• Sonuç bulunamadı

Estetikten Uzaklaşması, İlk Edebi Başarısı ve Gaienhofen Yılları

BÖLÜM 2. HERMANN HESSE'NİN HAYATI, EDEBİ KİŞİLİĞİ VE

2.2. Hesse’nin Edebi Kişiliği

2.2.2. Estetikten Uzaklaşması, İlk Edebi Başarısı ve Gaienhofen Yılları

Nietzsche’nin, Jacob Burckhardt’ın ve Böcklin’in kenti olarak nitelediği Basel, Hesse’nin yazarlık kariyerinde önemli adım atacağı Tübingen’den sonraki durağı olur. Basel’de tanıştığı aydın çevreler ve ilgilendiği çeşitli sanat ve sanatçılar aracılığıyla Tübingen’deki hayal dünyasından çıkmaya ve gerçekle arasında yavaş yavaş bağ kurmaya başlayan ve dolayısıyla özgüveni güçlenerek iddialı eserler kaleme almak için yeterli donanıma kavuşan Hesse, “İçimdeki Romantizm eğilimi uçup gitti, Lulu artık gökyüzünde parıldayan kutsal bir yıldız sadece” sözleri ile de durumu bizzat özetler.

Bir süredir yazılarını takip eden Fischer Yayınevi Hesse’ye yazılarını yayınlamayı teklif ettiğinde Hesse bu teklifi Lauscher yerine üzerinde çalışması devam eden ve Gottfried Keller’in Der Grüne Heinrich adlı gelişim romanı örnek alınarak kaleme alınan (Nürnberger, 1995: 262) kendi yaşamını sanat katına yücelttiği (Aytaç,1994: 68) Peter

Camenzind’in tamamlanmasına kadar bekletecektir (Zeller,1997: 62). Hesse’nin ilk

edebi başarısı olacak olan söz konusu romanının önemi ve içeriğinden bahsetmeden önce yazarın eserde yakalayacağı başarıyı sağlayan etki ve alt yapılardan bahsetmek yerinde olacaktır:

Basel’deyken sonraki yıllarda oluşacak olan inancını doğrulayacak olan Burkhardt’la tanışması Hesse’nin sanatsal kişiliğinde bir dönüm noktası olarak görülebilir. Burckhardt’ın Die Kultur der Renaissance in Italien adlı eserinden oldukça etkilenen ve bu eser dolayısıyla İtalyan Rönesansına ilgi duyan Hesse, Burckhardt’tan;

- İnsan ve kurumların geçici, ruhun ise ölümsüz olduğunu,

- Kâinattaki kaosun ardında ilahi bir nizamın bulunduğunu,

- Din, kültür ve politikanın birbirleri ile etkileşim içinde olduklarını öğrenmiştir (Alperen, 1994: 16).

Hesse’nin Jacob Burckhardt’ın eserlerinin yanı sıra Basel’de sık sık görüştüğü Dr. Rudolf Wackernagel’in etkisiyle İtalyan edebiyatı ile yakından ilgilenmesi onu ilerde eserlerinin temel konusunu teşkil edecek olan düalizmin ilk biçimlerini oluşturan

Dekameron’un yazarı Boccaccio ve Aziz Fransiskus ile tanışmasına vesile olacaktır.

44

üzerindeki çalışmaları hayatı boyunca sürecek olan Roma Katolik kilisesi içindeki en büyük dini tarikatının isim babası Fransiskus hakkında monografi yazması onun Boccaccio gibi ehli dünya olan birinin karşı kutbunda yer alan din adamıyla ilgilenmesi ruhunda barınan düalizmin ilk kıpırdanışları olarak yorumlanabilir. Nitekim bu çalışması ilerde kaleme alacağı Narziss und Goldmund romanında işlediği zıt karakterler motifinin de bir ön çalışması olarak değerlendirilebilir (Alperen, 1994: 35).

Hesse’nin estetik dünya görüşüyle dini, estetisyenle azizi aynı kefeye koyması onun öteden beri ailesinde gördüğü katı dini kurallarla bağdaştıramadığı karakter yapısının bir sonucu olarak kendine özgü dini anlayış oluşturmaya başladığının bir göstergesidir. Nitekim kendisi dinden kopmayı göze almadığı gibi alışılagelen bu dinin katı kurallarının da dışına çıkma eğilimindedir ve dolayısıyla sürekli gerilim içinde kalan Hesse, böyle bir yola başvurarak dine kendine özgü bir biçim vermeye çalışmıştır. Ne dünyadan ne de ahiretten vazgeçebilen Hesse’ye göre öteden beri süregelen hatta kendisinin de inandığı din ile sanat arasındaki zıtlık aşılmalı ve bu iki kavram bir senteze ulaşmalıdır. Bu noktadan hareketle Peter Camenzind’de sıkça Fransiskus’a övgülerde bulunması, sanatçı karakterin din adamına olan hayranlığını dile getirmesi, Hesse’nin söz konusu sentezinin somut bir örneğidir (Alperen, 1994: 36). Ayrıca şunu da belirtmekte yarar var; Nietzsche’ye ve estetiğe zaman zaman anpati duymasına rağmen aziz Fransiskus’a olan ilgisinin her daim canlı olması ve onun dindarlığını sanatla bağdaştırmaya çalışması Hesse’nin dini duygularının güçlü olduğuna işarettir.

Hesse’nin düşünsel dünyasının oluşmasında Romantizmin izinden gitmesi dolayısıyla orta çağın büyük etkisi vardır. Nitekim romantiklerde olduğu gibi Hesse için de orta çağ büyüleyici hikâyelerle dolu eşsiz bir hazinedir. Öyle ki orta çağa ait manastırı ve manastır yaşantısına birden fazla eserinde (Narziss und Goldmund, Das

Glasperlenspiel, Unterm Rad) övgü dolu betimlemelerle yer vermiştir (Alperen, 1994:

38).

Edebiyat, müzik ve resim gibi birbirinden farklı sanat dallarını eserlerinde konu edinen ve bunları birbirine akraba sayan romantiklerin eserlerine benzer şekilde Peter

Camenzind başta olmak üzere ilk eserleri halk şarkılarının sadeliğini, hüznünü ve

içtenliğini çağrıştırır. Ayrıca yazar kendi zamanının dil geleneğine de uymuştur (Fricke/Klotz, 1965: 365). Onun bu geleneğe bağlı kalışı Klasisizmle ortak yanıdır.

45

Hesse’nin anlatımını Walter Benjamin “mistisizmle uğraşan birinin içe bakışıyla bir Amerikalının keskin bakışı arasında orta yerde bulunduğu”(Zeller, 1997: 78) şeklinde yorumlar.

Hesse’nin kurduğu bu yeni dünyanın temelinde doğa önemli bir yer tutar. Bu dönemde Hesse kavuştuğu maddi imkânlar ve zaman bolluğu sayesinde başta İtalya olmak üzere pek çok gezilere çıkarak doğayla yakından bağ kurmuştur. Hayatının vazgeçilmez bir parçası olan doğayı en güzel şekilde yansıttığı bu ilk edebi başarısında anlatılan konunun romantik öğelerden oluşuyor görünmesi ve çağının gerçeklerinden uzak kalması öteden beri politikaya bulaşmaktan kaçınan ve bu tutumu ile övünen Hesse’nin (Zeller, 1997: 57) bir takım eleştirmenlerce toplumdan kopuk olmakla suçlanmasına sebep olmuş ve buna karşılık Hesse, kendisi için birincil önem taşıyan sorunun devlet ve siyasetten ziyade insanın kendisi olduğunu vurgulayarak savunmuştur (Nürnberger, 1995: 262). Yaptığı bu açıklamayla sanat anlayışını en özlü şekilde özetleyen Hesse’nin son derece haklı olduğunu görmek için onun ilerleyen dönemlerdeki yaşantılarına bakmak yeterlidir. Kendisinin de ifade ettiği gibi dönemin sorunlarına birebir eserlerinde yer vermese de hiçbir zaman kayıtsız olmamış hatta bu yüzden toplumun birçok kesiminden ağır eleştirilere maruz kalmıştır.

Camenzind gibi psikolojik bir etüt özelliği taşıyan ikinci romanı Unterm Rad’da Hesse,

çağdaşları Thomas Mann ve Friedrich Huch gibi okul dönemine ait acı hatıralarını konu etmiştir (Nürnberger, 1995: 367). Dönemin modasına uygun okul romanı geleneğine uyan romanında Hesse’nin Maulbronn’da yaşadığı baskılardan söz etmesinin sebebi sosyal eleştiri yapmak yerine içindeki o döneme ait öfkeyi dindirmektir. Kendini deşarj etmek amacıyla kaleme aldığı romanda dış dünya, kahramanın iç yaşantılarını gösterebileceği bir ortam oluşturmaktan ileri bir işleve sahip değildir (Alperen, 1994: 22).

Hesse’nin Maria Bernoulli ile evliğinden sonra taşındığı Gaienhofen’de kamuoyu tarafından kabul görüp takdir edileceği dönem, özel hayatında gerçek bir huzurdan yoksun olmasına rağmen başarılarıyla doludur (Zeller, 1997: 76). Söz konusu dönemde rağbet görmesinin sebepleri arasında sade bir üslup geliştirerek yazdığı nesir türündeki eserlerin daha çok okuyucuya hitap etmesini gösterebiliriz. Daha önce Peter

46

Camenzind’de olduğu gibi novel türünde yazdığı eserlerinde de Gottfried Keller’i örnek

alarak (bu kez Die Leute von Seldwyla) Suebya hikâyelerini yazar.

Roman bir nesir anlatı türü olduğundan yazar iki anlatım biçiminden birini kullanacaktır. Bunlar ben anlatım ve o anlatım biçimleridir (Aytaç, 2012: 14). Hesse eserlerinde her iki biçimi de uygulayacaktır. Daha önce kaleme aldığı anlatılarında hep ben-anlatım tekniğini kullanan Hesse, Suebya hikâyelerinde ben-anlatımdan o-anlatıma geçmiştir (Alperen,1994: 31). Ancak Hesse yeni başladığı bu teknikte istikrarlı olmaz, ilerleyen zamanlarda yazdığı eserlerin kiminde -ben kiminde -o anlatım tekniğini kullanacaktır.

Hesse’nin 1910’da yayınlanan ve hikâyeden ziyade portre özelliği taşıyan romanı

Gertrud beklenen ilgiyi görmemiştir. Önceki eserlerine göre daha kapsamlı olmasına

rağmen zamana daha bağımlı olan eseri daha az başarılıdır. Hesse’nin ikilem içinde kalan bir sanatçının kendi içinde sağlamaya çalıştığı denge olarak nitelediği Gertrud’a benzer olarak Gaienhofen’de başladığı ve 1914’te Bern’de bulunduğu dönemde Berlin’de yayınlanan Rosshalde de yazarın hayatını birebir yansıtacak ölçüde otobiyografik unsurlar taşır ve buradaki kahraman mutsuz bir ressamdır. Hesse bu romanında yine sanatçı veya düşünür bir kimsenin hayata olan uyum sorununu sorgulayarak onun yaşama nasıl bir perspektiften bakması gerektiği ve bu doğrultuda da evliliğin sanatçı kişinin bu amacına köstek olup olmayacağı üzerinde durur (Zeller, 1997: 78). Bu ve bunun gibi ilerde kaleme alacağı yapıtlarında da sanatçıları başköşeye oturtan yazar için sanat dalları hayatının vazgeçilmezleri arasındadır.