• Sonuç bulunamadı

Egemenliğin Tarihsel Dönüşümü ve Bütünleşme Süreçleri

A. Bütünleşmenin Siyasi Göstergesi: Egemenlik

2. Egemenliğin Tarihsel Dönüşümü ve Bütünleşme Süreçleri

Bütünleşme süreçleri için siyasal bağımsızlığın sağlanması ile egemenlik yetkilerinin kullanılması için bir meşruluk zeminine ihtiyaç duyulmaktadır. Egemenlik yetkilerinin uygulanması bakımından bütünleşme süreçlerinde güvenliği tesis edici sistemsel mekanizmaların yaratılması, bütüncül bir üretim ve ekonomik düzenin işlerlik kazandırılması ile birlikte bunların devamını sağlayacak bir ortak kimliğin inşa edilmesi gerekmektedir. Hem ulusal hem de uluslararası düzeydeki bütünleşme süreçlerinin meşruluğunu kazanması için belirleyici olan bu hususlar aynı zamanda hukuksal altyapı ve çerçevelerini oluşturan önemli göstergelerdir. Bu bağlamda Tablo 3’te tarih boyunca devlet ya da devlet benzeri siyasal yapılanmaların somut egemenlik uygulamaları ile göstergeleri bulunmaktadır.

Tablo 3: Egemenlik Göstergeleri ve Uygulamaları Ontolojik Güvenlik Sistemi (bayrak, ordu)

• merkezî ordu ve kolluk kuvvetleri

• asabiye (ortak aidiyet)

Bütünlüklü Ekonomik Sistem (para basma, vergi toplama)

• ortak ölçü ve tartı birimleri

• ortak zaman ölçüleri (saat, takvim vb.)

• ortak değişim aracı (para)

• birbirine bağlı ve güvenliği sağlanmış

• ulaşım ve iletişim/haberleşme ağları

• ortak iletişim aracı (resmî dil)

Kurumsal Yapılar (yasama-yürütme-yargı)

• ortak kurallar ve hukuk sistemi

• gündelik hayatın idaresi

• idari ve yargısal denetim/yaptırım sistemi

• iç ve dış politikayı belirleme (bağımsızlık)

Kaynak: Erdem Denk, Avrupa Birliği, Ankara, MEB Yayınları, 2016, s. 32.

Egemenliğin, belirli bir zaman diliminde siyasal iktidar ilişkilerindeki gelişmeler ile ekonomik, siyasal ve toplumsal değişimlerin yol açtığı yeni ilişkilere yanıtlar üretmek üzere ortaya çıktığı geniş biçimde kabul edilmektedir. Ancak egemenlik kavramı ortaya çıkmadan önce de dünyanın birçok yerinde iktidar ilişkileri bulunmaktadır. İlkel dönemler bir yana, insanlık tarihinin farklı evrelerinde kurulan siyasal birimlerde bu türden ilişkiler hâlihazırda bulunmaktadır. Mezopotamya’da çoğunlukla tarımla uğraşan insanların küçük birimler halinde bağımsız bir şekilde kent-devlet biçiminde örgütlendikleri öncü yapılarda bu türden

ilişkiler başlamıştır.184 Bu yapılar sistemli bir şekilde ekonomik ilişkilerin yürütülmeye başlandığı, yine bu çerçevede bütünleşen güvenlikli toplumsal alanların oluşturulmaya çalışıldığı ilk örneklerdir. Özellikle temel ihtiyaçları karşılamak üzere yapılan tarımsal üretimin güvenlik içinde düzenli bir şekilde yürütülebilmesini sağlamak için gerekli kuralların oluşturulmasına ihtiyaç duyulan bu topluluklarda işbirliği ve dayanışma biraz da mecburen yerleşmeye başlamıştır.185

İlkçağlardan itibaren gelişen bütünleşme faaliyetleri zamanla değişime uğrayıp yeni ekonomik ve toplumsal yapılara ihtiyacı gerekli kılmıştır. Dayanışmaların artması neticesinde toplumu bir arada tutabilmek için yukarıda da görüldüğü üzere güç ve rıza gibi iki unsuru içeren bir yönetim anlayışı Machiavelli’den itibaren kurumsallaştırılmaya çalışılmaktadır.

Dolayısıyla ihtiyaçlar doğrultusunda gelişen yapılara uyarlanan ve farklılıklar sergileyen iktidar ilişkileri açısından modern devletin gelişimi, devletlerin yetkilerinin göstergesi olacak egemenliğin somutlaşması açısından önemli bir evredir.

Egemenlik anlayışının modern kökeni egemenliğin kaynağını tanrıdan geldiğine inanılan Orta Çağ’a kadar uzanmaktadır. Kent-devlet yapısının tamamen ortadan kalkmadığı feodal dönemde, insanlar ekonomik ilişkilerini sürdürürken hem kendi güvenliklerini sağlamak hem de birbiriyle ticaretlerini güvenli bir ortamda gerçekleştirmek için onları koruyan/kollayan, kelimenin eski tabiriyle onlara “ekmek veren” lordlara bağlılıklarını sunmuşlardır. Ancak ekonomik ve askerî hareketliliklerin yoğun biçimde yaşandığı Orta Çağ Avrupası’nda feodal lordlar yanında, egemenlikleri örtüşen kent meclisleri (Standestaat), kent-devletleri, kent birlikleri (city-leagues), krallıklar, dukalıklar, Kutsal Roma ve Vatikan’daki evrensel Katolik Kilisesi gibi birçok siyasal birim bulunmaktadır.186 Bu birimler kendi aralarında çeşitli ittifak ilişkilerine girmekte, birbirleriyle ekonomik, siyasi ve mezhepsel savaşlar yürütmektedirler. Böylesine parçalı bir yapıda, kişisel bağlar etkili olurken, toprak egemenliği ilkesine dayanan bir devlet fikri henüz bulunmamaktadır.187

184 Kent-devletlerinin ilk örnekleri Sümerlerde görülmektedir. Sümer kent yaşamının toplumsal, ekonomik, hukuksal ve teknik yönleri için bkz. Samuel Noah Kramer, Sümerler: Tarihleri, Kültürleri ve Karakterleri, (Çev.

Özcan Buze), Kabalcı Yayıncılık, 2002, s. 104- 151.

185 Denk, s. 25.

186 Özlem Kaygusuz, “Egemenlik ve Vestfalyan Düzen”, Evren Balta (Ed.), Küresel Siyasete Giriş, Uluslararası İlişkilerde Kavramlar, Teoriler, Süreçler, İstanbul, İletişim Yayınları, 2014, s. 29.

187 Schulze, s. 13.

Bütüncül bir yapıdan söz edilemeyen Orta Çağ’da kitleler güvenliklerini lordlara bırakmalarına rağmen, kendi aralarında yaptıkları ticaretlerde sorunlar yaşamaya devam etmektedirler. Ticarette yaşanan zorluklar yanında feodal toplumun parçalanmış ve çeşitli ittifaklarla gruplaşmış, birbirleriyle din ve mezhep savaşları yürüten bir görüntüsü vardır.

Bununla birlikte feodal üretim, bölgelerarası verimlilik açısından farklılıklar arz ettiğinden parçalanmalar ve yeni siyasal birliktelikler oluşturacak bir potansiyele de sahiptir. Tüm bunlar, daha geniş yetkilere sahip bir siyasal otoriteye olan ihtiyacı kaçınılmaz hale getirmiştir. Bu doğrultuda, 16. yüzyıldan itibaren Batı Avrupa’da farklı hukuksal uygulamalar ile asayiş gibi güvenlik problemleri nedeniyle ticaret yapamayan, pazarını genişletmek isteyen burjuvazi ile topraklarını genişletmek isteyen feodal beylerin en güçlüsü krallar arasındaki koalisyonla “mutlakiyetçi krallıklar” kurulmuştur.188 Bu gelişme, toplumsal düzende ortak pazar için tek hukuku uygulamak üzere feodal düzenden merkeziyetçi devlet düzenine doğru geçişin de ilk adımıdır.189

Feodal dönemde ileride devletin temelini oluşturabilme potansiyeline sahip çekirdek yapılar tedricen belirmeye başlamıştır. Buna karşılık siyasi iktidar ilişkileri açısından modern devlet ile uluslararası yapının temelleri, Avrupa’da uzun din ve mezhep savaşlarının zirvesi olan Otuz Yıl Savaşları’nı takiben imzalanan Westphalia Barışı (1648) sonrasından itibaren kurulacaktır.190 Barışı yaratan devletler aralarındaki ilişkilerin yürütülme çerçevesini, dinsel otoritelerin geri planda olacak şekilde “egemenlik” ve “eşitlik” prensipleri üzerine bina edeceklerdir. Egemenlik yetkilerinin meşru kullanımını sadece devletlere bırakan Westphalia Barışı ile krallıkların, teritoryal alanlarında egemen olarak nihai karar alıcı ve yasa koyucuları haline getirilmesi üzerinde uzlaşıya varılmıştır. Böylece meşru bir siyasi birim haline getirilen egemen devlet, devlet olma ölçütleri açısından toprağı kontrol etmek ile kendi toprakları üzerindeki standartları belirleyen yegâne unsur olmuştur.191 Kralların da kendi egemenlik

188 Mutlakiyetçi kralların kurulmasıyla gelişen merkeziyetçi evrenin gelişimi bkz. Baskın Oran, Türkiye’de Azınlıklar: Kavramlar, Teori, Lozan, İç Mevzuat, İçtihat, Uygulama, Ankara, İletişim Yayınları, 2004, s. 18–19.

189 Mutlakiyetçi kralların toprakları üzerindeki tekelci güç ve araçlarıyla kurmaya çalışacakları tekdüze yönetim aynı zamanda hukukun da analamını değiştiren bir niteliktedir. Bu dönüşümün için bkz. Gianfranco Poggi, Modern Devletin Gelişimi: Sosyolojik Bir Yaklaşım, (Çev. Şule Kut, Binnaz Toprak), 6. Baskı, İstanbul, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2012, s. 92–94.

190 Bu bağlamda gelişen “Westphalia sistemi” iki temel ilkeye dayanmaktır: Bunlardan birincisi, devletler ülkelerindekileri bağımsız kontrol edecek egemen yetkilere sahiptir ve ruhanî ve dünyevî gruplar ile tüm kurumlar devlete tâbidir. İkincisi, tüm devletlerin bağımsız ve egemen kabul edilerek eşit bir şekilde yapılandığı ve buna göre ikili ya da çok taraflı ilişkilerin düzenlendiği kabul edilmektedir. Heywood, Küresel Siyaset, s. 31.

191 Daniel Philpott, “Sovereignty: An Introduction and Brief History”, Journal of International Affairs, Vol. 48, No. 2 (Winter 1995), s. 364.

uygulamalarını belirli bir sınır içerisinde kullanacakları yeni bir dönem başlamış, toplumsal bütünlüğü tesis edeceği beklenen kral, egemenliği kendinde toplayarak merkezîleştirmiştir.

Modern merkezî devletlerin ilk adımlarının atıldığı, ancak henüz tam olarak olarak kurulamadığı Westphalia’yı takiben, Avrupa’da aynı sınırlar içerisinde yaşayan insanlar, birbirleriyle kurduğu ilişkileri daha fazla geliştirebileceklerdir. Etkileşimlerin artmasına paralel, paylaşılan ortak değerlerin uyumu, birbirlerine duydukları sadakat ile içerisinde yaşadıkları topluluğa aidiyet gibi meseleler konusunda ilerlemeler kaydedilmiştir. Belirli bir toprak parçası üzerinde birlik ve beraberliğin artmasıyla biçimlenen bu topluluk, daha sonra Amerikan ve Fransız Devrimleri idealleri çerçevesinde “ulus” olarak adlandırılacaktır. Bu devrimlerin eşitlikçi ve özgürlükçü idealleri ile ulus, toplumsal bütünleşme için zihinsel bir çerçeve oluşturarak iktidarın meşru temsilcisi olan birim konumuna gelecektir. Başka bir deyişle ulus olgusu, devlet egemenliğinin kaynağı olarak ortaya çıkacaktır. Fransız Devrimi ve Napolyon Savaşları sonrası egemenliğin artık ihtiyaç duyulmayan bir otorite olarak monarktan/kraldan ulusa devrini gerçekleştirecek gelişmelerle egemenliğin “ulusal egemenlik” biçimine dönüşümü başlayacaktır.192

Ekonomik olarak bir bütün şeklinde hareket eden feodaliteden yeniden üretilen ekonomilere geçiş ile siyasal anlamda geniş bütünlerden daha parçalı yerel birliklere geçiş de mümkün olmuştur. Başka bir deyişle, nispeten kapalı bir ekonomi görünümündeki feodaliteden ulusal anlamda bir pazar ve üretim kapasitesi bağlamında ulusal niteliklere sahip devlet çerçevesinde bütünleşmesine doğru bir yönelim yaşanmıştır. Kapitalist ilişkilerin feodal üretim ilişkilerinin yerine geçtiği bu düzlemde geniş halk kitlelerinin sadakati de uzun vadede kiliseden krala, kralların Fransız Devrimi sonrasında tasfiye edilmesiyle, kraldan

“ulusal devlet” modeline doğru bir geçiş izlemiştir.193 Söz konusu süreçte egemenliğin Westphalia’da oluşan ülke sınırları içinde ve dışındaki klasik anlamları da pekişmeye başlayacaktır. Buna göre egemenliğin klasik olarak dışsal anlamı devletlerin uluslararası alanda tam bağımsızlığını, içsel anlamıysa ulusal sınırları içerisinde siyasal, ekonomik ve toplumsal olarak sorgusuz yetkisine işaret edecektir.194

192 Bu sürecin gelişimi için bkz. Erol Kurubaş, “Uluslararası İlişkiler Düşüncesi ve Dünya Politikasında Değişimi Anlamak”, Kırıkkale Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt 2, Sayı 1 (Ocak 2012), s. 17–18.

193 Bu bağlamda Fransız Devrimi ve etkileri için bkz. Josep R. Llobera, Batı Avrupa'da Milliyetçiliğin Gelişimi, Modernliğin Tanrısı, (Çev. Ebru Akman, Emek Akman), Ankara, Phoenix Yayınları, 2007, s. 195–209.

194 Egemenliğin içsel ve dışsal yüzlerine ilişkin olarak bkz. Christopher Pierson, The Modern State, Second Edition London and New York, Routledge, 2004, s. 36–39.

Tüm bu süreçlere karşılık ulus-üstü bir yapı kurma temelli arayışlar neticesinde egemenliğin devletlerin tek kamusal otorite olarak ulusal sınırları içerisinde sorgusuz yetkisi ile devletin uluslararası alanda tam bağımsızlığa sahip olmasına işaret eden iç ve dış anlamlarının değişime uğratılmaya çalışılması en fazla İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra AB ile gündeme gelecektir. Burada bir parantez açarak, Yugoslavya ve SSCB gibi federal devletlerin egemenliğin kullanımı açısından merkeziyetçi özelliklerinden ötürü klasik egemenliğin dönüştürülmesi bağlamında ciddi bir dönüşüm etkisinden söz edilemez. İkinci Dünya Savaşı sonrası gelişen ulus-üstü bütünleşme arayışları ülkenin, devletin, egemenliğin tek ve bölünemez, üstün ve başka bir güce tabi olmama gibi nitelikleri kapsamında ulusal egemenlik yetkilerine yönelik göreceli bir aşınmanın başlatılmaya çalışıldığı bir evreye geçilmesine yöneliktir. Bu kapsamda ulus-devletlerin yetkilerini devralabilecek ulus-üstü kurumlar oluşturulması, egemen devletlere atfedilen niteliklere karşı bir harekettir. AB başta olmak üzere ulusların üzerinde bir yapı inşa etme uğraşının, ulusal egemenliğe, uluslararası normlara, ayrıcalıklara ve en önemlisi ulus-devletin uluslararası sistemdeki en önemli aktör konumuna karşı bir değişim ve dönüşüm getirmeyi hedeflemeleri kaçınılmazdır.

Bunlara ilaveten, mal, hizmet ve sermayenin serbest dolaşımına dayanan, devletlerin sınırlarıyla tanımlanan akışkanlıkların ve geçirgenliğinin arttığı, birleşmiş bir ekonomik sistemin oluşmasına yönelik genel bir eğilim olan küreselleşmeyle kaçınılmaz hale gelen farklı siyasi ve ekonomik ağlar, geleneksel anlamda ulus-devletlerin egemenlikle ilgili içerik ve işlevlerine yönelik bir dönüşüm zorlaması getirmektedir. Zorlama kendini özellikle ekonomi alanında daha fazla hissettirmekte195 yeni tasarımlar ile teknolojik imkânlar sayesinde yayılmakta ve yeni siyasi-ekonomik bölgesel gelişmeleri de tetiklemektedir.

Nitekim küreselleşme, yerel düzeyde ulus-altı, bölgesel; küresel düzeyde ulus-üstü alternatifleri gündeme getirmektedir.196 Devletler açısından bakıldığındaysa, Dedeoğlu’nun da dediği gibi ulus-üstü bütünleşmeyle küresel sisteme dahil olma arayışı yeni karşılıklı bağımlılıklar üretmektedir. Bu bağlamda egemenlik ve bütünleşme arasındaki diyalektik ilişki

195 Küreselleşmenin ekonomik etkilerine dikkat çeken Castells, dünya ekonomisinin küresel çapta genişlemesini, 20. yüzyılın bilgi ve iletişim teknolojilerinin sunduğu altyapılar aracılığıyla devletler ile ulus-üstü kurumların çıkarlarını koruma ve onların liberal politikaları çerçevesinde geliştiğini vurgulamaktadır. Böylece toplumsal ve siyasal kurumlar bir araya gelerek bütünleşme sürecini faaliyete geçirmekte, üretim, istihdam ve şirketler bölgesel ve yerel kalsa da dünya çapındaki ekonomiler, küresel bir çekirdeğin performansına bağlı hale gelmektedir. Küreselleşmiş çekirdek, ona göre finans yasalarını, uluslararası ticareti, ulus-üstü üretimi, bir ölçüde bilim ve teknoloji ile uzmanlaşmış emeği içermektedir. Manuel Castells, Enformasyon Çağı, Ekonomi, Toplum ve Kültürü: Ağ Toplumunun Yükseliş, Cilt I, 2. Baskı, İstanbul, İstanbul Bilgi Üniveritesi Yayınevi, 2008, s. 128.

196 Jan Arte Scholte, Globalization: A Critical Introduction, London, MacMillan, 2000, s. 133.

şu şekilde işlemektedir: “Küresel sisteme yeniden dâhil olma-bütünleşme sürecinin başlaması, -klasik ulus-devletin işlevselliğini yitirmesi-devlet egemenliğinin erozyona uğraması-ortak egemenlikte birleşme-birlik oluşturma-küresel sisteme yeniden dâhil olma” 197

Böyle bir ortamda, ulus-üstü bir yapı kurma anlayışının devletlerin ulusal egemenlik anlayışı üzerinde radikal bir değişim meydana getirme arayışları içerisinde olması kaçınılmazdır. Ulusal yetkileri kullananların kendilerinden beklenen işlevleri yerine getirememesinden hareketle de ulus-üstü bütünleşme hareketlerinin bunlara alternatif bir anlayış geliştirme eğilimde olmaları doğaldır. Ulus-üstü bir hukuksal mekanizmanın yaratılması değişen oranlarda bir egemenlik devrini ya da paylaşımını zorunlu hale getirir.

Nitekim ulus-üstü bütünleşme süreçlerinde bilerek ve isteyerek devletlerin sahip oldukları yetkileri devretmesi ya da paylaşması, ulusal egemenliklerinin aşındırılması anlamına gelmektedir.198 Ulus-devletler, her ne kadar sınırsız olmasa da egemenliğin ulusal sınırlar içerisinde devlet aracılığıyla kullanılmasını meşru görürken, buna karşılık ulus-üstü bütünleşme süreciyle otoritelerin çeşitlenerek işbölümü mantığı çerçevesinde sahip olunan yetkilerin paylaşıldığı ya da devredildiği ortak bir yapı ortaya çıkarılmaya çalışılmaktadır.

Böylece egemenliğin mutlak olma niteliği yok olmakta, tek bir otorite yerine birden çok otorite işbirliği yaparak yetkilerin kullanımı farklı bir merkeze aktarılmaktadır. Devletlerin uluslararası ve ulus-üstü kurulaşlara karşı verdikleri taahhütlerle egemenliklerini kendi iradeleri ile sınırlandırmaları, egemenliğin mutlak ve bölünemez niteliği ortadan kaldırırken egemenliğin ülke dışından otoritelerce sınırlandırılabileceğini kabul etmeleri anlamına gelmektedir.199

Ulus-üstü bir düzen tesis etmek için ulusal egemenliği, sadece uluslararası örgütlenmeler, sivil toplum kuruluşları ve işbirliğine dayanan ortak kurumlar aracılığıyla ortadan kaldırmak yeterli olmadığından, ulus-üstü bütünleşme sürecinin egemenlik konusuyla kilitlenmesinin önüne geçebilmek için iktidarın kullanımında farklı stratejilerin hayata geçirilmesine ihtiyaç vardır. Bu stratejiler, ulus-üstü yapının taşıyıcısı yapının sürece eklemlenen aktörlerin egemenlik yetkilerinden feragat etmeleri için onları etkilemesi, onlara

197 Dedeoğlu, Uluslararası İlişkilerde Özel Bir Alan: Bölgesel Bütünleşme, s. 274.

198 Nitekim bu kapsamda bakıldığında Avrupa’da kurulmaya çalışılan ulus-üstü hukuk düzeni çerçevesinde ortaya çıkan ulus-üstü kurum ve mekanizmalar, devletlerin yetkilerini insan hakları, hukukun üstünlüğü ve hukuk devleti düşüncesine dayanarak sınırlandırmaktadır. Serap Yazıcı, “Avrupa Birliği Süreci: Ulus Devletten Ulusüstü Devlete Geçiste Hukuk Devletinin Değişen İçeriği’, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, Cilt 54, Sayı 4 (2005), s. 78.

199 Oktay Uygun, Federal Devlet: Temel İlkeler, Kurumlar ve Uygulama, 2. Baskı Ankara, İtalik Yayınları, 2002, s. 133–134.

karşı kendini meşru olarak kabul ettirip egemenlik yetkilerini devretmelerine razı etmesi üzerine kuruludur. Ulus-üstü yapı, bu aktörlerden aldığı yetkiyi kendi kurumları aracılığıyla kullanacak ve kendisini oluşturan birimler açısından meşruluğunu sağlayabilecek araçlar üretmek zorundadır.

Devletlerin varlıklarının temeli olarak gördükleri egemenlik yetkilerinden vazgeçirilmesi, kuşkusuz ulus-üstü yapının yaratacağı meşruiyetle mümkün olacaktır.

Normalde egemenliklerinin ihlal edileceğine karşı çıkan ulusal aktörlerin buradaki tasarrufu, tamamen yaratılan meşru kurumlarla kurdukları ilişki çerçevesinde belirlenecektir. Ulus-üstü yapı hedefi doğrultusunda meşruluğu sağlamak için yetkilerin devralınmasının yanında devletlerin egemenlik kaygılarını azaltabilmek de oldukça önemlidir. Bu kaygılar azalmayıp ulusal çıkarlara dayalı anlayışlar devam ettiği müddetçe, ulusal egemenliğin geçerliliği güçlü bir şekilde varlığını sürdürecektır. En nihayetinde de ulus-üstü yapılar, ulus-devletler karşısında yeni bir meşruiyeti ortaya koyabilecekse, bu yapının evrensel ölçekte yaygınlık kazanmaması önemlidir.