• Sonuç bulunamadı

1.3. ETNOSANTRİZMİN TOPLUMSAL UZAMI

1.3.3. Toplumsal Tabaka ve Eşit(siz)lik

1.3.3.2. Eşit(siz)lik

Eşitlik kavramı Türk Dil Kurumu, Güncel Türkçe Sözlüğü’nde “1- (a) İki veya daha çok şeyin eşit olması durumu, denklik, müsavat, muadelet, (b) Kanunlar yönünden insanlar arasında ayrım bulunmaması durumu; 2- Bedensel, ruhsal başkalıkları ne olursa olsun, insanlar arasında toplumsal ve siyasî haklar yönünden ayrım bulunmaması durumu anlamında kullanılmıştır. Felsefe Terimleri Sözlüğü’nde ise değer, yaş, hak, ödev vb’lerinde eşit olma durumudur. Sözlükte toplumsal, siyasal, sosyal eşitlik ayrı ayrı tanımlanmak zorunda kalınmıştır. Buna göre; Toplumsal eşitlik: Yasalarla tanınmış hak ve yükümlülüklerde bütün yurttaşların eşit olması, özdeşliği.

Siyasal eşitlik: Yurdun yönetimine katılma haklarında (seçme ve seçilme) bütün

yurttaşların eşit olması. Fırsat eşitliği: Bireylere toplumsal yaşamın her alanında (eğitim, kültür, ekonomi vb.) kendilerini geliştirebilmeleri için eşit olanaklar sağlanması. Eşitlik ilkesini gerçekleştirme isteği türlü derecelerde olabilir: Ahlâksal bir gereklilik olarak insanlara eşit kişisel haklar tanımaktan, bireyleri mekânik bir biçimde her yönden eşit kılmaya değin uzanabilir (tdkterim.gov.tr/bts/)”.

Nikomakhos’a göre eşit, (aktaran Tunçay, 2006: 156) “daha büyük ve daha küçüğün aritmetik oranlamaya göre ortasıdır. Bunun için ona ‘dikaion’ denir: ‘dikba’dır (ortadan ikiye bölünmüş) diye neredeyse ona ’dikbaion’, ‘dikastes’e (yargıca) de ‘dikbastes’ (ikiye bölen) denecekmiş. Nitekim iki eşit parçanın birinden bir kısım alınıp ikincisine eklenince, ikincisi, kendisine eklenen kısmın iki misli büyük olur birinciye göre; oysa alınan kısım ona eklenmeseydi, yalnızca alınan kısım kadar daha büyük olacaktı: Böylece ikinci parça (eklenen) bu kısım kadar daha büyük olacaktır”. Görüldüğü gibi disiplinlerin olabileceği gibi; farklı değer ve durumların da kendine özgü eşitlik tanımı vardır. Bu durum genel geçer, evrensel ve kapsayıcı bir eşitlik tanımının olmamasından/yapılamamasından kaynaklanır. Özellikle toplumsal ve sosyal hayatta iki veya daha fazla şeyin eşit olması, denklik durumu gibi mekanik tanımlar bir toplumsal gerçeklik olarak eşitliği tanımlamada oldukça yetersiz kalmaktadır.

Bu noktada Touraine’ye (2011: 280) göre de, “eşitlik dendiğinde, yalnızca hak eşitliği, fırsat eşitliği ya da toplumsal uçurumların ve maddî ya da simgesel zenginlikle- rin eşitsiz dağılımının azalması anlaşılmamalıdır; eşitlik insanlığa ait oluşun, ne birinde ne ötekinde, ne zenginlerde ne yoksullarda, ne yenilerde ne eskilerde daha fazla olan ortak bir bilincine dayanmalıdır”. Eşitliğin bilinçlice bozulduğu tarafgir durumlarda ayrımcılık var demektir. Ayrımcılık, birini bir başkasına; bir hakkı diğerininkine; bir

tarafı, öbürüne göre herhangi bir değer unsurundan dolayı farklı muameleye tabi tutmaktır.

“Eşitliğin tarihsel olarak izini sürdüğümüzde muhtemelen tarım öncesinden miras alınan eşitlik fikri, Yunanistan'daki Stoacılara (onlara göre, aklın ürünü tüm varlıklar eşittir ve sonuçta eşit muameleye tabidir) ve erken dönem Hıristiyanlara (örneğin, St. Augustinus, eşit ve özgür olarak masumiyet durumundaki insandan bahseder) kadar gitmektedir ve daima güçlü, belirsiz olmayan dinsel bir yön taşımıştır. Nihayetinde, bütün insanların Tanrı katında eşit olmaları (diğer dinlerde de olduğu gibi) Hıristiyanlığın ana ilkesidir; buna göre herkes Tanrı tarafından eşit ölçülere göre yargılanır. Özel kayırmalar ya da ayrıcalıklar yoktur (Mulgan, 1995: 53)”. Schnapper (2005: 38-39), Yunanlılardaki dönemin doğal farkları olan özgür insanlar, yani eleutheroi ve köleler, yani douloi arasındaki farkın gereği olarak bazı insanların, doğaları gereği köleliğe hasredilmiş olduklarını ve bunun döneminde adil ve avantajlı görüldüğünü anlatır. Schnapper’e göre “zaten doğanın kendisi de özgür insanların bedeni ile kölelerin bedeni arasında belli bir fark yaratmak istemiştir; bazıları zorunlu görevlerini yerine getirebilmek için güçlüdür; diğerleri ise dimdik cüsseleriyle bu tür faaliyetler için elverişsiz, ancak siyasal yaşam için uygundular. Aristoteles beden ile ruhun bu iki düzenlenişinde özgür insanlar ile köleler arasındaki doğal eşitsizliği görür”. Mulgan (1995: 48) ise “arkeoloji, palaeopatoloji ve eski yaşamı yeniden kurgulayan diğer çeşitli bilimlerden elde edilen artan sayıda kanıtların büyük çoğunluğuna göre, tarıma geçilmeden önce insanların çoğunun, biriktirilecek yiyecek ya da parasal fazlaların yükünü taşımayan ve yalnızca çok seyrek olarak savaş ve soy kırım nöbetlerine yakalanan, görece eşitlikçi toplumlarda yaşadığını belirtmiştir”.

Ancak 1789 Fransız Devrimi’nden sonra eşitlik ve eşit(siz)lik arasında sinor değerlerin, alanların, anlayışların, toplumsal kabullerin değiştiğini görüyoruz. Ozankaya’ya (1986: 146) göre, bu dönemden sonra ‘yasalar karşısında eşitlik’ ilkesinin benimsendiği, yasalarla sağlanan ayrıcalıkların kaldırıldığı görülüyor. 1789 Fransız Devriminden sonra, insanlar arasındaki eşitsizlikler doğal karşılanmamaya, göksel gerekçelerle (Tanrının yeryüzündeki gölgesi) açıklanmamaya başlamıştır”. Başka bir açıdan Rousseau, insanların olmadığı bir durumdan, bir eşitsizlik durumuna geçtiğini kabul etmekle birlikte; bunu insanın nüvesine rağmen bir süreç olarak betimler. O’na göre (aktaran Schmidt, 2002: 62-63), “insanlar, barış ve birlik, özgürlük ve doğal eşitlik içinde birlikte yaşadıkları doğal bir durumdan, vaktiyle doğal olarak iyi olan insanları,

birbiriyle rekabet eden, kendini düşünen bir varlığa dönüştüren, diğer insanlara bilinçli olarak zarar verebilen bir eşitsizlik durumuna geçtiler”.

Sonuçta, “Rousseau, biri ‘doğal’, diğeri ‘siyasal’ olarak nitelendirilebilecek iki tür eşitsizliğin olduğunu belirtir. Ona göre ‘gerçek’ eşitsizlik olan siyasal eşitsizlik bir toplumu ya da en azından bir toplumsal ilişkiler ağının varlığını gereksindirir; bu nedenle de doğal durumunda var olamaz (Ağaoğulları, 2006: 43)”. Benzer şekilde Balibar (2007: 252) da “doğuştan eşitlik antropolojisi ile kalıtımsal eşitsizlik antropolojisinin çatıştığını ve bunun da toplumsal uzlaşmazlıkların yeniden benimsetilmesine izin verdiğini belirtir”.

Diğer taraftan Serter (1996: 255-256), “her insanın gerek fiziki görünüşü, gerek ırkının özellikleri, gerek yaşadığı toplumun ona kazandırdıkları ile hem beden, hem karakter olarak bir diğerinden farklı milyarlarca insan içinde birbirine her yönü ile benzeyen iki kişi bulmanın mümkün olmadığı gerçeğini ifade ettikten sonra, O zaman eşitlikten nasıl söz edilebilir? diye sorar. Serter’e göre, “insanlık tablosundaki eşitsizlik gibi görünen bu farklılıklar aslında bir çeşitliliktir. Çeşitlilikteki bu güzellik daima toplumsal gelişime hız katmış, farklı yetenek, eğitim ve ruhsal nitelikler birbiri ile çatışarak veya birbirine destek olarak insanlığın engin tecrübe birikimine, maddî ve manevî gelişimine zemin hazırlamıştır”.

İnsanlığın tarihsel, sosyo-kültürel ve sosyo-ekonomik eşitsizliğinin gelişim seyrinden hareket eden Renaut ve Mesure, toplumların şu üç farklı rejimle karşı karşıya kaldıklarını (aktaran Doytcheva, 2009: 22) ifade etmektedirler: “a) Ötekinin kendi’nden aşağı olduğu, ilişkide yukarıdan bakmanın hâkim olduğu eski rejim –Antik toplumlardaki Barbar, sömürge toplumlarındaki otokton halklar-; b) Eşitliğin öncelikle benzerlik üzerinden yorumlandığı -vatandaşların ortak insanlıklarıyla eşit olduğu- modern rejim; c) Son olarak kişilerin faklılıkları üzerinden değil farklılıklarıyla eşit olarak tanınmayı arzu ettiği ve eşitliğin artık kültürlerin denkliği olarak anlaşıldığı günümüz rejimi”. Aslında son maddenin eşitlik konusunda dünyanın genel kabulü olup olmadığı tartışmalıdır. Bazı bireyler, devletler eşitliği benzerlik üzerinde yorumlama yoluna giderken; bazıları da farklılıklarla eşit olarak tanıma yoluna gitmişlerdir. Bu basit bir paradigma farklılığından öte, toplumsal pratikleri gerek bireylerarası, gerek örgütsel, gerek kitlesel gerekse milletlerarası düzlemde etkileyen büyük bir fikir düzlemidir.

Ancak her hâlükârda insanlık tarihine bakıldığında mazide, eşitsizliğin türlü nedenlere dayandırılarak, türlü şekillerde pratiklere yansıdığını görmek mümkündür. Marxvari deyişle ‘insanlık tarihi, eşitsizlikler tarihidir’. Aslında demokrasi ya da monarşinin retoriğindeki ‘halk’çı değerler, eşit(siz)lik’in itme-çekme düzenle(me)ridir. İnsan(lık), cinsdaşını eşitsizliklerle imtihan ede gelmiştir. Değer notu ise olsa olsa (bir yanlışını bir daha yapmamak üzere) şartlı sınıf geçmedir.

Eşitsizlik ‘başkasına göre’ bir fenomendir. ‘Öteki’ olmadan eşitsizlikten söz edilemez. Bir başka şeye, kişiye, servete, hakka, cinsiyete, ırka, devlete, renge, dine göre ancak eşit(siz)lik durumundan söz edebiliriz. Diğer bir deyişle eşit(siz)lik özdeş iki şeyin olduğu her yerde potansiyel olarak söz konusu olabilir. Sadece bir algılanış ve fark ediliş durumu bu potansiyeli soruna dönüştürebilir. Eşitsizliğin kuramsal temeli tarafımızca, ‘Eşit(siz)likte Tahterevalli Oyunu’ şeklinde kuramsallaştırılmıştır. Bu oyun, uçlarında [özdeş] oyuncular, ortada denge merkezinin olduğu (eşit ve çift kollu kaldıraç mekanizması) bir sosyal mekanizmadır. Eşitsizlik, birincisi, [özdeş] oyuncular arasında denge merkezinin, bir tarafın ayaklarının yerden kesilecek şekilde bozulduğu durumda/zamanda; ikincisi, taraflar arasında psikolojik ve bilişsel olarak bir kıyaslama durumunun olduğu anda ortaya çıkar. Bu çerçevede eşitsizlik pratik ve somut dizgeler bütünü olduğu kadar, psikolojik ve bilişsel bir farkındalık halidir. Yani bu oyunda, paradoksal olarak kişi ayakları yerden kesildikçe, dengeyi ve dengeyi bozan etkenleri sorgulamakta, böylece bir farkındalık hali olarak eşitsizlik durumu ortaya çıkmaktadır. Yani eşitsizlikten söz edilebilmesi için, a) Öncelikle tahterevallinin iki tarafında özdeş varlıkların olması gerekir (insan-insan gibi, veya içinde insan olan birey(ler)den kurulu tüm unsurlar: birey, grup, topluluk, millet, ırk, devlet, kıta, din, dil vd); b) İkincisi ağırlık merkezinin bir tarafın diğeriyle aynı imkân ve olanaklarda olmadığını gösterecek şekilde bozulması gerekir. Bu süreçte oyuncular arasındaki fark değeri ne kadar yüksekse o kadar eşitsizlik var demektir; c) Üçüncüsü, bozulan dengenin sorgulanması gerekir: Taraflardan biri veya tarafsız birinin durumu eleştirmediği hiçbir durumda fark ne kadar büyük olursa olsun eşitsizlikten bahsedilemez. Eşitsizlik farkın olduğu her yerde her an potansiyel olarak mevcut bir fenomendir. Onu var etmek; görünür kılmaktır. Farkın fark edilmediği durumlarda, eşitsizliğin tarafları, bu durumu rutine bile dönüştürebilir. Özellikle üçüncü unsur olmak üzere, bu etkenlerden biri veya birkaçının eksik olduğu durumlarda eşitsizlik yoktur. Dolayısıyla eşitsizlik, dengesizliğin eleştiri durumudur.

Bu bağlamda çarpıcı bir tespitle Mulgan (1995: 55-56) “daha çok eşitlik için mücadele yürüten çeşitli hareketlerin güçlerinin büyük bölümünü aritmetik eşitlik ve aynılığın gördüğü yaygın destekten değil, yokluk ve çaresizlik karşısındaki öfkeden aldıkları sezgisel olarak inandırıcıdır”, der. O’na göre, “bu öfke zenginin servetinden çok fakirin yoksulluğundan kaynaklanır; servet yalnızca karşılanmamış ihtiyaçlar sayesinde ortaya konduğunda ahlâkî bakımdan çirkindir”. Alain Touraine, ‘Demokrasi

Nedir?’ adlı eserinde demokrasinin başlıca amacının, temel ilkesi eşitlik olan siyasal bir

toplum yaratmak olduğunu ve demokratik ilkeler söz konusu eşitsizliklere karşı bir çözüm yolu olarak çalışmadığında aldatıcı ve etkisiz olacağına değinir. Touraine’ye göre, (2011: 38), demokrasinin var olma koşulu siyasal eşitlik, tüm yurttaşlara aynı hakların verilmesi değildir yalnızca; demokrasi toplumsal eşitsizlikleri ahlâkî haklar adına dengelemek üzere bir araçtır aynı zamanda. Öyle ki, demokratik devlet, en savunmasız yurttaşlarına yasanın belirleyeceği sınırlar çerçevesinde, devletin kendisinin de içinde bulunduğu, eşitsizlik içeren bir düzene karşı gelme hakkını tanımalıdır. Bu bağlamda Touraine’e (2011: 26), demokrasinin yalnızca yasalara değil, daha çok bir siyasal kültüre dayandığını ve demokratik kültürün çok kez eşitlikle tanımlandığını belirtmiştir.

Doytcheva (2009: 21), “1950’li yıllardan itibaren eşitsizliklerin azaltılması kaygısıyla yurttaşlıkla ilgili alanda ve sosyal alanda önemli ilerlemeler kaydedilirken 1948 tarihli İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi ile düzenlemelere bir çerçeve sağlanmış olduğunu belirtir”. Touraine (2011: 110) ise, “eşitlik, her şeyden önce İnsan Hakları Bildirgesi'nde sözü geçen haklarda bir eşitliktir”, der. Touraine’ye göre, “eylemde eşitsizliğe karşı başvurulan eşitlik hem ahlâkî hem de siyasal temellere dayanmalıdır. Kimilerine göre, tüm insanlar us sahibi oldukları için eşittir; kimilerine göreyse, eşitlik toplumsal sözleşmeye ya da demokratik kurumlara katılımdan doğar”. Ancak, yasalarla tanınan demokratik, medenî ve siyasî haklar, insanlığın içine emdiği, var olduğu günden beri yeniden üretip, yeniden içselleştirdiği eşitsizlik gerçeğini ortadan kaldıramamaktadır. Serter (1996: 255) günümüz 21. yüzyılında uzun ve engin tecrübeler yaşamış bir insanlıkla karşı karşıya olmamıza rağmen hala dünyamızda insana bakışın, eşitlikçi olmaktan uzak olduğunu vurgulayarak eşti(siz)likle ilgili şu basit, tek ve çarpıcı çözümü hatırlatıyor: “Yasal düzeyde yapılan eşitleyici reformlar, insan gönlüne inmediği sürece dünyanın gerçek eşitliğe ulaşması mümkün değildir”.

Dolayısıyla, eşitliğin 'apriori' hali; adalettir. Adalet yasalarda suret bulabilir ama bu olsa olsa eşitliğin üzerinde oynandığı halidir. Adaletin yasalaşmamış, orijinal hali insanın nüvesinde ve o da vicdan denilen yerdedir. Rawls’a (aktaran Doytcheva, 2009: 45) göre, adil bir toplum, iki temel prensiple yönetilir. İlki, herkesin eşit özgürlüğü prensibidir: temel hak ve özgürlükler (seçilme ve oy hakkı, toplanma, ifade ve dolaşım hakkı) garanti altına alınmalıdır; bu haklar önceliklidir ve üzerinde pazarlık yapılamaz. İkincisi, Rawls’un fark prensibi diye adlandırdığı prensiptir. Bu prensibe göre sosyal ve ekonomik eşitsizlikler a) herkesin yararına oldukları, b) herkese açık konumlar sağladıkları (fırsat eşitliği sağlandığı) ölçüde kabul edilebilirler. Sezen (1994: 297) ise adalet dağıtımının üç gücün ortaklaşa içinde bulunduğu bir düzen olduğunu ifade eder. Âdil kurallar yasama, âdil kararlar yargı, âdil uygulama yürütme tarafından üretilirse adalet gerçekleşecektir. Birinin eksik ya da âdil olmayan üretimi diğerinin ürettiğini doğrudan etkiler ve anlamsız kılar”.

Taylor (1996: 63), sözde adaletli olan ve farklılıkları görmezlikten gelen toplumun, yalnızca insanlık dışı davranmakla kalmadığını, alttan alta işleyen ince ve bilinçdışı bir yolla, kendisi büyük ölçüde ayrım gözetici bir tutum içine girmiş olduğunu da söyler. Kymlicka (1998: 174) ise siyasal eşitliğin önemi ve tanımında, farklılıkların onay görmesinin eşitliğin tam da özü olduğunu vurgular. Bu noktada Ronald Dworkin açıkça şunları söylemektedir (aktaran Touraine, 2011: 38): “siyasal eşitlik, siyasal bir topluluğun en zayıf üyelerinin, hükümetlerinden en güçlü üyelerin kendileri için sağladıkları ilgi ve saygıya eşit bir ilgi ve saygı görme hakkına sahip olduklarını varsayar, öyle ki, eğer kimi bireyler, ortak çıkar üzerindeki etkileri ne olursa olsun birtakım kararlar alma özgürlüğüne sahipse, tüm bireyler aynı özgürlüğe sahip olmalıdır”

“Bir grubun tikel haklar için mücadele etmesinin temel nedeni, o gruba ait bireylerin bazı farklı ve değiştirilemeyecek niteliklere ve bu farklı niteliklerinden dolayı daha düşük bir toplumsal statüye sahip olmaları, yani sırf o gruba mensup oldukları için ayrımcılığa uğramaları (Gülalp, 2007: 175)” ya da uğradıklarını düşünmeleridir. Çünkü eşit(siz)lik algısı ve istencinde ‘göre(ci)lik’ unsuru oldukça önemli yer tutar. Kolektif aidiyetlerin eşit(siz)lik düşüncesine nereden, nasıl, neden, ne zaman kapıldıkları, farklılık unsurunu nasıl algıladıkları ve okudukları tam olarak anlaşılmadan eşit(siz)likten kesinlikle söz edilemez. Böyle bir tavır içinde olmak ön yargıyı, ön yargıya boğdurmaktır. Öncelikle ve özellikle eşitlik istenci, bir kimlikten dolayı değil;

insan olmanın verdiği haktan kaynaklanmalıdır. Hatta bütün eşitlik söylemleri ve istemlerinde başat kimlik unsuru, ‘insan’ olmak olmalıdır. Rockefeller’in (1996: 106) de çok iyi ifade ettiği gibi “İnsan olarak sahip olduğumuz genel geçer kimliğimiz bizim birincil kimliğimizdir, vatandaşlık olsun, cinsiyet olsun, ırk ya da etnik köken olsun, hiçbir kimlik bu evrensel kimliğimizin önüne geçemez”.

Bazılarına göre eşitliğin sağlanması, yalnızca siyasal ve demokratik haklar, insan haklarını ve oy haklarını etkilemiştir; başkalarına göreyse, bu etkiler sosyoekonomik alana dek uzanmıştır. Taylor’a (1996: 58) göre, “yoksul olmaları nedeniyle vatandaşlık haklarından yararlanmaları dizgeli olarak engellenen insanlar, bu görüşe göre ikinci sınıf vatandaş sayılıyor ve eşitliğin sağlanması için onarımsal eylemleri zorunlu kılıyorlar”. Bu eylemlerin başında Mulgan’ın da (19995: 57) ifade ettiği gibi eşitlikçi argümanlar yapmaya çalıştığı üzere göreli yoksunluktan çok mutlak yoksunluğu ortadan kaldırmak vardır. Ringen, (2010: 165-186) “aşırıya varmayan eşitsizliğin bazı bakımlarda özgürlüğü, sosyal çeşitliliği ve ekonomik enerjiyi yansıtan iyi bir şey olmasına rağmen yoksulluk için aynı şey söylenemeyeceğini ifade eder. O’na göre toplumun mevcut kaynakları yokluğu kaçınılmaz kılacak düzeyde olsa bile yoksulluk kabul edilemez. En kötü türden bir mutlak kötüdür. Kölelikten sonra gelen en uçtaki sosyal hastalıktır”. Giddens, sosyal bilimlerde yaygın olarak kabul edilen mutlak ve göreli olmak üzere iki yoksulluk türü üzerinde durur. Giddens’a (2008: 386) göre, mutlak yoksulluk “insan varoluşu için (yeterli yiyecek, barınma ve giyecek gibi) temel gereksinimlerden yoksun olma durumudur. Mutlak yoksulluk kavramı evrensel geçerliliği var diye görülmektedir. Göreli yoksulluk kavramını savunanlar ise, yoksulluğun kültürel olarak tanımlanır olduğunu ve evrensel bir yoksulluk standardına göre ölçülmemesi gerektiğini, hem toplumların arasında hem de toplumların içinde farklılık gösterdiğini kabul etmektedirler. Bir toplumda gerekli olarak görülen şeyler başka birinde lüksler olarak önemsenebilir”.

Bauman (2000: 185), Birleşmiş Milletler Kalkınma Projesinin (10 Eylül 1998 tarihli Le Monde'da yayımlanan) en son raporundan hareketle, mal ve hizmetlerin küresel tüketimi 1997’de, 1975’tekinin iki katı olduğu ve 1950'den beri altı kat arttığı halde, bir milyar insanın en temel ihtiyaçlarını bile karşılayamadığını söyler. Bauman’ın aynı rapora dayanarak ortaya koyduğu veriler, insanlığın paradoksal olarak modern bir şekilde eşitsizliğe yürüyen halini çarpıcı verilerle göstermektedir. Buna göre:

"Gelişmekle olan ülkelerde yaşayan 4.5 milyar kişi arasında, her beş kişiden üçü temel altyapı hizmetlerinden yararlanamıyor. (…) Beş çocuktan biri herhangi bir okula 5 yıl bile gitmiyor; sürekli yetersiz beslenenlerin oranı da aynı. ‘Gelişmekte olan’ 100 ülkeden 70-80'inde kişi başına düşen ortalama gelir bugün, on, hatta otuz yıl öncekinden bile daha düşük. 120 milyon insan günde bir dolardan bile az bir parayla geçiniyor. Aynı anda, dünyanın açık farkla en zengin ülkesi ve dünyanın en zengin insanlarının anavatanı olan ABD'de, nüfusun yüzde 16,5’i yoksulluk içinde yaşıyor; yetişkin kadın ve erkeklerin beşte biri okuma yazma bilmiyor; yüzde 13'ünün ortalama ömrü 60 yıldan az. Öte yandan, dünyanın en zengin üç adamının şahsî varlıkları en yoksul kırk sekiz ülkenin toplam milli hâsılasından fazla; en zengin on beş kişinin serveti Sahra-altı Afrika'nın tamamının toplam hâsılasını aşıyor. Rapora göre, en zengin 225 kişinin kişisel servetlerinin yüzde 4'ünden azı, dünyanın bütün yoksullarına yeterli beslenmenin yanı sıra temel tıp ve eğitim hizmetlerini götürmeye yetiyor (Bauman, 2000: 185).

Geoff Mulgan her biri farklı bir biçimde çoğunluk çıkarına gönderme yapan üç tür argüman olduğunu ileri sürerek, bu argümanlardan ilkinin toplumsal bağdaşırlık argümanı olduğunu söyler. Mulgan’a göre (1995: 59-60), “aşırı eşitsizlik ve yoksulluk çoğunluğun yaşam kalitesini aşındıran ve bir toplumun ahlaki temellerini inceden inceye kemiren toplumsal karışıklık, çatışma ve yüksek suç oranına neden olur. Bundan başka önemli orandaki eşitsizlikler geleneksel toplumda değilse bile, sürekli hareket olanağı ve fırsatlar vaat eden modern bir toplumda, toplumsal hiyerarşinin tabanında yer alanlar büyük bir olasılıkla konumlarını kabul etmeyecekler ya da kendilerinde politik ayaklanma ve suç işleme hakkı görerek tepki göstereceklerdir. Sonuçta, toplumsal olarak bölücü eşitsizlikleri ortadan kaldırmak çoğunluğun çıkarınadır”.

Eşitsizlik bir hiçlik halinde olabilir mi? ‘Hiç’lik bir bulunmayış durumudur. Ama kesinlikle bir ‘yok’luk durumu değildir. Hiçlik’in apriori hali olmamasına karşın; yokluğun varlık hali mutlaka akla gelir. Bu bağlamda eşitsizliğin olmadığı bir toplum yoktur, düşünülemez. Bu bir ütopyadır. Ancak makul ölçülerde olmayan eşitsizlik hali toplumsallıkla (toplumsal sözleşme) uyuşmadığı gibi; insanî, hukukî etik ve ahlâkî değerlerde çarpışır. Eşit(siz)lik toplumsal hayatta, çatışma, suç, ayaklanma gibi belirtilerle ifade bulurken; sosyo-psikolojik açıdan öç alma, kendinden iyi olanların en az kendisi kadar kötü olmasını isteme, yıkma, yok etme, ters düz etme, patlatma gibi hiçlik hezeyanlarına da neden olabilmektedir. Diğer taraftan, çekememezlik, kıskançlık, haset gibi yakıştırmaların haklı tarafı olabileceği gibi; eşitsizliği meşrulaştırıcı ideolojik bir boyutu da olabilir.