikolojisi, iç grup, dış grup; biz ve onlar algısı bir sosyal kimlik meselesidir. Bu bağlamda kimlik, Tamas’a (2001: 5) göre, biz olgusunun olduğu bir sosyal grup içerisinde ve grup dışı ilişkilerde bireyin kendi benliğini algılamasına bağlıdır. Bu, Hooghe’a (2008: 2) göre otomatik olarak grup dışındaki kişileri farklı bir sınıfa koyma, ötekileştirme ve onlara karşı olumsuz duygular beslemeye yol açar. Çünkü insanlar doğal olarak etnosantrik eğilimlere meyillidir. Bu kapsamda Dragonas (2011: 113) en temel toplumsal kategori olan ‘biz’ ile ‘onlar’ ayrımının kendiliğinden grup üyelerinin kayırılması eğilimini doğurduğunu gösteren çok sayıda kanıt olduğunu söyler.

Bu bağlamda grup üyeliğini, grup süreçlerini ve gruplar arası ilişkileri ele alan bir sosyal psikoloji kuramı olarak Sosyal Kimlik Kuramının, 1970'lerin ortalarında Henri Tajfel ve John Turner tarafından geliştirildiğini belirten Demirtaş (2003: 124),

Sosyal Kimlik Kuramı'nın temel varsayımlarını maddeler halinde şöyle sıralamaktadır (2003: 129-130): “a) Bireyler, kendilerini üyesi oldukları sosyal grubu dikkate alarak tanımlar ve değerlendirirler, kendilerini sınıflandırırlar, bu sınıflandırma sonunda da kendilerini koydukları, yerleştirdikleri grupla özdeşleşirler ve sosyal kimlikleri oluşur. b) Sosyal çevredeki diğer gruplar, bireye, kendi grubunun konumunu değerlendirmesi için bir temel oluşturur. Üyesi olunan grubun konumu, benzeri diğer gruplarla yapılan sosyal karşılaştırma (iç-grup, dış-grup karşılaştırması) sonucu belirlenir. Bu kıyaslama, belirli davranışlara ve niteliklere yüklenen değerlerle ilişkilidir (güçlülük, ten rengi, beceriler...). c) İnsanlar, olumlu bir sosyal kimlik edinmek ve benlik saygılarını yükseltmek için bu sosyal karşılaştırmayı gerçekleştirirken, kendi gruplarını kayırarak algılama ve diğer grubu da küçümseme yönünde bir yanlılık gösterirler, bu sürece iç- grup kayırmacılığı adı verilir. c) Bireyin sosyal kimliğinin, olumlu olup olmaması üyesi olduğu grubun öznel konumuna, yapısına bağlıdır. Bu sözünü ettiğimiz süreçler, grubun toplumsal konumu çok iyi olmasa da, çoğunlukla sosyal kimliğin olumlu olmasını sağlar. Ancak, kimi zaman grubun konumu, diğer gruplarla karşılaştırıldığında, görmezden gelinemeyecek kadar düşüktür. Bu durum, sosyal kimliğin olumsuz olmasına yol açar. Bu doyumsuzluktan kurtulup olumlu bir sosyal kimlik oluşturmak için de çeşitli stratejiler geliştirilir”.

Bu çerçevede, Lukens ise, iç grup, dış grup gibi, taraflar arasındaki etnosantrik mesafeyi ilgisizlik, sakınma ve aşağılama mesafesi olmak üzere üçe ayırmaktadır (Kartarı, 2001: 186): Birinci durumda birey, ötekine karşı, kendi kültürel ölçüleri içinde, ilgi göstermediğini, önem vermediğini belirten bir mesafe bırakır. İkinci durumda bu mesafeyi arttırır, üçüncü durumda ise ötekine karşı düşmanlık duygularını hissettirecek şekilde mesafelendirir.

İç-grup, dış-grup bağlamında Bauman (2010: 62-63-64), Amerikalı antropolog Gregory Bateson’un, düşman tutumların âdeta düşman davranışı teşvik ederek kendi seçeneklerini sağlaması şeklinde ilerleyen etki-tepki zincirine ‘schismogenesis1’ adını

verdiğinden söz eder. Bateson, her eylemin daha güçlü bir tepkiyi doğurduğundan iki taraf da ister istemez derin ve kalıcı bir bölünmeye doğru sürüklendiğini, taraflardan birinin karşılıklı ilişkiler üzerinde başlangıçta olabilecek kontrol gücü ve etkisinin kaybolduğunu ve ‘mevcut durumun mantığının’ galip geldiğini söyler. Bauman,

1 Schism: Ayrılma, bölünme, hizipleşme; Genesis: Yaratılış, oluşum; ‘Bölünmeyle ihtilafla varolma’

Bateson’un asıl olarak iki tür schismogenesisten söz ettiğini anlatır. Bunlardan ilki Simetrik Schismogenesis’tir. Bu durumunda, rakip ne zaman kuvvet ve kararlılık gösterse, daha etkili bir kuvvet ve kararlılık yoluna gidildiğinden, rasyonel müzakere ve anlaşma ihtimali ortadan kalkar. İkincisi olan Tamamlayıcı Schismogenesis’de öteki taraf karşı tarafın artan gücünün tezahürleriyle karşılaştığında direnişini zayıflatırken, zamanla ikincinin uysallığı birincinin kendini öne çıkarması ve küstahlılığı ile el ele yürür. Ancak, Bauman’a göre iyi ki Bateson’un belirttiği gibi etkileşimlerin gösterebileceği üçüncü bir biçim daha vardır: ‘Karşılıklılık’. Karşılıklı bir ilişkide her bir tekil etkileşim örneği asimetriktir, ancak uzun dönemde iki tarafın eylemleri birbirini dengeler ve böylelikle ilişki ‘eşitlenir’; etkileşim bir uçuruma sürüklenmeden uzun zaman bu niteliklerini koruyabilir”.

İç-grup, dış-grup arasındaki etki-tepki ilişkisine bağlı düşman tutumların kırılmasında birçok faktör, etken ve değişken vardır. Bu doğrultuda, Schnapper (2005: 137) kendi zorluklarını başkasının üstüne atmanın, bireylerin ve grupların iç çatışmalarını çözmelerini sağlayan bir savunma mekanizması olduğunu ve dış düşmanın varlığının, bir grubun kaynaşmasına önemli düzeyde etki ettiğini söyler. Örneğin Huntington (2006: 166), heterojen, çok-kültürlü etnik ve ırksal ayrıma dayalı iç dinamikleriyle ABD’nin, bütünlüğünü koruyabilmek için düşmana diğer ülkelerden daha çok ihtiyaç duyduğunu belirtir.

Bauman (2010: 56) aslında aynı mevkiden ve aynı gelir düzeyinden, aynı cinsiyetten, aynı dilden ve göreneklerden insanların meydana getirdikleri toplulukların derin çıkar çatışmaları, savaşan hizipler, kolaylıkla ulaştırılamayan inançlar ve hedeflerde bölünmeler yüzünden parçalanabildiğini sıklıkla da parçalandığını belirtmektedir. Dahası, Bauman, grubun birlikteliklerinde bütün bu çatlaklar vardır ama üstleri bir ‘biz’ imgesi ile boyanmıştır, der. Bauman’a göre, eğer tikel bir sınıf toplumsal cinsiyet ya da milletten bahsederken ‘biz’ imgesini kullanıyorsa bizi bölen şeylere karşın bizi birleştiren şeylere öncelik veriyor demektir. Bu hayali bir cemaatin öteki üyelerine seslenmeye benzer: Farlılıkları unutun, kavga etmeyi bırakın, ne kadar ortak yanınız olduğunu düşünün, ortak olduğumuz şeyler bizi bölen her şeyden daha önemlidir, o halde saflarımızı sıklaştıralım ve ortak davamıza sahip olalım”.

Keza, Hooghe, Reeskens, Stolle ve Trappers’a (2006: 2) göre, bazı sosyo- psikolojik araştırmalar homojen gruplarda güven duygusunun daha çok gelişkin olduğunu gösterir. Ancak, Hooghe (2008: 2), “deneysel araştırmalara dayanarak,

gruplar saf, sıradan temeller üzerine kurulmuş olsa da grup içi tanımlama süreçlerinin ve grup dışı üyelerle olan kutuplaşmaların hala var olduğunu belirtmektedir”. Yani etnosantrizm gruplar içinde hayali gruplar yaratmaya meyilli bir eğilimdir. Grup ne kadar homojen, saf olursa olsun, kendini inşa edecek bir iç grup mantığı bulur; öteki’ni de oluşturur. Toplumun, topluluğun her yerde etnosantrizm vardır. Bunun için ise net bir Öteki’ye ihtiyaç yoktur. Topluluğun olduğu her yerde ötekinin etnosantrizmi tetiklediği kadar, etnosantrizmde ötekini inşa eder ve netleştirir. Yoksa da yeniden inşa eder.

Bu konuda, “Billig ve Tajfel’in, yaptıkları bir araştırmanın sonuçlarına göre, gruplar, çok önemsiz sayılabilecek bir ölçüte göre oluşturuldukları, hiçbir geçmişleri ve olası bir gelecekleri olmadığı, denekler diğer üyeleri görüp tanımadıkları halde ve ödül dağıtılırken, kendileri ödül alanların içinde yer almadığı, yani bireysel bir çıkarları olmadığı halde iç-grup kayırmacılığı yaptıkları gözlenmiştir (Demirtaş, 2003: 129- 130)”.

İç-grup, dış-grup ayrımına dayanan zihinsel donanım, Freud’un ‘küçük farklar narsizmi’nde bahsettiği üzere, grup içindekiler benzerlikleri ve grup dışındakiler farklılıkları abartarak, öteki ile arasındaki kültürel, sosyal, tarihi ve psikolojik mesafeyi açmaktadır/arttırmaktadır. Bu noktada, Donnan ve Wilson (2002: 141) kültürün insanları bir araya getirse bile aynı zamanda ayırma ve bölme potansiyeli olduğunu söyler. Kuşkusuz burada en önemli rolü etnosantrizm oynar. Bu manada etnosantrizmin karşıtı kültürel göreliliktir. Demir ve Acar (2002: 262), kültür ürünlerinin değerlerinin mutlak olmadığı ve toplumdan topluma değiştiğini savunan bu yaklaşımın, bir toplumdaki kurumları, ilişkileri veya diğer kültürel unsurları başka bir toplumun anlayış ve yargılarıyla anlamanın imkânsız olduğunu savunduğunu anlatır. Dahası Demir ve Acar, buna göre her toplumun kültürel değerlerinin ancak o toplumun referans çevresi ile anlaşılabileceğini ve dışarıdan anlamaya çalışma çabalarının tahrif edip, daha da anlaşılmaz hale getireceğini belirtirler.

Bu haliyle Er’e (2005: 11) göre, “kültürel görelilik şöyle veya böyle evrensel bir insanîn özünden, evrensel insanlık değerlerinden vb. söz eden holistik, hümanistik, vb. yaklaşımlarla taban tabana zıtlık gösterir, çünkü nihaî anlamda radikal kültürel görelilik, her türlü değeri, inancı, ahlâkî ve değer yargısını reddeder”. Örneğin İçli (2005: 113), kültürümüz açısından güreş ve boksu spor olarak, boğa güreşini ise vahşet olarak değerlendiren görüşün etnosantrik olduğunu ifade eder. Bu noktada Levi-Strauss (2010:

54) ise, bir kültürü diğerlerinden üstün saymayı saçma bulur. Çünkü Levi-Strauss’a göre, “bir kültür tek başına olduğu sürece asla ‘üstün’ olamaz; aynı tek başına olan rulet oyuncusunun durumunda olduğu gibi ancak birkaç parçadan oluşan küçük dizileri başarabilir ve tarihinde uzun bir dizinin ‘çıkma’ olasılığı o denli azdır ki, bu diziyi bulabilmek için insanlığın tüm gelişmesinin sığdığı bütün zamandan çok daha fazlasına gereksinimi vardır”. Bu kapsamda bir tarafta etnosantrik eğilim arttıkça kültürel görelilik kabiliyeti azalır; azaldıkça artar. Etnosantrizmle bir sorun olarak başa çıkma çabaları, kültürel görelilik kabiliyetini arttırma çabalarıdır.

Öncelikle, etnosantrizmi tutumsal (davranışsal ) ve ideolojik olarak iki sınıfa ayıran Lanternari (aktaran Gösterişli, 1992: 17) karmaşık (camplex) yapılı Batı Avrupa ülkelerindeki etnosantrizmi sosyal eşitsizlik ve engellemenin dışa vuruşu olarak görmektedir. Etnosantrizm ideolojik bir işlev gördüğü için pekiştirilir. Başka bir deyişle farklı kültürlerin, ülkelerin ve etnik grupların aşağılanmalarının mazur görülmesi ve bu tutuma bir ad bulunması açısından etnosantrizm olgusu, zamanla evrenselleştirilmiştir. Etnosantrizmin kültürel ve ekonomik olmak üzere iki büyük bileşeni olduğunu söyleyen Hooghe (2008: 3) ise bunlardan kültürel etnosantrizmin, kökenini bireyin kendi kültürel norm ve tutumlarını başka grup ya da toplumların kültürlerinden daha üstün görme inancında olduğunu belirtir. Bu süreçte kültürel etnosantrizm, kendini kıyafetler, dini semboller gibi görülebilen sembolik biçimlerde ya da kimliği belirleyen kültürel sınırlarda ifade eder. Hooghe’a göre, ekonomik etnosantrizm ise, diğer grupların ekonomik yarışmacılar olarak görülmesiyle yakından alâkalı olup, kendisini iş piyasasında, boykotlarda ya da diğer tüketici eğilimlerinde ve davranışlarında gösterir. Sosyolojik açıdan yapılan çalışmaların büyük çoğunluğu kültürel etnosantrizm üzerinde yoğunlaşmıştır.

Teo ve Febbraro (2003: 678) ise, etnosantrizmin ilk tezahürü diğer bir deyişle en aşikar olanının belirli insan gruplarının aşağılandığı ve Avrupalıların evrimleşmenin şampiyonları olarak gösterildiği anlayış ve eğilim olduğunu söylerler. Oysa Edward Said (aktaran Eagleton, 2011: 25), “Bütün kültürler iç içedir; hiçbiri tek ve saf değildir, hepsi melez, heterojen, son derece farklılaştırılmış ve hiçbiri tek parça değildir”, der. Bu arada Eagleton, hiçbir insan kültürünün kapitalizmden daha heterojen olmadığını anımsatır. Bu konuda Huntington (aktaran Rubenstein, 2004: 172-173), “medeniyetsel ‘biz’ ile medeniyet-dışı ‘onlar’ arasındaki karşıtlığın insan medeniyetinde değişmez olduğunu düşündüğü farklılıkları şöyle sıralamaktadır; Birincisi, başkası olarak

algılanan insanlara karşı hissedilen üstünlük ve nadiren aşağılık duygusundan; ikincisi, farklı olandan korkma ve güvensizlikten; üçüncüsü dilden ve medeni davranıştan ne anlaşıldığı konusundaki farklı görüşlerden kaynaklanan iletişim zorluklarından ve dördüncüsü de varsayımlar, motivasyonlar, toplumsal ilişkiler ve toplumsal uygulamalar bakımından diğer insanlara benzememeden kaynaklanmaktadır”. Oysa, Huntington’un söz ettiği anlamda modernlik İlter’in (2006: 9) de belirttiği gibi, sadece Avrupa’da, Batı’da, Kuzey’de gözlenebilir bir şey değildir. Dünyada bugün ‘Üçüncü Dünya’ diye adlandırılıp modernleşme ölçeğinde aşağılara yerleştirilerek, olsa olsa ‘gelişmekte olan’ diye nitelendirilen ülkelerin hemen hepsinin eski sömürgeler olduğunu söyleyen İlter’e göre, onların ‘az’ gelişmişliği kendi ontolojik olarak farklı, yabani, geleneksel, ‘Doğulu’ ötekiliklerinin bir sonucu olmayıp, tersine, sömürgeleştirilmelerinin, çağdaşlaştırılmalarının bir sonucudur.

Bu bağlamda Morley ve Robins (2011: 24), Avrupa kültürü içinde ‘Öteki’ olanın inşasının kendine özgü bir tarihe sahip olduğunu Atkinson’un şu betimlemesiyle ifadelendirirler. “Rönesans söyleminde ahlâkî ve düşünsel çerçeve dini nitelikliydi. Avrupalı olmayan yabancıya ‘putperest’, ‘kâfir’ ya da ‘iblis’ denirdi. Aydınlanma döneminde Öteki’nin en belli başlı özelliği ‘cehalet’ ve ‘boş inanç’tı. On dokuzuncu yüzyılda ise modern antropolojinin doğumuyla ‘ilkel olan’, ‘gelişme’ ya da evrimsel zaman açısından ifade ediliyordu”. Bu sürecin devamında Huntington (2006: 23) yeni dünyada mücadelenin esas kaynağının öncelikle ideolojik ve ekonomik olmayacağını; kültürel kaynaklı olacağını öngörür. Huntington’a göre, “yeni dünyada, milli devletler dünyadaki hadiselerin yine en güçlü aktörleri olacak fakat global politikanın asıl mücadeleleri farklı medeniyetlere mensup grup ve milletler arasında meydana gelecek. Medeniyetler arasındaki fay hatları ise geleceğin muhabere hatlarını teşkil edecek”.

Bu noktada Huntington’un medeniyetten bahsederken neyi kastettiğinin netleşmesi son derece elzemdir. Keza bir medeniyetin, insanların kendilerini diğer türlerden ayırt eden yönünden başka onların sahip olduğu en yüksek kültürel gruplaşma ve en geniş kültürel kimlik seviyesi olduğunu söyleyen Huntington (2006: 25) medeniyetin hem dil, tarih, din, adetler, müesseseler gibi ortak objektif unsurlar vasıtasıyla ve hem de insanların sübjektif olarak kendi kendilerini teşhis etmeleri suretiyle tarif edildiğini belirtir. Kişinin mensup olduğu medeniyetin onunla kendisini kuvvetle teşhis ettiği en geniş kimlik seviyesi olduğuna işaret eden Huntington’a (2006: 84) göre, “biz, aralarında hiçbir ilişki bulunmayan devletlerin yalnızlığı’nın karakterize

ettiği bir ülkeler dünyasında yaşamıyoruz. Dünyamız, tarih, kültür, din, dil, bölge ve kurumların değişen derecelerde biraraya getirdiği çakışan devlet gruplanmalarından oluşmaktadır. Onların varlığını inkâr etmek insan varoluşunun temel gerçeklerini inkâr etmektir”. Dolayısıyla Rubenstein (2004: 173) ifade ettiği gibi Huntington’a göre, “insanlar kendilerini tanımlamak ve motivasyon için düşmanlara ihtiyaç duyarlar,