• Sonuç bulunamadı

1.2. ÖTEKİ[LEŞTİRME]

1.1.2. Ötekilik ve Ötekileştirme

Binyıllar boyunca insanlığın büyük bölümünün, insanlık düşüncesi ile aidiyet grubunu birbirine karıştırdığını anlatan Schnapper (2005: 178), “insanların, ötekileri ‘kötüler’, ‘kötü kalpliler’ ya da ‘barbarlar’ olarak görüp kendilerine de ‘insanlar’ ya da ‘iyiler’, ‘mükemmeller’ dediğine dikkat çeker. O’na göre bu tutum, her birimizde yeniden belirme eğilimi taşıdığına göre sağlam psikolojik temellere dayanmaktadır. Ne var ki, eğer onu benimseyip çeşitli kültürler üstünde yargıya varırsak, tam da mahkûm ettiklerimiz gibi davranmış oluruz. Barbar, her şeyden önce barbarlığa inanan insandır”. Bununla birlikte Bernasconi (2011: 145) henüz daha 1797'de J. De Maistre’nin ünlü ‘hayatım boyunca Fransızları, İtalyanları, Rusları vb. gördüm; Montesquieu sayesinde Farsi olunabileceğini bile biliyorum. Ama ilân ediyorum ki hayatımda hiçbir zaman bir insanla tanışmadım’ şeklindeki vecizesini alıntılayarak, bir başkasını şu ya bu, Siyah, Doğu Asyalı, Beyaz erkek ya da kadın, genç ya da yaşlı olarak görmenin, toplumsal deneyimin indirgenemez bir veçhesi olduğunu vurgular”.

Bu noktada Korkmaz (2008: 17) da, Ben ve Öteki arasındaki ilişkinin, birbirini determine eden, açımlayan ve yok sayan boyutuyla ontolojik karakterli olduğunu vurgular. Ancak ‘Öteki’ kavramı ile ‘ötekileşme’ ve ‘ötekileştirme’ kavramları arasında derin niteliksel ayırımlara da dikkat çeker. Korkmaz’a göre, birincide, farklı iki görüngünün bakış açısına göre birisi, hem ‘Ben’ hem de ‘Öteki’ konumlarını kendi içinde barındıran bir özdür. İkincisinde ise, “Ben’in kendi varlık alanını ihlâl ve iğfal göndergeli bir yöntemle genişletme çabası sezilir. Sözgelimi ‘birisi, her zaman ötekidir’ denildiğinde, Ben’in de kendi içinde sürekli bir Öteki’yi taşıdığı anlaşılabilir. Bu yüzden ‘Öteki’, düşman varlık değildir, aksine, kendisine yöneltilen eyleme verdiği karşılıkla ontolojik bir farklılık algılaması da yaratan ‘kendine özgü’ bir varlıktır. Kendiyi daha iyi yansıtacak bu farklılık algılaması, Ben’in etik bir değer oluşturmasına daima katkıda bulunur”.

Öteki ile ilişki ve başkalık üstüne düşüncenin modern toplumla birlikte doğmadığını belirten Schnapper (2005: 25-26), Öteki’ni düşünme yollarının Yunan Antikçağı’ndan bu yana gelişerek bize miras kaldığını; bu arada, Yeni Dünya’nın keşfedilmesinin sonlu bir dünyada halkların, ülkelerin ve yaşam tarzlarının sonsuz çeşitlilik içinde olabileceğini hesaba katmayı dayattığını anlatır. Öteki’ni tasarlamanın iki temel yolu ya da Durkheim’ın üslûbuna uygun olarak Öteki ile ilişkinin iki temel biçimini kabul etmenin kaçılmaz olduğunu ifade eden Schnapper’a göre, bunlardan “a)

Birinci durumda düşünce, farkın saptanmasına dayanır: Öteki ötekidir, insan toplumları çeşitlidir. Bu fark, kaçınılmaz olarak aşağıda olma bağlamında yorumlanır. ‘Ben’, Öteki’ne değer biçerken ‘benim’ kültürümün ölçütlerini kullanır ve bunu genel anlamıyla kültürle karıştırır. Bu durumda Öteki, kendisinin eksik halinden başka bir şey olamaz. Öteki bu farkla kabul görür, ancak değiştirilmesi mümkün olmayan bir aşağıda olma hali içinde donup kalır. (…) Farklılaştırıcı tutum, saldırgan biçimiyle Öteki’nin reddini öneren özgün bir biçimde ortaya çıktı: Kendi ile Öteki arasındaki fark, farklı olanın çıkarılması, dışlanması ya da en uç durumda yok edilmesiyle sürdürülmeye çalışıldı. Irkçılığın mantığı da budur. b) İkinci durumda, evrenselcilik ilkesi asimilâsyonculuğa doğru gerileme tehlikesi barındırır. Bu durumda, ‘Ben’ Öteki’yi, bütünlüğü olan, benle aynı hakları taşıyan insanî bir varlık olarak görür. Ne var ki, başkasının özdeş olduğunu düşünmeden eşit olabileceğini tasarlamak zor olduğu için ‘Ben’ onu kendi özgürlüğü içinde algılamaz. Öteki, ‘Ben’ gibi olmak durumundadır. Evrensel olan, ‘Ben’in kültüründe asimile edilir. Böylelikle ‘Ben’ asimilâsyoncu siyaseti uygulamaya koyabilir; sonunda Öteki’nin kültürünü kökten kazır ve kendinde soğurur. Bütün insanların eşit oldukları ilân edilmiş olsa da ötekinin kimliği olduğu gibi kabul edilmez. Ve aynı zamanda hem eşitliği hem de farklı düşünme yoksunu olunduğu için alt-insanlık ya da insan olmamadan söz edilerek bazılarını mahkûm etme tehlikesiyle karşı karşıya kalınır. En saldırgan siyasal biçimiyle bu, emperyalist/sömürgeci ya da asimilâsyoncu ırkçılığın mantığıdır. Burada söz konusu olan Öteki’ni dışlamak değil, kendine benzetebildiği ölçüde onu inkâr ederek içine almaktır”.

Dolayısıyla bir paradigma olarak ötekilik konseptinin bir kendilik bir de başka(sı)lık sorunsalı olmak üzere iki temel dayanağı ve tezahürü vardır. Korkmaz (2008: 30), kişinin kendilik bilincine kavuşmasının, öncelikle ‘dıştanlık’ın kör bataklıklarına saplanmadan kendi içine dönmesine ve orada oturmayı öğrenmesine bağlı olduğunu anlatır ve Ortega Y. Gasset’in kendi içinde oturmayı öğrenemeyen kişinin, hayvan gibi içine sığamayacağını ve dıştanlığa gömülerek asla kendini kuramayacağını ifade eden veciz sözüyle kapsar, bütünler. Diğer taraftan Bourse (2009: 151) ise, başkalık sorunsalının okunabileceği en azından üç eksenden söz eder. Bunlar, Bilgi ekseni: Ötekini ve onun özünde olduğu şeyi bilebilirim ya da bilmeyebilirim. İletişim ekseni: Ötekinin değerlerini benimsiyorum, kendimi onunla özdeşleştiriyorum ya da onu özümsüyorum ve kendi dilimi ona dayatıyorum. Son olarak değer yargısı ya da etik

eksen: Öteki iyidir ya da kötüdür, ben onu severim ya da sevmem, benim dengimdir ya da altımdadır. Bourse’a göre “bu üç eksen Varlık ve Hiçlik’te Sartre’ın gayet iyi tanımladığı temel bir ontolojik duruma gönderme yapar. Öteki, öncelikle nüfus edilemezdir; varlığı yalnızca bir olgu değil, benim kendi varlığım ve serpilip gelişmem için zarurî bir şart olsa bile bu böyledir. O olmadan gerçekten, dile, kültüre, politikaya erişemem”.

Farklılıkla örüntülü kategorilerin toplumsallığın inşasına etkisi ne düzeyde ve yöndedir. Bu bağlamda Güvenç (2011a: 78–79), aynı toplumda yaşayıp, benzer bir eğitim süreciyle benzer kültür aldığımız sözünü kaba bir genelleme olarak nitelendirerek, toplum-topluluk adı verilen birlik/bütünlüğün, bir aile, soy, sop grubundan, bir imparatorluğun uyruğu olmaya kadar değişebilen bir zemin-zaman biricikliği olduğunu ima eder. O’na göre, bu zemin-zaman biricikliğinin tümünü değil, ancak küçük bir bölümünü, ötekilere benzemeyen veya karşı cephe alan çeşitli gruplar içinde yaşıyor, varlığımızı -genel kural olarak- ötekilere karşı algılıyoruz. Biz ötekilere ‘öteki’ adını verince, onlar da bizi ‘öteki’ olarak görüyorlar. Böylece herkes, her birey ‘öteki’ yani yabancı oluyor, toplumuna yabancılaşıyor ve çağdaş kimlik sorunu, yani insan türünün kimliğini (varlığını) ‘öteki’ne karşı algılaması eğilimi de buradan kaynaklanıyor.

Bu sürecin sonunda geliştirilen ve bulaşan öteki imgesi, teknik olarak benden/bizden olmayanların nasıl göründüğü, algılandığıdır. Bourse’a (2009: 29-30) göre, imge, algının kaydından kaynaklanır ve algı, yaygın önyargının tersine, pasif bir görüngü değildir. Bu, zihnin, belirli bir nesneden ya da gerçeklikten kendisine ulaşan bilgilerin, izlenimlerin, duyumların sentezini gerçekleştirdiği aktif bir süreçtir. Bu sentez öznenin daha önce edindiği yargılarla yönlendirilir ve belleğine ve imgelemine çağrıda bulunur. Bu anlamda, öteki imgesi yalnızca onun görünme tarzı değil; aynı zamanda onun hayal edilme tarzıdır.

Her etkinin bir tepkisi olduğu gerçeğinden yola çıkan Özçalık ise, ‘öteki’nin edilgen olmasının zaten beklenemeyeceğini dolayısıyla kategorileşen, dışlanan, etiketlenen ‘öteki’nin çok kimliklilikle hiç kimliklilik arasında gidip geldiğini şöyle anlatır (2008: 5): “Çok kimliklidir çünkü çoğunluğun benimsemesi için baskı kurduğu rolleri taşımaya çalışır, bu baskıya tepkisel olarak oluşturduğu yapısı vardır. Bunların yanı sıra, baskıdan önce de var olan geçmişinden gelen kimliği mevcuttur. Ne var ki ‘öteki’ aynı zamanda hiç kimliklidir; çünkü sayılan kimliklerin üçüne de gerçek

anlamda ait hissetmez. Kökeninden kopmuş ya da koparılmıştır, eski bağını yitirmiştir, çoğunluğun sunduğunu benimseyemez, benimsese bile çoğunluk tarafından kaybettiği kökeni sürekli hatırlatılır, tepkisel olarak sarıldıkları ise yanılsamadan ibarettir, özü değildir. Öteki, kaybolmuştur bir yerde”. Bu noktada Foucault’nun (aktaran Boyne, 2009: 53) da, ötekiliğin geçen zamanla birlikte geçmişte bırakılabilecek bir şey olmadığı konusunda hiç kuşkusu yoktur. Onun sözlerine yön veren Öteki’yi denetimden çıkmış bir cinnet hali olarak ya da acı çeken veya intikam halindeki bir güç olarak değil, farklı olma hakkı olarak geri kazanma arzusudur.

‘Biz’ topluluğunun inşasının, son derece farklı ‘berikiler’ olarak algılanan bir ‘Öteki’nin dışlanmasıyla gerçekleştiğini ifade eden Semelin (2011: 46) bu bağlamda klasik bir toplumsal olgu olarak bir grubun kimliğinin başka bir grubun ‘öteki’ olarak damgalanması ile kendini ifade ettiğini anlatır. O’na göre farklılık bu şekilde inşa edilir. Bauman (2010: 51) da, ‘Biz’ ve ‘Onlar’ın yalnızca iki ayrı insan grubunu değil, tümüyle farklı iki tutum arasındaki duygusal bağlanma ve antipati, güven ve kuşku, güvenlik ve korku, işbirliği ve çekişme arasındaki ayrımı temsil ettiğini söyler. Bu, süreçte Biz ve Onlar arasındaki ötekilik algısının psiko-nevrotik sıkıntılara neden olduğunu ima eden Bauman, etnosantrizme varan bu algının kartopu etkisi gibi birbirini tetiklemesini şöyle senaryolaştırır:

‘Biz’ ait olduğumuz grup anlamına gelir. Bu grup içinde onları gayet iyi anlarım ve anladığım için nasıl sürdüreceğimi bilirim, kendimi güvenli ve evimde hissederim. Bu grup âdeta benim güvenli ortamım, içinde olmaktan hoşlandığım ve huzur içinde döndüğüm yerdir. ‘Onlar’ ise ne ait olmayı isteyebileceğim ne de istediğim bir grubu anlatır. Dolayısıyla o grupta neler olup bittiğine ilişkin gözümde canlanan şeyler, belli belirsiz ve kopuk kopuktur; o grubun işleyişine ilişkin pek bilgim yoktur ve bu yüzden o grubun yaptığı her ne ise benim için genelde kestirilemez ve aynı şekilde korkutucu şeylerdir. Ben ‘Onlar’ın temkinli tutumunu ve endişelerimi aynı geçer akçeyle geri ödediklerinden, kuşkularıma karşılık kuşku duyduklarından ve benim onları onaylamadığım gibi onların da bana hınç beslediklerinden kuşkulanırım. Bundan dolayı onlardan beklediğim çıkarlarıma karşı hareket etmeleri, bana zarar vermeyi ve başıma bir çorap örmeyi istemeleri ve felâketimden mutluluk duymalarıdır.