• Sonuç bulunamadı

1.3. ETNOSANTRİZMİN TOPLUMSAL UZAMI

1.3.4. Çatışma ve Uzlaşma Kültürü

Çatışma sadece insana özgü bir olgu değildir. Tüm canlılar (ve/veya içinde can bulunurcasına bir hareketi olan her varlık) hem kendileriyle hem de çevreleriyle çatışma halindedir, olmak zorundadır. Etimolojik olarak ‘çatmak’ fillinden türeyen çatışma, tarafların birbirini boyun eğdirmeye çabaladığı bir yarışma edimidir, işidir. Çatışma taraflara bir form, şekil, karakter, kazandıran; duygu yükleyen bir düzeye kadar normal bir durumdur. Çünkü, Mutlu’nun (2008: 63-64) da belirttiği gibi öncelikle “olumsuz anlamının tamamlayıcısı olarak karşılıklı bağımlılık, ilişki, iletişim şekildir. İnsanların kavga etmeleri hala birbirleriyle ilgilendiklerini gösterir. İkincisi, çatışma bir değişiklik gereksiniminin işareti olduğu kadar tarafların birbirleriyle yeni ilişki biçimleri bulmalarına da olanak sağlar. Son olarak çatışma soruna tanı koyma olanağı sağlar ve emniyet sibobu işlevi görür”. Düzenli çatışmalar sorunların birikmesini, tarafların birbirini yanlış anlama(ma)sını engeller. Fikirlerin, insanların, tarafların çatışmadığı, düz, monoton ilişkilerde sorun var demektir. Bir başka deyişle çatışmanın sorun olarak görülüp görülmemesi her şeyden önce çatışmanın şiddeti, ilişkinin karakteri, tarafların süreci değerlendirme tarzına bağlıdır. Tarafların zarar göremediği noktaya kadarki çatışmanın ilişkiye katkısı tartışılabilir.

Sosyolojik açıdan Randall Collins’e göre, “güç ve saygınlık az bulunan mallar (commodities) olduğundan ve zenginlik de genellikle bunlarla bir arada bulunduğundan, insanların bir küçük kısmının bu mallardan eşit payın biraz daha fazlasına sahip olma hırsı, diğer insanların tabi olmak ve itibarsızlıktan kaçınmak için bir karşı mücadeleye girmelerini gerektirir (Wallace ve Wolf, 2004: 161)”. “Siyasal açıdan ise çatışmanın temelde bireysel yetenek farklılıklarından kaynaklandığını düşünenler görüşlerini Darwin’e; Darwin’de Malthus’a dayandırmıştır: Toplumların nüfusları var olan beslenme olanaklarından çok daha hızlı artırdığına göre yeterli besini sağlamak için amansız bir savaşım kaçınılmazdır (Kışlalı, 2010: 151)”.

“Freudcu bakış açısı, İnsan neden kendi yıkımına meyillidir? sorusuna son derece basit bir yanıtla karşılık verir: Çünkü insanın içinde bir yıkım itkisi vardır (Semelin, 2011: 34)”. Diğer taraftan Korkmaz (2008: 203), biyopsişik olarak kendini tahrip edecek özü içinde taşıyan insanın, sürekli bir biçimde yapan ve yaratan yönüyle tanrısal; yıkan, tahrip ve tahakküm eden yönüyle de tiranik bir açılıma sahip olduğunu çarpıcı bir dille ifade eder. İnsanlık tarihini, bir bakıma iki temel gücün karşılıklı mücadelesinin öyküsünden ibaret sayan Korkmaz’a göre bu “kompleks açılım, içindeki

yaratıcı gücün sesine yöneldiğinde büyük uygarlıkları kuran metaforik bir aydınlığa, tahrip ve taciz eden tiranik iklimlerin etkisinde kaldığında ise, yıkıcı bir zulmete kolayca çevrilebilmektedir”. Nereden bakılırsa bakılsın şiddete varan çatışma insanoğlunun makûs talihidir. İster çatışan, ister çatıştırılan isterse de çatışmaya zorlanan bir varlık olarak insanlık; öldürme, yok etme, korkutma, sindirme, cezalandırma, eziyet etme, hükmetme, kanatma, vurma, çarpma kavramlarını yeni edinmemiştir. Nitekim Hobbesyen bir ifadeyle ‘homo homini lupus’ (İnsan insanın kurdudur).

İnsanların kendi aralarındaki savaş, evrendeki yaşam dengelerini altüst ettiğinden, tüm canlılar, bu hastalıklı bilinç yansımasından ürkmektedir diyen Korkmaz’a (2008: 35) göre savaşlar, ‘kayıp kuşaklar’ alanı açarak anlam aktarıcı öğeleri yeryüzünden ebediyen silmektedir. Peki neden insanlık bu gerçeğe rağmen savaş eden/edegelmiş bir varlıktır. Bozkurt Güvenç herkesin barış istediği halde savaşmasını değişik açıdan ele alır (Güvenç, 2000: 185): “Bunlardan ilki olan mitolojik açıdan çatışmaya göre, barış ve savaş işleri, tanrılar Tanrısı Zeus’un genel yönetimi altında Tanrı Apollon ve Tanrı Dianysos tarafından yürütülmektedir. Olympos (Tanrılar) Yasasına uygun olan barış da savaş da insanlar içindir. İnsan barış istediği halde savaşacak; savaşırken de barışı isteyecektir. Diğer bir yaklaşım olan etik açıdan çatışmaya göre aslında doğanın özünde savaş da vardır, barış da. Ancak, uygarlık, savaşı önleyemediği içindir ki barışı ülküleştirmiş; bunun için savaşkan yollara bile başvurmuştur. Barış, kuvvet zoruyla sağlanan geçici bir savaş hazırlığı dönemidir; örtülü bir savaş gizli bir birikimdir. Son olarak bilimsel açıdan ise toplum, kendi varlığını sürdürmek için öğeler arasındaki iç çatışmayı önlemeyi denemiş, bu çabasına ‘barış’ adını vermiştir. Barış ve savaş aynı diyalektik gerçeğin öğeleridir, iki yüzüdür. Savaş tıpkı ölüm gibi, insan ve tanrı iradelerini aşan ve etik ilkelerin sınırları dışına taşan bir gerçekliktir”.

Ancak insanı inşaı eden bir faktör olarak ‘ölüm duygusu/korkusu’ çatışma ve uzlaşma dikotomisine de çeki düzen verir. ‘Olmak ve Ölmek’ bağlamında acaba ‘ölüm’ gerçeği-yanılgısı olmasaydı, etik, ahlâkî, hukukî, sosyal ve kültürel açıdan insan(lık) nasıl bir varlık olurdu? İnsan, yaralanmayan, kanamayan, ölmeyen ya da bilim- kurguvari olarak öldüğünde dirilen bir hortlak/zombi olsaydı insanlık nerede, ne yapıyor olurdu? Bu ve benzeri sorulara cevaben uydurulacak her yanıt, kişinin tezahür ve yaratıcılık ölçülerini aşan, insanı boğan, dehşet girdaplarına salan bir duygu halidir.

Ölüm, insan(lık)ı avuçlarının içinden kaçacağı endişesiyle sosyallik/toplumsallık kisvesi altında, normallik ideolojisiyle sıkı sıkıya tutan bir şeydir. Başta teoloji olmak üzere, devlet, toplum ve daha birçok ajan alttan alta ölümü, insan(lık)ın en önemli (toplumsal) uyaranı olarak göstermektedir. “Öleceğini ve ölümden kaçış olmadığını bilen tek canlı türü olarak insan türünün yaptığı en büyük keşfin, tek tek, her bir üyesini bekleyen evrensel, kaçınılmaz, yola getirilmez bir olgu olarak ölümlüğü keşfetmesi olduğunu söyleyen Bauman’a (2000: 41) göre, her insanın, ille de, Heidegger’in iddia ettiği gibi, ‘ölüme doğru yaşama’sı gerekmez, ama her insan hayatını ölümün gölgesinde geçirir”. Bu gerçekle ‘ölüm; insan(lık)ın çatışma algısını, anlayışını, gerçeğini, nedenlerini ve sonuçlarını belirleyen en önemli mekanizmadır’, denildiğinde abartılmış olunmaz.

Diğer taraftan çatışma ve uzlaşmanın toplumsal düzleminde siyasetin rolü ve önemini de gözden geçirmek gerekir. Çatışma için siyaseti doğuran koşuldan çok siyasal etkileşimin yarattığı bir sorundur diyen Barber, (1995: 35, 45, 171), siyasetin amacının bizi çatışma ve ihtilâfla bir arada yaşatacak tarzda kurumlar, gelenekler ve davranışlar ortaya çıkarmak ya da bunları yeniden şekillendirmektir, der. O’na göre, “Hobbes'tan Laswell'e kadar tüm liberal düşünce geleneği, siyasetin çatışmanın çözülmesi olduğu fikrini savunur. Fakat uzlaşma paradoksu yerinde kalır: Eğer birisi, siyasetin bin bir emekle gerçekleştirmeyi arzuladığı ittifak ve uzlaşma durumunun zaten doğal olarak var olduğunu iddia ederse, o zaman siyaset amacını kaybeder ve gereksiz hale gelir”. Diğer taraftan, birbirleriyle rekabet halinde olan siyasal kurumlarını bu kurumların dayandırıldığı farklı insan anlayışlarıyla açıklamaya çalışan Cantzen’e (2000: 25) göre, “böyle bir anlayışla ele alınan toplum kuramları, kabaca üç öbekte toplanabilir: a) İyimser bir insan tablosunu temel alan toplum kuramları (insan iyidir); b) Kötümser bir insan tablosunu temel alan toplum kuramları (insan kötüdür); c) İnsanın toplumsal-sosyal çevresi kadar iyi ve kötü olabileceğini ileri süren toplum kuramları”.

Barber’in değindiği ve yukarıda belirtildiği gibi çatışmayı önlemek, diyaloga ve uzlaşıya dönüştürmek için var olan siyasetin kendisi şiddet ve çatışma ürettiği gibi ‘araçsal’ bir işlevi de vardır. “H.L. Nieburg’a göre ‘geniş’ tanımıyla siyasal şiddet, amacı, hedefler ve kurbanlar seçimi, çevreleyen koşulları, uygulamaya koyuluşları ve etkileri siyasal anlam taşıyan veya taşıyabilecek yani toplumsal sistem üzerindeki sonuçlar doğurabilecek bir uzlaşma durumunda ötekilerin davranışını değiştirmeye yönelik, karıştırıcı, yıkıcı, zarar verici eylemlerdir (Keleş ve Unsal, 1982: 1)”. Bu açıdan terör ve/veya anarşinin siyasal şiddetin bir türü olup olmadığı tartışılabilir.

Eski Yunanca ‘anarchia’ sözcüğünün çevirisi şöyledir: “Efendilerin olmaması, üst-buyruk eksikliği, öndersizlik, ölçüsüzlük, başıboşluk, yasasızlık durumu.” Bu şekildeki bir çeviride olumsuz değer yargıları yansıyor: Önderlerin ve buyurucu efendilerin olmaması, sorunlu bir durum olarak düşünülmekte. Aristoteles, ‘anarşi’ kavramını, ‘efendisiz kölelerin’ kol gezdiği bir durum olarak tanımlar ve durumu demokrasinin yozlaşması olarak anlar (Cantzen, 2000: 36). Ayrıca bunları söylediği ‘Daha Az Devlet, Daha Çok Toplum’ adlı eserinde Rolf Cantzen (36-37), ortaçağda ‘anarşi’nin insanın tasarlayabileceği en yüksek ve en özgür durum olarak anlaşıldığı; herhangi bir güce tabi olmayan Tanrı’nın konumunu yansıtan kavram olarak algılandığını söyler. Günümüzde tamamıyla anlam değişimine uğrayan kavram, bugün devletin ortaya çıkmasından önceki durumu ve devletin ortadan kalkmasından sonraki toplumu, yani, demokrasinin kusursuz gerçekleşmişlik durumunu tanımlayacak şekilde, baskı kuramları içermeyen yasa ve özgürlük anlamında kullanılmaktadır. Cantzen’e göre “19. yüzyılın toplumsal gelişmeyi ve evrimi tarihselleştiren düşünce geleneğinde, Hegel’de karşılaştığımız gibi ‘anarşi’ dendiğinde, bir imparatorluğun, (ülkenin) belirli bir durumu tanımlanmak istenir; Bu durumda ‘… parçaların kendilerine dönük çıkarlarının, bütünün çıkarlarına karşı olma ya da bütünün çıkarlarının gerektirdiği şeyi yapmama…’ durumunun korunup sürdürüldüğü ilişkiler anlaşılır”.

Lâtince terror veya terrorist sözcüğünden kaynaklanan terörün klâsik anlamı ise (Keleş ve Unsal, 1982: 2), ‘altüst edici ve felce uğratıcı aşırı korku’dur. İster anarşik, ister terören olsun, artık demokrasilerin idealleştirilmesi için her türlü ekonomik, teknolojik, kültürel hatta ideolojik sermayenin yerinde olduğu çağcıl dünyada Korkmaz’ın (2008: 87), ifade ettiği üzere, “kendini terörle ve baskıyla tanımlayan bir varoluş biçimi, nerede olursa olsun, kime yönelirse yönelsin, bütün insanlığın geleceğini hedefleyen bir tehdit olarak algılanmalıdır”. Çünkü her zaman, ama her zaman söz konusu insan olduğunda insanın incinmeyeceği, insan için, insanî bir diğer yol mutlaka vardır. Anarşi veya terör eğer ideolojilerin, iktidarların, kuralların altını oymak istiyorsa ve bunu hak’ken yaptığını iddia ediyorsa, bunu bir başka insana haksızlık üzerinden yapmamalıdır. İnsan, insana rağmen olabilecek bir varlık değildir. Tersi bir düşünce, paradigma, anlayış, pratik kendi etini yemek düşüncesi kadar tüyler ürperticidir.

Peki, son dönemlerde sıkça sorulan dünyanın moleküler iç savaşlara mahkum olacağını ileri süren vizyondan ne anlamalıyız? Fukuyama, tarihteki savaşların hegemonya ya da ideoloji tesisine yönelik iyi detaylandırılıp, iyi organize olmuş toplumlar tarafından gerçekleştirildiğini belirterek, savaşın insanlığın birikimini tahrip ve hatta imha etmesine rağmen medenî toplumların bir özelliği olduğunu vurgular. Fukuyama’ya (2006: 208-209) göre, “günümüzde yaşadığımız şiddet, bildiğimiz savaşlardan daha farklı özelliklere sahiptir. Bu şiddet iyi organize olmuş devletler tarafından değil, çok zayıf bir örgütlenmeye sahip, ne için şiddet uyguladıklarını bile formüle edemeyecek çeteler, küçük gruplar hatta bazen münferit şahıslar tarafından yürütülmektedir. (…) Kendi kendini imha yolunda, cinnet şenliğindeki sarhoş ve saldırgan genç insanlar, muhtemelen kendi köylerini, ailelerini, arkadaşlarını ve hatta bizzat kendilerini ‘söndürmek’te düşman yaratmaktan daha maharetli olacaklardır”.

Günümüzde Kymlicka’nın (1998: 172) belirttiği üzere “çatışan çıkarlar ve kıt kaynaklar dünyasında tüm çıkarlar karşılanamaz. Bir kişinin kültürel aidiyetini korumanın başka insanlara ve Öteki çıkarlara ödettiği bedeller vardır”. Daha da önemlisi siyasetin burada araçsal bir rolü vardır. Schnapper, (kültürel) gruplar arasında siyasal rekabetin olmasının kural ve gerekli olduğunu söyler. Schnapper’e (2005: 291) göre, “ancak siyaset, yalnızca çıkarların karşı karşıya geldiği bir alan değil, aynı zamanda tutkuların ifade edildiği bir ortamdır. Siyasal hareketler, birbirlerini dikkate aldıkları ölçüde etkili hale gelirler. Tutkular, 18. yüzyıla kadar dinsel bağlamda ifade ediliyordu; oysa günümüzde ulus, sınıf ya da etnisite gibi ‘dünyevî dinler’de ifadelerini buluyorlar. Günümüzde, ilk ikisinin gücü azalmış ve bu güç etnisiteye kaymıştır”. Bu açıdan etnosantrizm, grup psikolojisinin olduğu ilk toplum gibi, çağdaş dünyanın da en önemli sorunsallarından biridir.

Öte yandan, çatışmayı teorileştirmeye çalışan yaklaşımlar çoğunlukla sınıf temellidir. Çatışma kuramları, toplumsal örgütlenmenin temelinde, değer ve kaynakların eşitsiz bölüşümden kaynaklanan bir yapısal çelişki ve çatışmanın bulunmasından dolayı tüm ekonomik, toplumsal, siyasal kurum ve süreçlerin; kültürel, sanatsal ve bilimsel etkinliklerin, o toplumda yaşayan sınıf ya da grupların karşılıklı anlaşma, uzlaşma veya yardımlaşmaları sonucu değil; taraflar arasında değişik düzeylerde sürekli tekrarlanan çatışmaların sonucu oluşturulduğunu savunan kuramlardır (Demir ve Acar, 2002: 88). Bu genel yaklaşım birbirleri ile ilgili üç kabulü içermektedir (Wallace ve Wolf, 2004: 82-83): Bunlardan “birincisi, insanların istedikleri, elde etmeye çalıştıkları, ancak

toplumlar tarafından belirlenmemiş olan, ama insanların hepsinde ortak bazı çıkarlara sahip olduklarıdır. İkincisi ve tüm çatışma yaklaşımlarının merkezinde, toplumsal ilişkilerin çekirdeği olarak güç’e verilen ağırlıktır. Çatışma kuramının üçüncü belirgin cephesi, değerlerin ve düşüncelerin bütün toplumun hüviyet ve hedeflerini belirleyen araçlar olmaktan çok, farklı toplulukların kendi amaçlarını gerçekleştirmek üzere kullandıkları silâhlar olarak görülmesidir”.

Çağdaş sosyolojide başlıca teorik mücadelenin özellikle fonksiyonalizm ile ‘diğerleri’ arasında olduğunu belirten Swingewood (1998: 289), fonksiyonalizme göre, bir sistem olarak düşünülen toplumun, en önemli fonksiyonunun bütünleşme olduğunu ve uyum, denge, ahenk, bütünlük gibi kavramların toplumu bir arada tutmanın en önemli unsurları olduğunu ifade etmektedir. Wallace ve Wolf’a (2004: 81) göre, işlevselcilik, “toplumları ve toplumsal kurumları bir arada işleyerek denge yaratan, birbirlerine dayanan kısımlardan oluşan sistemler olarak kabul eder”. Bu noktada “işlevselciler toplumu mükemmel ve tamamlanmış bir sistem olarak görmeyi yeğlerken, çatışma kuramcıları, toplumu, çeşitli mücadelelerin ortaya çıktığı bir savaş meydanı olarak görme eğilimindedir (Poloma, 1993: 132)”.

Çatışma kuramı denildiğindeyse Marx akla gelmektedir. Marx, ‘bugüne kadar olagelmiş bütün toplumların tarihi, sınıf çatışmaları tarihidir’, der. Bu ifade, üç önemli fakat birbirinden aynı önermeler içerir. Birincisi, ekonomik mevkii veya ‘sınıfı’ aynı olan insanlar, bir topluluk olarak bir arada hareket etmek eğilimindedirler. İkincisi, toplumda bulunan en önemli gruplar ekonomik sınıflardır: bunların tarihi insan toplumunun tarihidir. Üçüncüsü, bu sınıflar birbirlerine düşmandırlar ve bu çatışmaların sonucu, toplumun nasıl geliştiğini belirler. Marx'ın sınıf kuramı, böylece, yalnızca toplumsal yapı kuramı değil, aynı zamanda değişim kuramıdır (Wallace ve Wolf, 2004: 97). Weber, Marx'ın insan davranışının arkasında, bilinmese bile, çok zaman ekonomik çıkarlar olduğu görüşüne karşı değildir. Ancak, ekonomik nitelikleri toplumsal yapının ve insanın hayattaki şanslarının tek en önemli belirleyici etkeni olarak tanımlamasında Marx'ın yanıldığına inanır. Ona göre, insanın dini, eğitimi ya da politik grubu, onun için bir başarı ve erk kaynağı olabilir (Wallace ve Wolf, 2004: 88).

Diğer taraftan Dahrendorf'a göre ise, “toplum içinde bir çatışma eğilimi mevcuttur. Güçlü topluluklar kendi, güçsüz topluluklar da kendi çıkarlarını kollayacaklardır; bunların çıkarları zorunlu olarak farklıdır. Er geç, güç ve onun karşıtı arasındaki denge bozulacak ve toplum değişecektir. Böylece, çatışma, ‘insan tarihinin

büyük yaratıcı kuvvetidir’. Dahrendorf'un toplum kuramına göre, toplumsal yapının en önemli tayin edici faktörü gücün dağılımıdır. (…) Güç, ‘tükenmeyen bir sürtüşme kaynağı’dır (Wallace ve Wolf, 2004: 140)”. Ayrıca “Dahrendorf’un tartıştığı sınıf yapısı üretim araçlarının mülkiyetinden çok otoriteye dayanır. Çağdaş sanayi toplumunda üretim araçlarının sahibi olmak, meşru kontrole sahip olmak kadar önemli değildir (Poloma, 1993: 119)”. Bu açıdan sosyolojik açıdan çatışma ve uzlaşma kültürünü anlamak, etnosantrizmi anlamak demektir.

1.4. ETNOSANTRİZM VE İDEOLOJİK-KÜLTÜREL KİMLİK