• Sonuç bulunamadı

Anadolu Türk Sahasında Tarikatlarda Kadın

2. İŞLEVSEL KURAM

2.2. ANADOLU TÜRK TASAVVUF GELENEĞİNDE KADIN

2.2.1. Anadolu Türk Sahasında Tarikatlarda Kadın

Türk tarihine bakıldığında, her dönemde kadınların, sosyal hayatta önemli bir konumda olduğu görülür. İtibarları, Türkler Müslüman olduktan sonra da devam etmiştir. Kadınlar, sosyal hayatın yanı sıra siyasi ve dinî hayatta da etkin olmuşlardır. Bu durum, Anadolu coğrafyasında yayılım/ oluşum gösteren daha başka dinî olgular için de geçerlidir.

76

İlk Türk tarikatı Yeseviliktir. Tarikatın kurucusu Hoca Ahmed Yesevi’dir. Yesevilik sünni bir tarikat olarak, halkın anlayacağı bir dille inançları yaymıştır. Ahmed Yesevi’nin ablası Gevher Şehnaz, zor zamanda kardeşine yol göstererek onun kerametini sergilemesine vesile olmuştur.77 Ahmet Yesevi döneminde, zikir meclislerinde kadınla erkeğin bir arada olması dedikodulara neden olmuş, Yesevi de hasımlarına cinsiyetlerden ziyade kulluğun önemli olduğunu ortaya koyan bir ders verir.78 Ahmet Yesevi’nin nesilleri arasındaki önemli kadınlardan biri Domalak Ana’dır. O, Ahmet Yesevi’nin kızı Gavhar Ana’dan doğan, Maktım Ağzam’ın torunu Nurila’dır. Dedesi Maktım Ağzam Hoca’nın rüyasında arvahlar “Nurila, evliya bir kadındır” diye seslenirler. Nurila Ana’ya Ahmet Yesevi ile aynı derecede değer verilip, mezarı halkın özel olarak ziyaret ettiği yer olur. Domalak Ana’nın türbesini ziyarete gelen insanlar Kur’an okuyup, kıyısındaki kamışlara paçavra bağlarlar. Pınarın yanına mum yakarlar. Koyun getirip kurban keserler. Derdine şifa,

77

Yesi şehrinin hükümdarı bir gün dağa avlanmaya çıkar, ancak engebeli olan dağda avlanamaz ve bu dağı ortadan kaldırmak ister. Şehrin bütün hocalarını toplayıp dua ettirir ancak dağ ortadan kalkmaz. Bunun üzerine şehirdeki mübarek bir çocuğun çağrılmadığı anlaşılır ve Ahmet de çağrılır. Bunun üzerine Ahmet ablası Gevher Şehnaz’a, gidip gitmemeyi danışır. Ablası ona der ki, “Babamızın

vasiyeti vardır. Senin meydana çıkma zamanının gelip gelmediğini belli edecek şey, babamızın mabedi içindeki bağlı bir sofradır. Eğer onu açmaya kadir olursan, var git. Meydana çıkma zamanın gelmiş demek olur.” Çocuk bunun üzerine mabede gitti ve sofrayı açtı. Artık meydana çıkma zamanı gelmiş

demekti. Hemen sofrayı alarak Yesi şehrine geldi. Bütün evliya burada hazırdılar. Sofrada olan bir tane ekmeği niyaz gösterdi, kabul edip Fatiha okudular. Bu ekmeği meclistekilere böldü; hepsine yetti. Evliyadan ve padişahın ümera ve askerlerinden orada doksan doku bin kişi hazır olmuştu. Onlar bu kerameti görünce, Hoca Ahmet’in büyüklüğünü daha iyi anladılar. Hoca Ahmet, babasının hırkası içinde duasının neticesini bekliyordu. Birden bire gökyüzünden seller boşandı, her yer suya boğuldu. Şeyhlerin seccadeleri dalgalar üzerinde yüzmeye başladı. Bunun üzerine bağırıp niyaz etmeye başladılar. Hoca Ahmet hırkadan başını çıkardı, hemen fırtına kesilerek güneş açıldı. Baktılar Kara- cuk dağı ortadan kalkmış. Şimdi o dağ yerinde Kara-cuk adlı bir kasaba bulunur ki hocanın mesken ve vatanıdır. Bu kerameti gören hükümdar Yesevi, kendi adı kıyamete kadar cihanda baki eyledi ve dedi ki: “Âlemde her kim bizi severse senin adınla beraber yâd eylesin.” İşte bundan dolayı o günden beri “Hoca Ahmet Yesevi” adıyla anılır oldu (Köprülü, 2003b: 60).

78

Hoca Ahmet Yesevi’nin şöhret dairesi genişleyerek müritleri binlerle sayılacak derece çoğalınca tabiatıyla muhalifler, takipleri de çoğalmıştı; hatta bu münafıklar nihayet ağır bir iftiraya da cüret ettiler: Güya Hoca’nın meclisine örtüsüz kadınlarda devam ederek erkeklerle birlikte zikre karışırlarmış, şeriat hükümlerini muhafazaya şiddetle riayet eden Horasan Maveraünnehi alimleri, bilhassa müfettiş göndererek bu şayıanın doğru olup olmadığını tahkik ettiler. Tahkikat neticesinde bunun sırf bir itiraftan ibaret olduğu anlaşıldı; lakin Hoca Ahmet Yesevi, onlara artık bir ders vermek istedi: Bir gün müritleri ile birlikte bir meclise otururken, mühürlü bir okka getirip ortaya koydu. Bütün cemaate hitap ederek dedi ki: “Sağ kolunu, bulûğ gününden bu ana kadar avrat uzuvlarına hiç

değdirmemiş evliyadan kim vardır?” hiç kimse cevap vermedi. Derken, şeyhin müritlerinden Celal

Ata ortaya geldi. Hoca Ahmet Yesevi, hokkayı onun eline vererek, o vasıtayla, müfettişlerle birlikte Maveraünnehr ve Horasan memleketlerine gönderdi. Oralarda bütün âlim ve şeriatçılar birleşerek hokkayı açtılar: İçindeki pamukla ateş birbirine hiç tesir etmemişti, ne pamuk yanmış, ne de ateş sönmüştü. O vakit, hocadan şüpheye düşerek müfettiş yollamış olan âlimler, onun kendilerine vermek istediği dersin manasını bütün açıklığıyla anladılar. Eğer, erkek kadın bir ehl-i hak meclisinde birleşerek beraber zikir ve ibadete devam etseler bile, Hak Ta’ala, onların kalplerindeki her türlü kin ve düşmanlığı yok etmeğe muktedirdir. Bunun üzerine hepsi fevkalade utanıp korktular ve hediyeler, adaklarla kabahatlerini affettirmeye çalıştılar (Köprülü, 2003b: 63).

77

canına sağlık dilemek için gelen birçok insan “Ana Pınarı”nda yıkanırlar (Ergun, 2004: 677- 679).

Zengi Ata ile evlenen Anber Ana79, Taptuk Emre’nin hanımı Ana Bacı80, Mevlana’nın hanımı Kerra Hatun, Pir Hasan Hüsameddin Uşşakî’nin hanımı Helvacı Bacı; müritlerin müşkillerini çözmede birer aracı olarak vazife görmüşlerdir. Bu durum müritlerin manevi dünyalarının aydınlanmasına da vesile olmuştur. Anadolu sahasının önemli tarikatlarından biri olan Mevlevilikte kadına değer verilmiştir.

79

Rivâyete göre Seyyid Ata, Zengi Ata’nın hizmetinde her ne kadar riyâzet ve mücâhade ile günlerini geçirse de bir türlü maksadına ulaşamaz. Günler geçmesine rağmen gönlünde beklediği fütuhat gerçekleşmez. Sonunda halini Anber Ana’ya açmaya karar verir ve ona şu ricada bulunur: “Ata

hazretleri sizin sözünüzü dinler. Fukaraya karşı iyilik ve şefaatinizin hesabı yoktur. Ümit ederim ki, bu fakir hakkında da birkaç kelime ile de olsa şefaatte bulunur, o büyük insanın nazarlarıyla şereflenmemize sebep olursunuz.” Anber Ana onun talebini kabul eder ve şu tavsiyeyi yapar: “Sen bu gece kendini siyah bir keçeye sar ve o şekilde Ata’nın yolunun üzerinde bekle! Tâ ki, seher vaktinde dışarı çıktıklarında seni o halde görünce acısınlar!” Seyyid Ata, Anber Ana’nın tavsiyelerine

aynısıyla yerine getirir. Anber Ana ise gece yatağa girdiğinde efendisine, “Ahmed, fakir bir adam,

aynı zamanda seyyid ve âlimdir. Bu kadar zamandır hizmetinizdedir, fakat hiçbir şekilde nazar-ı inayetinize mazhar olamadı” diye rica bulunur. Zengi Ata tebessüm eder ve “Seyyitliği ve ilmine güvenmesi ona engel oldu. Beni ilk gördüğü gün, kendimi tanıttığımda hiç itibar etmedi. Üstelik gönlünden, ‘Ben seyyid ve âlim bir kişiyim. Zenci bir sığır çobanına nasıl tâbi olurum?’ diye geçirdi. Ancak senin hatırın için onun hatasını affettim.” der. Seher vakti olunca dışarı çıkan Zengi Ata, yolu

üzerinde siyah bir nesneye sarılı birinin yattığını görür. Ayaklarını kaldırıp Seyyid Ata’nın sinesine basar. Seyyid Ata onun ayaklarına sarılarak affını talep edince Zengi Ata, “Kimsin sen?” diye sorar. Seyyid Ata, “Ahmed” diye cevap verir. Zengi Ata ona acır ve “Kalk ayağa! Böylesine pişmanlık

duyman senin işini düzeltti.” der. O andan itibaren Zengi Ata ona öyle bir iltifatta bulunur ki, Seyyid

Ata yerinden doğrulmasıyla birlikte maksudu ne ise ona ulaşır. Bağış ve lütuf kapıları ardına kadar açılır. Kısa sürede irşat mertebesine yükselir. Nice nakısları kemal derecesine ulaştırır (Mevlana Ali B. Hüseyin Es- Safi, 2005: 49). Sadr Ata ve Bedr Ata Zengi Ata’nın üçüncü ve dördüncü halifeleridir. Zengi Ata’nın sohbetine eriştiklerinde günden güne Sadrettin’in ahvali olgunlaşıyor, Bedrettin’de ise gerileme görülüyordu. Sonunda hatırına “Seyyid Ata, Anber Ana’yı vesile etmekle Zengi Ata

hazretlerinin inayetlerine mazhar oldu. Ben de gidip onların şefkat dağıtan şifa evinden derdime bir çare isteyeyim.” diye bir düşünce geldi. Fırsatını bulunca ağlayarak Anber Ana’nın yanına gelip halini

arz etti. Ondan kendisi için de şefaatçi olmasını temenni etti ve ata hazretlerinin neşeli olduğu bir zamanda kendi dilinden şu sözleri aktarmasını istedi: “Ben ve Sadrettin, ikimiz de bu dergâhın

bendeleriyiz. Ona olan inayetin fazla olmasının hikmeti acaba nedir? Eğer benim bir hatam olmuşsa, onu hatırlatırsanız düzeltmeye çalışırım.” Zengi Ata, o gün kırdan döndüğünde gayet keyifliydi.

Anber Ana bunu fırsat bilerek Mevlana Bedrettin’in talebini ona iletti ve himmetini ondan esirgememesini iltimas etti. Ata hazretleri, “Bedrettin’in maksuduna erişememesinin sebebi, beni ilk

gördüğünde ‘Şu deve dudaklı zenciye bak hele, boyundan büyük davaya kalkışıyor!’ diye içinden bir düşünce geçirmesidir. Mademki sen dilekte bulunuyorsun, ben de hatasını affettim” buyurdular. Sonra

Bedrettin’e huzurlarına çağırarak iltifat ettiler. O anda Zengi Ata’nın iksir gibi nazarlarının tesiriyle Bedrettin’in hali değişti. Bir anda Sadrettin’in derecesine ulaştı (Mevlana Ali B. Hüseyin Es- Safi, 2005: 53).

80

Yunus Emre’nin şeyhi ona kırk yıl seyahat etmesini emretmiş, o da tam kırk sene gezip dolaştıktan sonra tekrar şeyhinin dergâhına gelmiş; Ana Bacı’ya yani şeyhinin karısını bularak şeyhinin kendi hakkındaki fikrini sormuş. O da demiş ki, “Yarın sabah namazında şeyhin yolu üzerine uzan yat. Şeyh

senin kim olduğunu tabii bana soracak. Ben de ona Yunus diyeceğim. Eğer ‘Bizim Yunus mu?’ diye soracak olursa anla ki artık çilen dolmuştur.” Ertesi sabah Yunus bu nasihate kulak vererek yola

uzanır, şeyhi de “Bizim Yunus mu?” diye sorunca artık çilesini doldurduğunu anlayarak teşekkür için şeyhinin ayaklarına kapanır ve işte o günden başlayarak da şeyhin emir ve müsaadeleri ile o meşhur ilahilerini söylemeye başlar (Köprülü, 2003: 255).

78

Mevlana da insanı kadın erkek ayırmadan bir bütün olarak eserlerinde ele almıştır. Konya’da Gürcü Hatun, Sultan Rükneddin’in eşi Gümeç Hatun (Altuntaş, 1997: 34), Sultan Veled’in hanımı Fatma Hatun, Fatma ve Hediye Hatun (Uludağ, 1997: 99) Mevlevi tekkelerinde bulunmuş kadınlardandır.

Mevlana’dan sonra da kadınlar, Mevlevi tarikatı içinde varlıklarını devam ettirmişlerdir. Hatta Mevlevilikte kadınların şeyhlik makamına kadar yükseldikleri olmuştur. Ulu Arif Çelebi’nin halifesi Konyalı Arife Hoşnika (Gölpınarlı, 1983: 278- 279) Tokat’ta Mevlevi halifesi olmuştur. Şah Mehmed Çelebi’nın kızı Destina Hatun’un (Top, 2000: 162) Karahisar tekkesinde mütevelli olduğu, erkekler gibi hırka ve külah giydiği, aynı tekkede Arif Çelebi’nin kızı Güneş Han’ın da şeyhlik yaptığı bilinmektedir. Güneş Han, sikke ve hırka giymiş, yüzü peçeli olarak Mevlevî mukabelesini idare etmiştir (Altuntaş, 1997: 34- 35). Kütahya Mevlevîhanesi’nde ise; dergâhın seyhlerinden Küçük Arif Çelebi’nin kızı Mesnevihan Kamile Hanım, şeyhlik makamına atanmıştır. Yine bu dergâhta Kamile Hanım’ın kızı Fatma Hanım, annesi gibi Mesnevihanlık ve şeyhlik yapmıştır (Tokmak, 2006: 84- 85).

Mevlana’nın torunları Sultan Veled’in kızları Mutahhara Hatun ile Şeref Hatun keramet sahibi velilerden kabul edilirler. Mevlana’nın Abide ve Arife ismini verdiği bu iki kadının Anadolu’da birçok müridinin bulunduğu söylenmektedir. Mevlana, zamanındaki velayet ve kâmile münasip kadınlarla ilgilenmiş, onlarla dostluk kurmuştur. Örneğin Fahrünnisa ile birlikte manen hacca gittiğinden söz edilir. Gumac (Gömeç) Hatun, müridlerinden biridir. Usta Hatun; dönemin “veliye”, “bilgin”, “üstâd”, “sultanların kızlarının hocası” gibi vasıflarla anılan kadınlarından biridir. Sultan Veled’in kızları olan Mutahhara ve Şeref Hatun’a Rum ülkelerinin kadınlarının çoğu mürid olmuşlardır. (Küçük, 2008: 104- 107). Mevlana’nın gelini Fatma Hatun’un birçok kerameti vardır (Helminski, 2004: 171).

Bektaşilikte, hanım halifelere örnek olarak Fatıma Bacı/ Kadıncık Ana ve Amine Hatun zikredilebilir (Küçük, 2008: 104). Bektaşilikte diğer tarikatlara nazaran kadına daha çok değer verildiği ileri sürülmektedir. Kadınlar Bektaşi olabilirler, ancak velisinin veya kocasının izni olması gerekmektedir. Erkeklerle aynı mekânda olmaları gerektiği hallerde erkekler önde, kadınlar arkada oturmuşlardır. Kadınlarla

79

erkeklerin bir arada toplandıkları Bektaşiler arasında birçok kadın, ilahiler yazma geleneğinde yer almıştır (Helminski, 2004: 28).

Bektaşiliğin kendine özgü değerleri vardır. Bektaşilikte boşanma yok gibidir. Kadın zina ettiğinde, özellikle sünni bir erkekle yapmışsa kesinlikle affedilmez, öldürülür. Ancak abdallar için zina söz konusu değildir, iffet ve namus bunlarda son derece geniştir (Atalay, 1991: 4- 21). Bektaşilikte talipte aranan özellikler arasında “şehvetperest olmamak” ve “zina ve livata yapmamak” aranan özellikler arasında sayılmaktadır. Yine Bektaşilikte on iki terekeli tacı giyme de yerine getirilmesi gereken koşullar arasında “şehveti bırakıp takvaya sarılmak” sayılmaktadır. Alevi- Bektaşilik, cinsel (şehevi) tatları özendirmez. Yola girenden bu tür tatlardan uzak durmasını ister. Cinselliği temiz ve olağan işler üzerine oturtur. “Beline sahip olma” esasını getirir. Eşlerin dışında cinsel ilişkiye izin vermez. İlişkiyi “helaller arasında” düşünür. Alevi- Bektaşiliğin bu alandaki ilkesi “harama uçkur çözülmez” biçimindedir. Hayızlı ve loğusa kadınla, fahişelerle cinsel ilişkilerde bulunma, sarkıntılık, kadınların gönlünü alma, cünup bulunma uygun görülmemiş, yasaklanmış ve bu durumlar “uğru”luk sayılmışlardır. “Uğrular, dört kapı kırk makam ve on yedi erkânda yüzü kara” görülmüştür (Öz, 1997: 433- 436).

Bektaşilik’te cinsiyet ayrımı yapılmamıştır. Odakta insan vardır ve ibadet herkes içindir. Kadın erkek beraber ibadet edebilirler. Kadın; Bektaşilikte değer gören, saygın, ana, üretken, alışkan varlıktır. Kadın eksik değildir. Sevilen sayılandır. Kadın cem törenlerine erkekle birlikte katılır. Kadının kestiği yenir (Öz, 1997: 454- 455). Bektaşilik’te kadın; şair, musikişinas, ressam ve sanatçı yetişmiş, gerek dergâh içinde gerekse dergâh dışında bulunmuş ve sanatsal ürünler vermiştir. İkbal Bacı, Münire Bacı, Zeynep Bacı bunlardan birkaçıdır (Noyan, 1985). Bektaşi tekkelerinde kadın dervişler hastaları da tedavi etmektedir. “Ata Sağun Bacılık Müessesesi” bu amaca hizmet etmiştir. Bektaşilikte hemşirelikten önce bu kurum, müesseseleşmiş olarak bulunuyordu. Bu, Bektaşiliğin önemli görevlerinden biri olmuştu (Temren 1999: 317).

Hacı Bektaş’ın ölümünün ardından onun postuna Kadıncık Ana oturmuştur. Bektaşiliği kuran Abdal Musa’yı da o yetiştirmiştir. Balkanlardaki Kız Ana da Demir

80

Baba Velayetnamesi’nde tekkede posta oturan kişi olarak tanıtılır. Ömer Lütfi Barkan’ın yayınladığı belgelerde bu posta oturan altı kadından daha bahsedilir. Tokat’ta yaşayan Hubuyarlı Alevîleri’nden Anşa Bacı ve Afyon Emirdağ ilesinde kendisine bağlanılan Zöhre Bacı bunlardandır (Bahadır, 2004: 18).

Bektaşilerde müritlerin eşine “ana- bacı”, dede babanın eşine “ana bacı sultan”, Bektaşi eşlerine “bacı” ya da “yenge”, genellikle Bektaşi kadınlarına da “can” denir (Odyakmaz, 2000: 247- 248). Sünni tarikatlarda, hanımların erkeklerle birlikte sohbet meclislerine katılmaları, zikir, sema ve diğer tasavvufi ayinleri birlikte yürütmeleri caiz görülmediği için ana- bacıları şeyh ve mürit arasında vasıta saymaktaydılar. Şeyhin talimat ve uygulamaları ana- bacılar vasıtasıyla hanımlara intikal ettirilmiştir. Baba evli değilse ya da eşi fiili ana bacılık görevini bir nedenle yerine getiremeyecek durumda ise göreve uygun olduğuna inandığı bir kıdemli derviş eşini veya kıdemli bir bacıyı “ana bacı” olarak görevlendirilebilir (Küçük, 1997: 170). Bektaşilikte evlilik önemlidir. Birden çok kadınla evliliğe karşı çıkılmıştır. Ayrıca erkeğin dilediği zaman kadını boşayabilme ayrıcalığı da yoktur (Temren, 1999: 238).

Bektaşilikte kadına tanınan önemli görevlerden birisi mürşidlik makamına ulaşabilmesidir. Bektaşi öğretisinde, alınan yol açısından en ileri derece “dervişlik” belirlenir. Bu makam daim hizmette bulunmayı gerektirir (Temren, 1999: 320). Kadın, yalnızca “babalık” makamına yükseltilmemektedir (Odyakmaz, 2000: 247). Bektaşilikte Kadıncık Ana dedikleri ve saygı ile andıkları bir hatun Fatma Hatun’dur. Hacı Bektaş Veli, Fatma Hatun’u kendisine kız edinmiştir. Anadolu’da dört zümre bulunur: Gaziyan-ı Rum, Ahiyan-ı Rum, Bacıyan-ı Rum. Ahiliğin kadın kolu niteliğindeki “Bacıyan-ı Rum” veya “Anadolu Bacıları” ise, Ahi Evren’in eşi Fatma Bacı’ (Kadın Ana, Kadıncık, Hatun Ana)nın önderliğinde oluşmuştur. Birçok sosyal, siyasal ve ticari faaliyetleri de bulunan bu teşkilatın üyesi olan kadın ve kızlar; erkeklerle birlikte zikir, sema ve sohbet meclislerinde bulunmuşlardır.

Görüldüğü gibi Anadolu sahası tarikatlarında kadınlar etkin bir şekilde yer almışlardır. Yeri geldiğinde mürid, yeri geldiğinde mürşid olmuşlardır. Kimi zaman tarikat işleyişinde sorunları gidermiş, mürid ve mürşit arasında aracı olmuşlardır.

81

Anadolu sahasında kadınların bu yolda emek harcadıkları söylenebilir. Onların bu oluşum içerisinde üstlendikleri görev ve işlevler, Anadolu sahasındaki kadın veli tipine de etki etmiştir.