• Sonuç bulunamadı

BÖLÜM 2. HERMANN HESSE'NİN HAYATI, EDEBİ KİŞİLİĞİ VE

2.3. Hermann Hesse’nin Romanlarına Genel Bir Bakış

2.3.2. Hesse’nin 1917 (Psikanaliz) Sonrası Yayınlanan Eserleri

2.3.2.3. Der Kurgast (1923)

Hermann Hesse 1923 yılının ilkbahar ve sonbahar döneminde gittiği Baden’in termal kaplıcalarında geçirdiği iyileşme sürecinde yaşadıkları ve kendi kişisel duygu ve düşünceleriyle beslediği, 1923 yılında yazdıktan sonra 1925’de yayınladığı ve “Yaşlılık dönemine kadar yazdığım en iyi kitap” diye nitelediği Kaplıcada Bir Konuk romanında siyatik, gut ve romatizma hastasının psikolojisini derinlemesine inceler. Romandaki anlatılara birebir kendi anıları olarak bakmak yanlış olmayacaktır, nitekim hikâye edilen kahramanın yazarın kendisi olduğunu kahramanın kendi ismini taşıdığından anlıyoruz. Geniş bir hacme sahip olmayan ancak Hesse’nin düşünlerine önemli ölçüde ayna tutan, adeta onun eser kaleme almadaki amacını özetlediğini düşünebileceğimiz roman, bir öndeyişle başlayarak farklı başlıklar altında toplam altı bölümden oluşmaktadır. Kahraman, yazar ve entelektüel Bay Hesse’nin kaplıcaya gelişinden itibaren anlatılmaya başlanan hikâye şu şekildedir:

Hastalıklarına şifa bulmak üzere geldiği Baden şehrinde ilk olarak rastladığı kendisi gibi hatta onu biraz da mutlu hissettiren haline şükrettiren çok daha ağır durumdaki hastaları gördüğünde onların durumunu “henüz emekleme dönemindeki”(Hesse, 2002: 15) kendi hastalığıyla karşılaştıran kahraman Hesse, ilk olarak “hoşnutluk duygusuyla”(s.13) çevresini gözlemler. Otelde üç dört hafta kadar kalacaktır. Yıllardır yalnızlığa alışmış sese oldukça duyarlı kahraman için otelde oda seçimi oldukça ince elenip sık dokunulan

89

bir uğraştır. Söz konusu bu uğraşın “maskaralık ve saçmalık”(s.22) olduğuna inansa da yine de işi rastlantıya bırakmaz. En sessiz yer olacağını düşündüğü 65 numaralı odayı seçer.

Çocukluğunda bir takım tatlı anıları silik de olsa ona çağrıştırmasına rağmen kaplıcada erken saatlerde başlayan sabahlardan nefret etmektedir kahraman. Söz konusu nefretinin kaynağını uykusuzluk çekmesine ve yaşamındaki tüm olumsuzlukların bu saatlerde varlıklarını hissettirmesine dayandıran Hesse için günün güzel saatleri öğleden itibaren başlayarak ikindi ve akşam vakitleridir. Sinirlerinin zayıf olduğu sabah saatlerinin olumsuzluklarına rağmen kahramnın bunu kendisini geliştirecek bir araç olarak görmesini yine zıtlıklarla iç içe bir durumun kaçınılmazlığı olarak değerlendirebiliriz.

Alışageldiği huzursuz sabahın aksine kaplıcadaki sabahların dış dünyadan onu uzaklaştırdığına inandığı, mağaraya benzettiği bodrumdaki sıcak su kürlerinin uygulandığı banyo ile başlaması ve ayrıca bu mağara tipindeki banyonun çocukluğunda kalan bir takım anıları ona hatırlatması bakımından keyifli olduğunu da ifade eder. Daha önce de dediğimiz gibi küçük ayrıntılardan önemli çıkarımlarda bulunmayı başaran yazar bir banyo kürü sırasında dışarıdan uçup yanı başına düşen solmuş bir yaprağın onda hissettirdiği duygularını “…ölümlülüğün ilginç uyarısını, hepimizin içine dehşet

salan ama hiçbir şeyin de onsuz güzel sayılamayacağı bu uyarının havasını soluyorum”(s.35) şeklinde ifade eder. Ölümlü olmasına karşın güzel olan çiçeği kalıcı

ancak sıkıcı bulduğu altına yeğ tutan yazar doğa ile us arasındaki ilişkiyi de buna benzetir. Us ne kadar kalıcı ölümsüz olursa olsun doğa karşısında kuru ve yavan olmaktan öte geçememektedir. Düşüp gelen bu yaprağın yanı sıra sıcak suyun içinde geçirdiği yarım saat kadar bir sürenin ardından vücudunun gevşeyip yorgun düşmesi de yine ona ölümü hatırlatan bir başka nedendir.

İnsanların ileri yaşlarında yakalandıkları romatizma ve siyatik gibi kaynak sularında şifası bulunan hastalıklarının tedavisi için gelinen otelde hasta misafirlere son derece lezzetli beri yandan sağlıksız yemeklerin sunulmasını da yazar “evrenin mimarisinin

temelinde, çok derinlerde aranması gereken bir giz, bir kez var olan ezeli ve ebedi karşıtlıklardan biri”(s.43) şeklinde yorumlar. Sağlık kazanmak için çareler arayan

insanın aslında bu dünyada sonsuza dek yaşamak istemediği gerçeğini, geçiciliğin ve hayatta kalmak adına verilen savaşın bu dünyanın bir kuralı ve kimsenin de aksi iddia

90

edilse de bundan dışarı çıkamayacağını ifade ederek yazar, evrensel önem taşıyan bir noktaya vurgu yapar.

Birbirlerinin sağlıklarındaki ilerlemeyi sıkı gözetim altında tutan kaplıca sakinleriyle yüzeysel yakınlıklar kuran kahraman günlük tedavi ve doktor kontrolüyle geçen bir günün ardından otel salonunda verilen konser ve çeşitli sanatsal etkinliğe birebir katılmayarak uzaktan izler. İnsanların bu gerçek değerden yoksun uğraşılarına tepeden baktığını gördüğümüz kahraman sokakta kaplıca yolundaki vitrinlerin önünden geçerken gerek kaplıca için gerekli eşyaların satıldığı gerekse kendisinin aşinası olup saygı beslediği bir takım figürlerin ve resimlerin süslediği hediyelik eşya ve kartpostalların satıldığı yerleri son derece anlamsız ve içi boş olarak görmekten kendini alamaz. Para kazanma hırsıyla üretilen ve tam olarak nasıl bir amaca hizmet ettiğini dahi kestirelemeyen söz konusu eşyaların insanları gereksiz alış verişe yönelterek onları adeta gerçeklerden uzaklaştırdığını düşünen yazar “kaçıkça ve iğrenç buluyorum

hepsini”(s.56) diyerek söz konusu yabancılaşmaya tepkisini dile getirir. Gözlemleri

sonucunda insanların yapmacıklık kokan dünyasına yabancılaştıkça artan mutsuzluğunu önlemek için onlara dâhil olma girişiminden oteldeki sansar yavrularına sığınarak vazgeçer. “Sansarların yanına varır varmaz her şey yine düzeldi,”(s.60) diyerek doğallığın en güzel göstergesi sayılan hayvanların varlığıyla teselli bulur adeta.

Otele geldiği gün oda seçiminde takındığı tedirgin tutumunda pek de haksız sayılmayan kahraman o zaman adeta başına gelecekleri sezmiş bu yüzden de en sessiz odayı tutabilmek için çırpınmıştır. Kahraman, ona “on iki gündüz ve on iki zehir zemberek

gece”(s.63) yaşatan oda komşusu Hollandalıyla savaşmıştır. Normal insanlardan daha

çok sese duyarlı olan ve uyku problemi yaşayan kahraman, bütün günü odasında geçiren ayrıca konuklar ağırlayan komşusuna sebep olduğu gürültüden dolayı büyük öfke duymaya hatta ondan nefret etmeye başlar. Ona karşı duyduğu bu nefret öyle bir hal alır ki, kendini teskin etmeye çalışmasına rağmen durum içinden çıkamayacağı bir noktaya sürüklenir. Ona en çok sıkıntı veren de gitgide saplantıya dönüşen kendine yakıştıramadığı kin ve nefret duygusudur. Tam da iyice gömüldüğü çaresizlik içinde sık sık görmeye alışık olduğumuz Hesse’nin kahramanlarındaki en çıkmaz anda akıldan geçirilen intiharı bir çıkış yolu olarak görmek bu takıntılı kahraman için de geçerlidir. Sığındığı bu kendini ya da Hollandalıyı öldürme hayalinin ardından daha önceleri

91

birçok kez karşı karşıya kaldığı “…işte yine birlik ve bütünlüğün tümüyle dışına

savrulmuştum; tekliğe düşmüş, acı çeken, nefret eden, düşman bir Ben’e dönüşmüştüm”(s.74) dediği durumda kendini bulmuştur. Nefretin durumu çözüme

kavuşturmayacağını anlayan yazar “o değersiz nefret ve kini içimden söküp atacak,

Hollandalıyı sevecektim”(s.77) diyerek çıkış kapısı olarak gördüğü sevgiyi onu esenliğe

ve tabiattaki bütünlüğe ulaştıracak yegâne araç olarak görür. Ancak komşusunu sevmek buna karar verdiği kadar kolay olmayacaktır, onu yoran terleten birkaç saatine mal olan sürede hayalinde her yönüyle ona kendi sanat yeteneğiyle adeta baştan biçim verir. Daha çok onda eksik bulduğu yönlerine dikkat çeken kahraman “Bunlar onun zayıf

noktalarıydı, kendisine saldırılarımı bu noktalardan yöneltiyordum”(s.79) diyerek onu

gözünde küçülterek daha çok başarı sağladığına dikkat çeker. Hollandalıyı çocukluğundan itibaren birçok aşamada ve son olarak felçli ölümle yüzleşen bir yaşlı olarak hayalinde canlandırmasıyla ona karşı içindeki tüm olumsuz duygular yok olmuş, onu kendi içinde eritip adeta yeniden oluşturmuş ve “Hollandalıyı yenilgiye uğrattığımı

saptadım”(s.80) diyerek zafer duygusuyla rahat bir uyku çekmiştir. Ancak kazandığı bu

savaşın lezzeti çok sürmeyecek nitekim bir gün sonra Hollandalı oteli terk edecektir.

Günlerce çektiği huzursuzluğun ardından Hollandalıya karşı kazandığı zaferi büyük bir kazanç sayan kahraman söz konusu bu başarısını kendine bir avuntu olarak görmeye başlar. Kaplıcadaki tedavi sürecini eziyet olarak gören yazarın bu sıkıntılı döneminde onu bunaltan bir başka şey de git gide eski çalışma hevesinin azalması ve daha önce tepeden baktığı burjuva alışkanlıklarına ister istemez kendisinin de dâhil olduğuna şahit olmasıdır. Ancak kendisine nefret beslemesine sebep bu yeni akışa teslim olmuş hali ona söz konusu durumuna yabancılığını kaplıcaya geldiği ilk anlarda dış dünyaya karşı içinde bulunduğuna inandığı üstünlük durumunun aksine ona daha çok hissettirir. Bu bağlamda Hesse’nin kahramanlarında sıkça rastlanan sakınılan duruma teslim olarak gerçekleri daha açık görebilme durumu bu eserde de görülmektedir.

Kaplıcadaki son günlere doğru gitgide hissettiği bir iyileşmenin yanı sıra üzerine çöken bıkkınlığın verdiği mutsuzluğunu ve kaplıca süresince monotonluğa dönüşen yaşamını adeta dışardan bir gözlemci gibi izleyen Hesse, durumunun oldukça komik olduğuna inanarak eskiden çocukluğunda ciddi olması gerektiği telkinlere uyduğu gibi şimdi de içinden kopup gelen kahkaha isteğini bastırır. Ancak her ne kadar kahkahaya mahal

92

vermemeye özen göstermiş olsa da çevresinde kendi gibi hasta ve ciddi olmaya özen gösteren topluluğu da etkisi altına alacak ve bu andan itibaren söz konusu hastalıklarını bir yana bırakıp “İşte o andan sonra kendimi iyi hissetmeye başladım”(s.113) demesine sebep olacak bir sırıtmaya engel olamaz. Böylece onu asıl iyileştirecek olan kaplıca sularından ziyade içinde bulunduğu huzursuzluktan kurtulmasına vesile olan öteden beri yasaklanan mizahtır. Tek gerçek olarak doğayı görmeye başlayan yazar, dışarı çıkıp kendini doğaya bıraktığında şimdiye kadar içinde bulunduğu hatayı açıklıkla fark eder. Nitekim kaplıcaya geldiğinden beri oranın düzenine ve çevresindeki insanlara boş yere uyum sağlamak için direnmiş ve bunu “kendi dışımda bir kişi olmaya ya da böyle bir

kişiymişim gibi davranmaya kalkmıştım.”(s.121) sözleriyle ifade eder. Zaten baştan beri

içinden sıyrılamadığı hoşnutsuzluk durumuna sebep de hep bu içinden geldiğinin aksine bir takım kabullenişlere boyun eğme çabaları olmuştur. Yaşam boyu sürekli tekrarladığı bir hata olarak gördüğü bu mantık ve usa sığınma işinin sebepleri ve sonuçları üzerinde duran yazar yaptığı hataları “Tanrı’nın lütfuna mazhar olmamı sağladı.”(s.122) diyerek bunu Tanrı’ya onu yaklaştıran vesile olarak nitelendirir. Yani hatalar kusurlar insana eza ve cefa çektirse de kendini bulma yolunda insana önemli ölçüde basamak atlattıran yaşanması kaçınılmaz olaylardır. Kaplıcadaki günleri bu düşüncelerle son bulan yazarın ulaştığı bir başka gerçek de insanın hemcinsini kendisiyle eşit ölçüde sevmesi gerektiğidir. Nitekim aksi durumda ne kendini daha çok sevmede ne de az sevmede insan mutlu olmayı başaracaktır.

Baden’den döndükten sonra burada geçirdiği zaman için genel bir değerlendirmede bulunan yazar bundan sonra hastalığını eskisi gibi ciddiye almamayı öğrenmesinin yanı sıra hiçbir zaman üstesinden gelemeyeceğine inandığı ancak peşini de bırakmayacağını ifade ettiği hayatın kutupluluğunu yazıya dökemeyecek oluşundan duyduğu üzüntüyü aktararak eseri noktalar.