• Sonuç bulunamadı

2. İŞLEVSEL KURAM

1.2. TASAVVUF GELENEĞİNDE KADIN

2.1.1. Eski Türk İnançları

İslamiyet öncesi Türk hayatı üzerine yapılan araştırmalar dinî, tarihî, sosyolojik boyutlu okumaları gerektirir. Kimi zaman bir konuya, sözü edilen boyutların birkaçını bir arada kullanarak yaklaşmak gerekir. Tarihî kaynaklardan, etnografik malzemeden gelen bilgiler kapsamında yapılan değerlendirmelerde Türklerin, hayat tarzlarına bağlı olarak tarihî süreç içinde muhtelif dinî inanç sistemlerinde yer aldığı görülmüştür. Türklerin; inançlarını, değiştirdikleri dinlerle bütünleştirebilen bir özelliğe sahip olmaları varolan inanç sisteminin ve uygulamalarının çok eskiye dayandığı savının oluşmasının temelidir. Bu sebeple dinî, tasavvufi uygulamaların incelenmesinde sadece şimdiki dinî inancın değil, daha önceki inanç sistemlerin de etkisine dikkat çekmek gerekir. Anadolu Türk tasavvuf geleneğinde kadının işlevlerinin tespiti, zaman- mekân- kavram bakımından çok yönlü bir yaklaşımı gerektirdiğinden bu bölümde eski Türk inançları ve bu inançlarda yer alan dişil unsurlar üzerinde durulacaktır.

Ziya Gökalp, Türklerin tarih sahnesine çıkmasından sonraki dinine “Toyonizm” adını verir. Fuat Köprülü; Türklerde dinin, sosyal ve siyasi yapıya uygun olarak oluştuğunu, Türkler’in ayrı aşiretler halinde yaşadıkları zaman “Totemizm” dinine inandıklarını belirtir (Köprülü, 2003: 39). Abdülkadir İnan, Ziya Gökalp’ın eski Türkler için “Toyonizm” adını verdiği dinin Budizm’den başka bir şey olmadığını söyler. İnan; İran, Çin kaynaklarına göre eski Orta Asya Şamanizmi’nin esaslarının Gök Tanrı ve güneş, ay, yer, su, ata, ateş kültleri olduğunu bildirmektedir (İnan, 2006: 10- 100). Bu yaklaşımlara göre “eski Türk inançları” söz konusu olduğunda öncelikli olarak “kült”lerden bahsetmek gerekmektedir.

65

Türklerin inanç sistemleriyle ilgili görüşler genel olarak değerlendirildiğinde onların üstün bir varlığa inandığı 72 ve ona ulaşmak için “dağ, tepe, taş, kaya, ağaç, su, ateş, demir” gibi unsurları kullandıkları görülmektedir. Kabul edilen dinlerle birlikte önceden varolan bu inanışlar yeni inanç sistemleri ile bağdaştırılarak varlığını belli bir ölçüde korumuştur. Çalışmada incelenen kadın merkezli adak yerlerinde icra edilen uygulamalarda da bu unsurlara hâlâ yer verildiği anlaşılmaktadır. Bu unsurlar, kült kavramı ile ilişkilendirilebilir.

Sedat Veyis Örnek, kült kavramını “Yüce ve kutsal olarak bilinen varlıklara karşı gösterilen saygı, onlara tapınış” olarak tanımlamıştır (Örnek, 1971: 148- 149). Antropoloji terminolojisinde “kült”; dinsel bir inanç sisteminde ya da herhangi bir inanç siteminde yer alan, eylemle desteklenen kendi içinde bütünleşmiş bir kesit olarak açıklanmaktadır (Erginer, 1997: 41). Geçmişten günümüze gelen, zamanla dinî inançlarla değişime uğrayıp aynı zamanda onlarla bütünleşen kült kavramı; bir anlamda dinsel ögelerin “nesne” ve “eylem” le bütünleştirilmiş şekli olarak yorumlanabilir.

Tanrı, gökte bulunduğuna inanılan en büyük ilahtır. O; insanları, ovaları, ateşi, yeri, güneşi, ayı, yıldızları yaratmış; kâinatın düzenini sağlamıştır. Gök Tanrı inancının hâkim olduğu eski Türklerde, Tanrı tek yaratıcı olarak görünmekte ve din sisteminin merkezinde yer almaktaydı. Hunlar, Göktürkler, Uygurlar gibi Türk topluluklarında kurbanlar sunulan kutsal varlıkların başında ve hepsinin üstünde Gök Tanrı geliyordu. Tanrı, tam iktidar sahibiydi (Kafesoğlu, 1980: 54- 63). Esasında göğün kendisi tanrı değildi. Gök de yer gibi maddi bir varlıktı ve Tanrı tarafından yaratılmıştı. Eski Türkler dış tesirlerin de etkisiyle göğü yedi veya dokuz kat olarak düşünmüşlerdir (Ögel, 1997: 36- 39). Eski Türk kavimlerinin inancına göre gökte ve yerde meydana gelen çeşitli olaylar birtakım ruh ve tanrıların eseridir. Türkler, olağanüstü güce sahip olduklarına ya da Tanrı’yla ilişkili olduğunu düşündükleri

72

Rıfat Araz; Türk sahasından derlenen bilgi ve malzemelerin tetkik ve değerlendirilmesini yapan araştırmacıların ve bilim adamlarının, Türk inanç sistemini oluşturan unsurların Tengri’nin çevresinde halkalandıklarını; Tengri’nin ise yaratan, yaşatan ve öldüren en yüce bir varlık olarak bu inanç sisteminin merkezini teşkil ettiği görüşünde birleştiklerini belirtir (Araz, 1995: 24). M. Atalay Köymen ve başlangıçta Abdülkadir İnan, eski Türk dininin Şamanizm olduğunu belirtmiştir. Hikmet Tanyu, İbrahim Kafesoğlu, Bahaeddin Ögel, Mehmet Eröz, Dursun Yıldırım gibi araştırmacılar da Eski Türk Dini’nin tek Tanrılı olduğunu savunmuşlardır (Kalafat, 1995: 13- 14) Emel Esin, Göktürk devri Türkleri’nin monotheist olmayıp çok sayıda Tanrıya inandıklarını belirtmiştir (Esin, 1978: 90).

66

şeylere karşı saygılıdırlar ve bunlardan çekinirlerdi (Roux, 2007: 32). Tanrıların öfkesini yatıştırmak ya da onların memnunuyetini sağlamak da bu yaklaşımda etkilidir. Ruhu ya da olağanüstü gücü olduğu düşünülüp saygı duyulan unsurlar arasında yukarıda saydığımız kültler de yer almaktadır. Hayatın varoluşuyla birlikte insanlar; fiziksel olarak varlığına tanık olamadığı buna karşın inandıkları doğaüstü güçleri somut nesnelere aktarmaya çalışmış ve onlara saygı duymuştur.

İnsanlar; Tanrı’nın gökyüzünde olduğu inancı neticesinde, yüksek yerlere çıktıkça Tanrı’ya daha yakın olduklarını düşünmüşlerdir. Bu nedenle gökyüzüne yakınlığı olan “dağlar” ve “tepeler”, ulu ve tanrısal mekânlar olarak kabul edilmiştir. Abdulkadir İnan, Altaylıların inancına göre dağ ruhlarının yeryüzünde yaşadıklarını, başka ruhlar gibi gökte ve yeraltında yaşamadıklarını ve belli bir dağa sahip olduklarını belirtir. Onların inancında dağ iyeleri insanlara iyilik yapar, hayvanların çoğalmasını sağlar, insanlara sağlık verir, onların emniyetlerini sağlar, onları kötü ruhlara karşı korur. Buna karşılık dağ ruhları, kendilerine saygısızlık yapanlara hastalık gönderebilmektedir. Onları hoşnut etmek için kanlı kurban kesilmesi gerekir (İnan, 1976: 3- 37).73 Dağ iyesi ile ilgili olarak “Anadolu’da özellikle Bektaşî ve Kızılbaş toplumlarında dağların takdis edildiği”(Ocak, 2000: 99) bilinmektedir. Hem genel olarak Türk- İslam inançlarına hem de çalışma kapsamında ele alınan ulu kişi ve velilerin türbelerine bakıldığında bunların büyük bir kısmına dağ ve tepelerde rastlanıldığını görülmektedir. Bu durum, dağlara atfedilen kutsal yer inancının, Türk- İslam inancı içinde az çok değişimlere uğramış olsa da günümüzde yaşayanyaşayan şekli olarak yorumlanabilir.

Yukarıda bahsedilen dağlar dışında “taş” ve “kayalar” da Türklerin çeşitli fonksiyonlar kazandırarak inançlarına kattığı unsurlardandır. Taşlarla ilgili olarak en yaygın inançlardan biri “yada taşı” etrafında oluşmuştur. Bu taşla yağmur, kar, dolu yağdırılır, fırtına çıkarılırdı.74 Hikmet Tanyu; yada taşının kullanımıyla ilgili

73

Hunlar, Yeni-sin-şan adıyla andıkları sıradağlarda her yıl Gök-Tanrı’ya kurban keserlerdi. Altaylı Şor ve Beltirler kurbanlarını Gök-Tanrı’ya yüksek dağ tepesinde yaptıkları ayinle sunarlar ve bu ayine “tengere tayıg” yani “Tanrı-gök kurbanı” derlerdi (İnan, 1976: 32).

74

Kaşgarlı Mahmut “Yada taşı” ile ilgili şu bilgileri vermektedir: “Bir türlü kâhinliktir. Belli başlı taşlarla yapılır. Böylelikle yağmur ve kar yağdırılır, rüzgâr estirilir. Bu, Türkler arasında tanınmış bir şeydir. Ben bunu Yağma ülkesinde gözümle gördüm. Orada bir yangın olmuştu; mevsim yazdı. Bu suretle kar yağdırıldı ve Ulu Tanrı’nın izniyle yangın söndürüldü.” (Atalay, 1991: 3).

67

Türkler’de sihri, mistik ve etki alanı çok yaygın bir gelenek olarak görüldüğünü belirtir. Türklerde taşa olan kutsiyetin sebebini de şöyle açıklar: “İkel toplumlarda tabiatı, her seyi canlı görüş, taşı da vurucu öldürücü bir kuvvet sahibi biliş, taşta mana olduğuna, bu kuvvete sahip olmak istediğini görüyoruz. Bu animistik inanç, taşın içinde bir kuvvet kaynağı, bir ruh, bir mana olduğunu gösteriyor.” (Tanyu, 1987: 61- 202). Görüldüğü üzere varlığın görünen maddesel yapısı ona görünmeyen dinî- sihri güç izafe edilmesini sağlamıştır. Çalışmada incelenen kadın ziyaret yerlerinde icra edilen uygulamalarda tasavvur edilen bu güçten kaynaklı olarak “taş”ın da kullanılan yaygın bir obje olduğu görülmektdir.

Türklerin kutsal kabul ederek saygı gösterdikleri iyelerden birisi de “ağaç” ve “orman”iyeleridir. Mevsimsel olarak ağaçların değişim göstermesi, ölüp- dirilmenin sembolü olarak görülmelerine neden olmuştur. Türk topluluklarında ağacın en önemli fonksiyonlarından biri üremenin sembolü olarak görülmesidir. Bazı Türk boyları kurban ayinlerini kayın ağacının altında yaparlardı. Yakut Türkler’i güz avına çıkmadan önce, avın bereketli geçmesi için ağaçlara renkli bez parçaları ve kıymetli kürkleri bağlayıp, ilk avın şeklini de ağaç gövdelerine çizerlerdi (Kalafat, 1995: 46). Türk inançlarında kutsal sayılan ağalar arasında “ardıç, elma, kavak, çam, çınar, kayın” sayılabilir. Bugün Anadolu’nun birçok yerinde bulunan ziyaret yerlerinde kutsal ağaçlara ve çalılara rastlanmaktadır. Bu ağaçlar kimi zaman tek başına bulunurken kimi zaman ulu bir zatın türbesinde de bulunabilmektedir. Temelde ağacın bir iye, canlı bir varlık olduğu unutulmuş olsa da çeşitli dilekler için ağacın kullanılması onun aynı fonksiyonu üstlendiğini göstermektedir.

En eski devirlerden beri Türkler’in tabiat kültlerinde “su”da önemli bir unsur olmuştur. Evrendeki dört elementten biri olmasından dolayı suyun yeryüzünde önemli bir yeri vardır. Hem söndürdüğü ateşin karşıtıdır hem de tamamlayıcısıdır. Bereket sağlamadaki rolü iyi bilinmektedir ve bu özelliğiyle hayatın kaynakları arasında yer almaktadır ( Roux, 2002: 143). Su kültünün içine akan bütün sular, ırmaklar, dereler ve pınarlar dâhildir. Türkler, her suyun bir iyesi olduğuna inanırlardı. “Su”, “yer” ile birlikte de anılmıştır. Orhun Yazıtları’nda “yer-su” Türklerin koruyucu ruhları olarak zikredilmiştir (İnan, 1976: 40). Uygurlar yılda iki defa yere kurban verirlerdi ve kış mevsimini törenlerle kutlarlardı. Kötü ruhları

68

uzaklaştırmak için altın ve gümüş kaplar içine koydukları suları birbirlerine serperlerdi. Su serperek kötü ruhlardan temizlenirlerdi (Ögel, 1988: 211). Yakut Türkleri suların kirletilmesine kızarlar ve sular temiz tutulmaz kirletilirse, su kaynaklarının kendilerini kurutacaklarına, insanları susuz bırakacaklarına inanırlardı. “Eski inançlara göre “su iyesi, gündüz dinlenir; gece çalışır. Bunun için akşamdan sonra akan sudan su alınmamalıdır. Su iyesi bundan rahatsız olabilir. Su kaplarının ağzı mutlaka kapalı tutulmalıdır. Akşamdan sonra suya bir kap doldurulacaksa besmele çekilmelidir. Suya tükürülmez ve pislenmez.” (Kalafat, 1995: 54- 60). Suyun temel unsurlardan biri oluşu, temizleyici ve yansıtıcı özellikleri, akıcı olduğundaki gücü, bir kısmının gökten gelişi onu görünmez varlıklarla ilişkilendirmiştir. İnsanoğlu, kendinde göremediği bu özellikleri kendisinden üstün varlıklara atfetmiştir.

“Ateş”, hayatın devamlılığını sağlayan dört asli unsurdan (Anasır-ı erbaa) biridir. Bu unsuru insanlara veren Tanrı’dır (Esin, 2000: 49). Efsaneye göre ilk kişinin yeryüzüne indikten sonra ateşe ihtiyaç duyması üzerine Tanrı Ülgen, gökten biri ak diğeri kara iki taş getirmiş, bu iki taşı birbirine vurarak insanlara ateş yakmayı öğretmiştir. Bu durum ateşe duyulan saygının temelinde yer alan durumlardan biridir. Ateşe duyulan saygının temelinde onun temizleyici bir güç, kötülüklerden arındırıcı bir unsur olarak algılanması da yer almaktadır. Eski Türkler ateşe temizleyici, kötülüklerden arındırıcı yönlerinin yanında kötü ruhlardan koruyucu ve hastalıkları iyileştirici gözüyle de bakmışlardır (Roux, 2002: 233). Bu itibarla ateşe “arındırma, koruma, sağaltma” işlevleri verilmiş olduğu görülmektedir.

“Ocak” da ateşle ilişkilendirilen unsurlardan biridir. “Ateş (ocak) yuvanın ve oradaki hayatın sürekliliğinin simgesi” (Çoruhlu, 2002: 51) olarak görülmektedir. Türk inanç sisteminde ateşe bakarak kehanette bulunma görülmektedir. Bunun bir yansıması olarak Yakutlarda, ocak külünün kıpırdadığının görülmesi ailede bir çocuk doğacağına işarettir. Karagaşların inancına göre de ateşin ıslık çalması uzaktan bir yolcu geleceğine işarettir (İnan, 2006: 50- 70). Türkler ateşe saygı duymuşlar ve onun üstüne pis şeyler atmaktan imtina etmişlerdir. Ateşin yakıcı, yok edici gücü ocakla da bütünleşmiştir. Bu güç, ona bir ruh izafe edilmesine ve ona saygı duyulmasına neden olmuştur.

69

Türkler’de bir de oba iyesi vardır. Oba; steplerde topraktan, dağ geçitlerinde taş yığınlarından meydana getirilen suni tepelerdir. Oba kültüne Müslüman Türkler’de de rastlanmaktadır. Türkler arasında içinde yaşadıkları çadırın da bir iyesi olduğuna inanıldığı tespit edilmiştir. Bu iye Volga Türkleri arasında “Öy iyesi” olarak adlandırılır. İnanca göre bu ruh orada yaşayanları dış tehlikelere karşı korur, ailenin mutluluk ve refahını sağlamaya çalışır. Tesir gücü, evin ve çadırın hudutları dâhilindedir (Kalafat 1995: 58). Ancak memnun olmadığı zamanlarda hastalık getirebilir. Bu nedenle ev ruhuna yılda bir kez kurban kesilir ya da bulamaç sunulur (Çoruhlu, 2002: 53). Yakut Türkleri kestikleri kurbanın kanını, çadır direklerine sürmek suretiyle, iyeyi bundan haberdar ederlermiş (Kalafat, 1995: 58- 59). Obalar kültü etrafında teşekkül eden inanmaların ve pratiklerin bazılarını Anadolu’daki yatır inancında görülebilmektedir.

Eski Türklerde atalara saygı duyulur, onların sözlerine kulak verilir, tecrübelerine güvenilirdi. Aile düzeninde ata/ baba, otoritesiyle, gücü ve koruyuculuğuyla soyun çoğalmasını ve büyümesini sağlardı. Atalara duyulan saygı ve gösterilen hürmet ata öldükten sonra da devam ederdi. Asya Hunları, Tabgaçlar ve Göktürkler çok kere kutsal mağaralar önünde atalarının ruhlarına kurban sunarlardı (Kafesoğlu, 1993: 291). Onlar için görkemli yuğ törenleri yaparlardı.75 Büyük ölülerinin mezarları genel olarak dağ başlarında bulunmuştur. Eski Türkler’in inanışlarına göre gökte oturan Tanrı’ya, yeryüzünde en yakın olan yerler, yüksek dağ başlarıydı. Günümüzde “atalar kültü” şekil değiştirerek ya da bazı özelliklerini koruyarak “evliya kültü” içinde yaşamaya devam etmiştir. Bugün için saygı duyulan evliyalar ve onların ziyaret yerleri bulunmaktadır. Bunların bir kısmının uzak yerlerde tek başına bulunması da aradaki benzerliği vurgulamak bakımından dikkat çekicidir.

75

Göktürkler, ölüyü çadıra koyar; oğulları, torunları, erkek-kadın başka akrabası atlar ve koyunlar keserler ve çadırın önüne sererler. Ölü bulunan çadırın etrafında at üzerinde yedi defa dolaşırlar. Kapının önünde bıçakla yüzlerini kesip ağlarlar. Bu töreni yedi defa tekrar ederler. Defin gününde ölünün akrabaları, tıpkı öldüğü günde yaptıkları gibi, at üzerinde gezer ve yüzlerini keser, ağlarlar. Mezar üzerinde kurulan yapının duvarlarına ölünün resmini, hayatında yaptığı savaşları resmederler. Ölenin yeri belli olsun diye kurgan inşa ederler. Mezarların üstüne tümsek yaparlar veya geniş daireler şeklinde taş yığarlar ve hatta taş heykeller (balballar) dikerlerdi (Kafesoğlu, 1993: 292- 293).

70

Türkler İslamiyet öncesinde değişik zamanlarda değişik inanç sistemlerini, dinleri kabul etmişlerdir. Eski Türk inançları içinde yer alan bu inanmalardan biri Şamanizm’dir. Din olmaktan ziyade temel prensibi ruhlara, cinlere, perilere emir vermek ve onları kumanda etmek, gelecekten haber vermek düşüncesi olan bir sihirdir (Roux, 2002: 66). Abdülkadir İnan, başta Yakutlar ve Altay Türkleri olmak üzere, tarihi seyir içerisinde Hunlar, Göktürkler, Uygurlar, Kırgızlar, Oğuzlar ve Moğolların Şamanist oldukları kanaatindedir (İnan, 2006: 1- 20). Bahaettin Ögel, Şamanizm’in daha ziyade kişiler, aileler ya da ancak bir kabile içinde hükmü geçen bir din sistemi olduğunu savunmaktadır. Ona göre şamanların görevi de sihir, büyü, fal meseleleridir (Ögel, 2003: 17). Öte yandan, eski Türk dini hakkında araştırmalar yapmış olan Ziya Gökalp, Türklerin eski dinini “Toyunizm” olarak düşünmüştür. Gökalp, “Şaman” kelimesinin “Kam”dan türediğini ileri sürüp, Şamanizm’i de Toyunizm’den sonra gelen bir büyü sistemi olarak değerlendirmiştir (Gökalp, 1995: 25- 26). Bu tanımlamalarla birlikte Emel Esin, Türk inançlarını bütünüyle Şamanist inançlar olarak değerlendirmenin doğru olmadığını, Türklerin İslamiyet öncesinde değişik din ve inanç sistemlerini de benimsemiş olduğunu belirtir (Esin, 1978: 144- 160). Atalar kültü, tabiat kültleri ve Gök Tanrı kültü, inanç ve merasimlerinin uygulanış biçimiyle bizzat Şamanizm zannedilmiştir (Ocak, 1983: 33- 37). Bu anlamda denilebilir ki geleneksel Türk dini Gök- Tanrı merkezli olup zamanla farklı din ve inanç sistemleriyle bütünleşmiş bir yapı arz eder. Tarihî süreç içerisinde farklı düzeylerde de olsa etkileşerek bütünleşen bu inanmalar içerisinde kadının varoluşsal yansıması olarak kimi “dişil” unsurlar da bulunmaktadır. Anadolu Türk tasavvuf geleneğinde kadının taşıdığı işlevler az çok bu dişil unsurlarla da ilgilidir.