• Sonuç bulunamadı

1.1. ETNOSANTRİZM

1.1.2. Etnosantrizm Kavramının Anlamı

Etnosantrizm, grup kapanması ve kaynak tahsisi. Giddens (2008: 543) bu üç kavramı genel düzeyde etnik çatışmalarda söz konusu kavramlar olarak takdim eder ve bütün kültürlerin bir dereceye kadar etnosantrik olduğuna dikkat çeker. Giddens, etnosantrizm ve grup kapanmasının sıklıkla birlikte ortaya çıktığını ve kapanmanın grupların kendilerini ötekilerden ayıran sınırları koruma süreci olduğuna işaret eder. Giddens’a göre “bu sınırlar, bir etnik grubu başkalarından ayıran farklılıkları keskinleştiren dışlama araçlarıyla oluşturmaktadır. Bu tür araçlar arasında gruplar arası evliliği sınırlamak ya da yasaklamak, toplumsal temas ya da ticaret gibi ekonomik ilişkilere sınır getirmek ve etnik gettolarda olduğu gibi grupların fiziksel olarak birbirinden ayrılması bulunmaktadır”. Giddens’ın etnisite bağlamında ele aldığı etnosantrizm, çok daha önemli bir nosyon, çok daha geniş bir ötekilik perspektifidir. Hatta etnosantrizmin sosyolojinin ayırt edici kavramlarından biri olduğunu söyleyen Catton (1960: 201), sosyolojik bakışı kavrayabilmek için bu kavramı anlamanın önemli bir basamak olduğunu vurgular.

“Etnosantrizm, etimolojik açıdan Yunancadan gelen iki kelimenin birleşiminden oluştur. Bunlar ulus anlamına gelen ethnos ve merkez anlamına gelen ‘kentron’ kelimeleridir. Bu terim bir ülkenin evrenin merkezinde olduğu görüşüne işaret eder. Anahtar şudur ki, grup kendini en eşsiz grup ve en güçlü duygusal bağlara sahip topluluk olarak görmelidir (Neuliep ve McCroskey, 1997: 389)”. “M.Ö. 5. yüzyılda yaşamış olan Yunanlı tarihçi ve antik yazar Herodotus, uzun zaman önce insanların kendi yaşam değerlerinin diğerlerinden daha üstün olduğuna inandıkları sonucuna varmıştır (Gil-White, 2005: 2)”. Aradan geçen binlerce yılı hızlıca geride bırakıp günümüze baktığımızda, şimdi artık bu anlayışa denk gelen bir nosyon olarak etnosantrizm, tutum ve davranışların evrensel bir sendromu (Axelrod ve Hammond, 2003: 2; Hammond ve Axelrod, 2006: 1) ve evrensel bir fenomenası olarak tanımlanmaktadır (Neuliep ve McCroskey, 1997: 385).

Bizumic ve Duckitt (2008: 437) etnosantrizmin ilk yazılı kullanımına McGee’nin (1900) yazdığı bir tezde rastlandığını söyleseler de, terimin 1906 yılında Amerikalı sosyolog William Graham Sumner (1840-1910) tarafından sosyal bilimlere kazandırıldığına dair görüş oldukça yaygındır. Sumner tarafından insanın kendi kültürünü, etnik ve/veya dini kültür grubunu, her şeyin hatta dünyanın merkezine koyarak onu her şey için ölçüt olarak ele alması ve diğer kültürleri buna göre

değerlendirmesi anlamında kullanan etnosantrizm (Kartarı, 2001: 185; Gösterişli, 1992: 15; Hooghe, 2008: 1; John, 2007: 2), sonrasında sosyolojik ve antropolojik bir nosyon olarak Frenkel-Brunswik, Levinson, Sanford ve Adorno (The Authoritarian Personality) tarafından popülerleştirilmiştir (Ray, Doratis, 1971: 170).

Temelde etnosantrizmi grup ben-merkezciliği olarak kavramlaştıran Sumner, bu anlayışın dış gruplara karşı olumsuz ve önyargılı tutumla güçlü bir şekilde bağdaştırılabileceğini varsaymıştır. Sumner’a göre birlik duygusu, herhangi bir dış gruba karşı bir çeşit üstünlük hissi barındıran grup içi adanmışlık, arkadaşlık ve grup dışındakilere karşı grup içindekileri korumaya hazır bulunuşluk teknik olarak etnosantrizm demektir (Bizumic ve Duckitt, 2008: 438). Dolayısıyla etnosantrizm, dış gruplara karşı negatif ve düşmanca; iç gruplara yönelik pozitif ve destekleyici tutumları içerir (Eisinga, Felling, Peters, 1990b: 54) ve her grup kendi geleneğinin en doğru, tek doğru olduğunu düşünür (John, 2007: 2). Bu tutum, bireyin kendine ait olan iç grubu üstün ve erdemli; kendine ait olmayan dış grubu ise hor ve aşağı gördüğü durumları içerir (Hammond ve Axelrod, 2006: 1). Bu çerçevede Kam ve Kinder (2006: 4), etnosantrizmi, insanların kendi yaptıkları, inandıkları şeylerin, başkalarından daha üstün olduğu düşüncesine ikna edilmiş olmaları olarak tanımlarken; Özbek (2004: 2), etnosantrizmin grup içi ilişkilere ve değerlere önem vermek, grup dışı değerleri, fertleri ve grupları aşağılamak, kendi grubuna kültürel üstünlük tanımak şeklinde ortaya çıkan dogmatik, katı politik ve ekonomik taassup ifade eden bir kavram olarak kabul edildiğini söyler.

Kam ve Kinder (2006: 5) aslında “etnosantrizm anlayışımızı Daniel Levinson’ın yazılarına borçlu olduğumuzu ifade ederken, Levinson’un etnosantrizme dair, insanların etrafındaki dünyayı anladıkları ve değerlendirdikleri algısal lenslerdir şeklindeki veciz tanımına yer verirler”. Bu bağlamda etnosantrizm, Carignan, Sanders ve Pourdavood’a (2005: 3) göre, dünyaya kendi bakış açımızdan, perspektifimizden bakmak veya anlam süzgecimizden geçirerek değerlendirmek, kendi algımızın tek değerli algı olduğunu farz etmektir. Bu çerçevede Neuliep ve McCroskey (1997: 385), etnosantrizmin merkezinde kendi gruplarını merkeze koyma-alma ve diğer gruplara karşı olumsuz duygular besleme ve davranışlar gösterme gibi eğilimler olduğunu ifade ederken; Kartarı (2001: 185) kendi grubunu diğerlerinden önemli sayma düşüncesinin bireyin yaşadığı sosyo kültürel çevresinde kendini kabul ettirme çabalarının başlangıcını oluşturduğunu söyler.

Benzer şekilde etnosantrizmi, birisinin kendi yaşam tarzını diğerlerine tercih ettiği bakış açısı olarak tanımlayan Van Der Geest’e (1995: 859) göre etnosantrizm, duygularını dile getirsin ya da getirmesin bireyin kendi kültürü ve diğer kültürler hakkında nasıl hissettiklerini karakterize eder. Zira, Hooghe (2008: 4) açık ve örtülü olmak üzere iki tip etnosantrizm eğiliminden söz eder. Hooghe’a göre, “açık etnosantrizmde, dış grup üyelerinin aynı hak ve yasal konumlara sahip olduğunu kabul etmeye dair isteksiz tavrını açıkça ve yüksek sesle ifade etmesine rağmen; örtülü etnosantrizm de bu hisler açıkça ve net bir şekilde ifade bulamaz”.

Kam ve Kinder’a (2006: 4-5) göre, her grup kendi gurur ve kibrini besler, üstünlüğü ile övünür, kendi mabudunu üstün; diğerlerini ise hor görür. Herkes, kendi örfünün, geleneğinin diğerlerininkinden doğru olduğunu düşünür. Bunlar da tahrik eder ve kışkırtır. Bu doğrultuda etnosantrizm sosyal farklılıklara genel bir bakıştır ve diğer sosyal düşmanlıklardan ayırt edilebilir. Kartarı (2001: 185) etnosantrik bireyin, kendini üyesi olduğu grubu ve kültürü evrenin merkezine yerleştirerek, değerlerini buna göre belirlediğini söyler. Bu süreçte birey, grup-dışı olanlardan kendine en çok benzeyenleri en yakına; diğerlerini aralarındaki farklılığın derecesine göre daha uzağa yerleştirir.

Etnosantrizmi bir taassup olarak ele alan Dönmezer (1984: 139) ise, etnosantrizmin, kişinin kendi grup kültürünü, duyusal tepkileri ve estetik ve ahlâkî yargıları bakımından temel olarak alması ve diğer kültürleri buna göre ölçmesi olarak tanımlayarak, ancak bir gruba bağlılığın etnosantrizm doğuracağını belirtmektedir. Dahası Dönmezer’e göre, taassup nedeni ile gruba karşı olan tutumların ve diğer kültür unsurlarının iç anlamları ve yerine getirdikleri fonksiyonlar anlaşılamadığından bunlar yanlış olarak yorumlanırlar ve duygular da uygunsuz biçimde belirtilirler. Diğer taraftan Lewis (aktaran Neuliep ve McCroskey, 1997: 385), doğal olarak, dünyadaki çoğu insanın yabancılardan hoşlanmadığını onlara karşı korku ve düşmanlık duyguları içeren eğilimler taşıdıklarını ileri sürmüştür. Başka bir açıdan da Demir ve Acar (2002: 144), etnosantrizmi, içinde yaşanılan sosyal ve kültürel ortamın referans merkezi kabul edilerek diğer toplumlar ve onlara ait ürünlerin bu referans sistemine olan yakınlık veya uzaklık, uyuşma veya çelişme durumuna göre sınıflandırılması, değerlendirilmesi olarak tanımlamışlardır. Hooghe (2008: 1), etnosantrizmin, ırkçılık, yabancı düşmanlığı, önyargı, zihinsel kapanım ve daha genel olarak otoriteryan kişilik yapısıyla yakından alâkalı olduğunu söylerken; Billiet (1995: 309), otoriteryanizmin etnosantrizm için güçlü bir belirleyici öğe olduğunu belirtmiştir.

Otoritaryenizme kaynaklık eden Adorno "Otoritaryen Kişilik Üstüne" adlı başyapıtında etnosantrizm sürecini çocukluktan itibaren şöyle serüvenleştirmektedir:

'İyi ve kötü', 'biz ve başkaları', 'ben ve dünya' gibi katı ikilikler bizim en erken gelişme evrelerimize dek uzanır. Aksi halde kaotik olacak bir gerçekliği zihinsel öngörü ve kabaca düzenleme yoluyla göğüslememize olanak vermek bakımından gerekli yapılar olarak hizmet etmekle birlikte, çocukluk klişeleri bile köreltilmiş deneyimin ve kaygının damgasını taşırlar. Bunlar gerçekliğin 'kaotik' niteliğine ve onun en erken çocukluğun her şeye kadir fantezileriyle çatışmasına işaret ederler. Klişelerimiz hem gereç hem de aşılmaz uçurumlardır: 'Kötü adam' kendi başına mükemmel bir klişedir. Aynı zamanda hem gerekli boğucu güçler olan klişelerin kullanımındaki içkin psikolojik bulanıklık, düzenli olarak bir karşı eğilimi de uyarır. Yabancılığı nedeniyle tehdit edici gözüken şeyi, aksi halde katı olacak şeyi bir tür ayinle yumuşatmaya, kendimizin (ya da ailenin) bir parçası yapmaya çabalarız. Kötü adamla korkutulan çocuk, aynı zamanda, her yabancıyı amca diye çağırmamaya da teşvik edilir. Bu tutumların her ikisindeki travmatik öğe -ikisi de uyum aracı olarak işlev görmekle birlikte- sürekli olarak gerçeklik ilkesinin önünde bir engel işlevi görür (Adorno: 2011: 127-128)

Yazarlar tarafından otoriter kişilik olarak adlandırılan bu kavram, Gordon W. Allport tarafından önyargılı kişilik olarak adlandırılmış ve şu şekilde betimlenmiştir (aktaran Schnapper, 2005: 131): “Önyargılar insanın çocuksu, bastırılmış, savunucu saldırgan boyutunu gözler önüne seriyordu; onun bilinç dışı zihinsel yaşamının yansımalarıydı. Psişik tasarrufun köklerinde, derin güvensizlik duygusu yatıyordu. Bu özellikler ebeveyniyle ve kardeşleriyle çözemediği çatışmalara bağlı olabilirdi: Ebeveyniyle çatışma yaşamadığını söylese de, yansıtma testleri bastırılmış çatışmalar yaşandığını kanıtlıyordu. Egonun yabancılaşması onu güvenlik ve otorite özlemine sürüklüyordu. Ahlâkî bakımdan katı çizgiler gösteriyor ve dünyayı dikotomi içinde düşünme eğilimine giriyordu: Güçlüler ve zayıflar; iyiler ve kötüler; biz ve ötekiler, vb. Kendi kaderini denetleyemediği duygusunu taşıyor ve başarısızlıklarının sorumluluğunu dışarıdakilere yüklüyordu. Hoşgörülü ya da demokratik olduğu söylenen kişiliklere göre, dinsel ve siyasal kurumlara çok daha bağlıydı. Otorite, hiyerarşi ve disiplin arayışındaydı. İnsanlara duyduğu güvensizlik güçlü ve otoriter bir düzen toplumunun kurulması, bu toplumun başını kişilerin davranışlarını yakından denetleyebilecek güçlü şeflerin çekmesi isteğini açıklıyordu”.

Stephen Bochner (Gösterişli, 1992: 13-14) ise, kültürlerarası ilişki-temas araştırmalarının etnosantrizmde otoriteryan kişiliğin şu izlerine rastladığını anlatır: Birincisi psikoanalitik okulun en önemli ürünlerinden biri olan otoriter kişilik de (Adorno ve diğerleri, 1950) etnosantrizm sert, sınırlı ve keyfi çocuk yetiştirme ile ilişkilendirilerek, önyargı, büyük ölçüde saldırganlık ya da şımarıklığın açılımı olarak değerlendirilir. Kültürler arası ilişki bu eğilimlerin önyargılı bireylerde dışa vurulmasının davranışsal zeminini sağlar. İkinci yaklaşım benzerliğin-çekmesi (similarit-attraction) paradigmasıdır. Bu kişiler arası davranışların pekiştirme ve bilişsel algılama kuramlarından üretilmiştir. Hepsi birbirine benzeyen insanların, benzemeyenlere göre daha iyi geçindiklerini söyler. Üçüncü görüş ise, sosyal öğrenme ilkeleri üzerine kurulmuştur. Bu görüşe göre kültür, kendiliğinden oluşan ve her yana yayılabilen bir pekiştirme şemasıdır. Farklı kültürel ortamlara yerleştirilen bireyler kendilerini, tümden yeni bazı durum ve olanaklar dizisi içinde bulurlar. Bunları öğreninceye kadar belirsizlik ve karmaşadan doğan gerilimi yaşarlar.