• Sonuç bulunamadı

Edebiyat Camiasına Eleştiriler - Oktay Akbal

2. GÜNLÜKLERİN İNCELENMESİ

2.2. Konularına Göre Günlüklerin İncelenmesi

2.2.2. Edebî ve Sanatsal Konular

2.2.2.3. Edebiyat Camiasına Eleştiriler - Oktay Akbal

Oktay Akbal, günlüklerinde edebî konulara çok geniş yer ayırmıştır. Bir öykücü olarak özellikle yayın dünyasına eleştiriler getirmiştir. 1960’ların ortasında yayıncıların edebiyatı bir tarafa bırakıp “ ‘öğretici’ elkitapları modası”na kapılmalarını eleştirmiştir. Yayıncıların bir gün edebiyata dönmeyi hatırlayacaklarını belirtmiştir (Akbal, 1968: 90).

Edebî yayınlardaki bu durum, zaman zaman yazarda bir bezginliğe sebep olmuştur. Gençlik yıllarının geride kalmasının da etkisiyle öykü yayımlamaktan uzaklaşmıştır:

“(…) Yayımlamak isteğini ise o kadar az duyuyorum ki! İki aydır daktiloyla yeniden yazamadığım bir öykü var. Ne olacak bu öyküler! İki bin kişilik bir okur çerçevesini aşamayacak! Kitap olarak bir araya toplansa gene sonuç değişmeyecek! Bir bezginlik, bir umut kırıklığı sonucu mu bu? Belki. Belki daha başka.” (Akbal, 1968: 162).

1967’de yayımlanan Varlık Yıllığı’nda Tahir Alangu, Oktay Akbal’ın son yıllarda eser vermemesine dikkat çekmiştir. Memet Fuat da Türk Edebiyatı dergisinde Akbal’ın hikâyenin çerçevesini zorlamadığını dile getirmiştir. Akbal, bu eleştirileri kısmen haklı bulmakla birlikte öykülerini yayımlayamadığını, bu şekilde de kendi düzeyini aşmasının mümkün olmadığını yazmıştır. Yayın dünyasındaki durum değişmedikçe kendindeki durumun da değişemeyeceğini dile getirmiştir (Akbal, 1989: 189-190).

Uzun yıllar çeşitli edebiyat dergilerinde yazıları çıkan Akbal, 1965’te Roma’da gerçekleştirilen Avrupa Yazarlar Birliği toplantısına dair yazılarının Türk Dili dergisinde yayımlanmamasını eleştirmiştir. Kurultaya katılan Rus, Macar, Çek toplumcu yazarlardan alıntılar bulunduğu için yazı, yayın kurulu tarafından sakıncalı bulunmuştur. Akbal, Türk Dili’nin yazı kurulu için “derginin çevresine bir ‘demir

perde’ çekmiş! Mutlulukla yaşasınlar o perdenin içinde!...” demiştir (Akbal, 1968:

106).

Akbal, Türk edebiyatında önemli yere sahip dergilerin hakkını teslim etmiştir.

Varlık’ın bir edebiyat dergisinden daha derin bir mana taşıdığını belirtmiştir. Papirüs’ü ise ilk sayılarında kendisini yermesine rağmen üstün bir dergi olarak

Yazarın, günlüklerinde eleştirdiği konulardan biri şair olmayanların şiirlerini yayımlamasıdır. Şairliğin yalnız çalışmakla elde edilemeyecek bir kavram olduğunu ifade eden Akbal, gerçekten şair olmayanların antolojilerde bu sıfatla anılmasını eleştirmiştir. 1967’de konuyla ilgili şunları paylaşmıştır:

“(…) Ben de yazdım yirmi beş yıl önce. İşte bir çekmece dolusu. 1940’ların modasına uygun mısralar. Bir teki yayımlandı ancak, ‘O sokaklar’. Ötekileri yırtıp da atamadım, bir çekmeceye tıktım. Oysa bunları şurda burda yayınlar, bir iki kitap çıkarır, üç beş kişinin övgüsünü toplar, antolojilere geçer, ‘şair’ olarak ün kazanırdım. Yapamadım. Kıyamadım şiire. Şiiri çok seviyordum, şair olmaktan çok, şiir okumaktı hoşuma giden.” (Akbal, 1989: 191).

Şiir üzerine düşüncelerini yeri geldikçe ifade eden yazar, şairlerin ilk şiirlerinin daha “şiir” olduğu fikrindedir. Bu düşüncesine Ataol Behramoğlu ile Hilmi Yavuz’u örnek göstermiştir. Şairliğin ilk dönemlerinden sonra “ustalık, bilgelik, düşünürlük” başladığı için şiirin kaybolduğunu iddia etmiştir (Akbal, 1992: 21).

Şiir konusunda Mehmet Kaplan’ın tutumunu eleştiren Akbal, onun “Şiir

Tahlilleri”ndeki yaklaşımını neden yanlış bulduğunu şu şekilde açıklamıştır: “(…) Bir ‘Marksist’ şiir tutturmuş! Nedir bu Marksist şiir? Hiç değilse bir tanımı yapılmalıydı. Yoksullardan, yoksulluktan söz açan her şair Marksist midir? Hem canım, Marksist şiir diye bir deyim nerde görülmüş? Bay Kaplan bazı şairlere ille de ‘Marksist’ demek isteğinde! Bir kez yazmış, bir daha yazmış, bir daha yazmış!” (Akbal, 1968: 134).

Aynı konuda Mehmet Çınarlı’ya da eleştiriler yöneltmiştir:

“Hisar’da Mehmet Çınarlı yakınıyor: Niye Marksist şairleri aldın kitabına, ‘muhafazakâr’ şairleri dışarda bıraktın diye! Yani diyor ki şair mi yok bu yanda? Ne yapsın Bay Kaplan, Cumhuriyet Devri Türk Şiiri’ni incelemiş, belirli bir düzeyi aşan şairleri almış kitabına. ‘Gelenekçi’ diye şairlikle ilgisiz kişileri mi toplasaydı! Gene de yapmış yapacağını, bir ‘marksist’ damgasını vurmuş üstlerine… Yetmez mi bu ‘hizmet’i?” (Akbal, 1968: 134).

Yazarın günlüklerinde yer verdiği şairlerden biri de Gülten Akın’dır. Akın’ın 1965 Türk Dil Kurumu Şiir Ödülü’nü alması üzerine onun hakkında şu değerlendirmelerde bulunmuştur:

“Günümüz kadın şairlerinin en güçlüsü o. Kişiliğini buldu sonunda, birtakım etkilerden sıyrılmasını bildi. Bir de ille de anlamsız yazayım diye kendini sıkmaktan kurtulabilse!..” (Akbal, 1968: 59).

Oktay Akbal, edebiyat tarihlerine güvenmeyen bir yazardır. Günlüklerinde

“tarih diye bir bilim yok ki, edebiyatın tarihi olsun!” diyen yazar, Sabahattin Ali’nin

hayatı hakkında edebiyat tarihi kitaplarında birbiriyle çelişen bilgiler olduğunu örnek göstermiştir. Tahir Alangu’nun Cumhuriyetten Sonra Hikâye ve Roman adlı eserinde

de kendisiyle ve dedesi Ebubekir Hazım Tepeyran’la ilgili yanlış bilgiler verdiğini söylemiştir (Akbal, 1989: 216-217).

Yazar, günlüklerinde yeri geldikçe dedesi Ebubekir Hazım Tepeyran ve onun eserleri hakkında bilgiler vermiştir. Tepeyran’ın Küçük Paşa romanında yer alan paşanın dönemin sadrazamı Cevat Paşa olduğunu, bunu dedesinden duyduğunu, dolayısıyla romanın gerçek bir olaya dayandığını söylemiştir. Ayrıca Ebubekir Hazım Tepeyran’ın Nevvare adında “Musullu yoksul bir çöl kızının acı aşk serüvenini

anlatan” bir romanının daha olduğunu belirtmiştir. Akbal, dedesinin vefatından sonra

bu romanı bulamamıştır (Akbal, 1992: 16).

Rauf Mutluay da bir edebiyat tarihçisi olarak Akbal tarafından eleştirilmiş isimlerdendir. 100 Soruda Türk Edebiyatı adlı eserinde Oktay Akbal için “…

romanlarıyla başladığı işi sürdüreceği beklenmez.” demesi üzerine yazar, tarihçinin

işinin geleceği görmek olmadığını ifade etmiştir (Akbal, 1979: 389-390). Akbal’ın bu tarihten sonra yazdığı romanların Rauf Mutluay’ı haksız çıkardığını belirtmek gerekir. Akbal’ın eleştirilerine maruz kalan isimlerden biri de Kemal Tahir’dir. Yayımlandıktan sonra edebiyat dünyamızda önemli ses getiren Devlet Ana için yazar, şu değerlendirmelerde bulunmuştur:

“(…) Ne çok övdüler! Hele dostum Alangu! Varlık Yıllığı’nda göklere çıkardı; çıkardı da indirmedi bir daha! ‘Devlet Ana’ ya çok yükseklerde, ben yetişemiyorum ya da bir balon bu, uçup gidecek, yitip yok olacak…” (Akbal, 1979: 281).

Yorgun Savaşçı da Akbal’ın eleştirdiği bir diğer Kemal Tahir eseridir. Yunus

Nadi Ödülü’nün seçici kurulunda yer alan Oktay Akbal, Yorgun Savaşçı’nın ödül kazanmasına tepkisini şu şekilde dile getirmiştir.

“(…) Ben ‘Yorgun Savaşçı’nın kazanmamasını isterdim. Mustafa Kemal’e şu ya da bu yoldan ‘bir şeyler’ atılmasından hoşlanmam. Hele böylesine havada kalan, hiçbir belgeye dayanmayan, kısacası ‘paradoks’tan başka bir şey olmayan ‘şaşırtıcı’ çıkışlardan hiç!” (Akbal, 1979: 322).

Oktay Akbal, günlüklerinde eserlerini nasıl yazdığını, onları oluşturma sürecinde nelere dikkat ettiğini de yeri geldikçe anlatmıştır. Konuşulan şeyin yazılamayacağına inanan yazar, bu doğrultuda bir ilke edinmiştir: “Ben önceden

konuşmam yazacağım bir öykü, bir deneme, bir roman üzerinde. Hatta yazdıktan sonra okumam bile kimseye. Ancak yayımlanacak, ondan sonra…”

Yazarı böyle bir ilkeye yönlendiren etken, daha önce yazmadan üzerinde konuştuğu eserlerinin yarıda kalması olmuştur (Akbal, 1979: 230).

Romanlarını bir plan dâhilinde kaleme almamasının sebeplerini ise şu şekilde açıklamıştır:

“Önceden plan yapmak bana göre değil. Bir romanı yazarken serüvene atılırcasına davranırım ben. Planlar kalır yalnız başına. Öyle çok plan var ki yapıp yapıp yırttığım. Kişiler, roman kişileri önceden yapılan hesaba göre yaşamıyorlar işte. Ne yaparsan yap. Yazarken geliveriyorlar, giriveriyorlar romanıma.” (Akbal, 1974: 110).

Akbal’ın günlüklerinde başka eserler ve yazarları hakkında da bilgiler mevcuttur. Akbal, Susuz Yaz oyununun gala gecesinde Necati Cumalı ile beraber bulunmuştur. Oyunun sonunda Cumalı’nın ağladığını fark eden Akbal’a Necati Cumalı “Ben bu oyunu yazarken de ağlamıştım.” demiştir (Akbal, 1979: 289).

1968’de Nazım Hikmet’in Sabahattin Ali’ye yazdığı bir mektubun Türk Solu dergisinde yayımlanmasını eleştiren Akbal, mektubun binlerce insanın okuması için değil; iki kişi arasında bir konuşma için yazıldığını belirtmiştir. İçeriğinde Türk edebiyatının önemli isimleri hakkında rahatça sarf edilmiş sözler bulunan bu mektupları “pek çalakalem, üstelik de pek ‘yukardan’” bulan yazar, dönemin “ ‘Nazım

Hikmet ticareti’[nin] Nazım Hikmet’in anısına zararlı olmaya” başladığını ifade

etmiştir (Akbal, 1979: 298-299).

Oktay Akbal’ın, günlüklerinde övgüyle bahsettiği isimler ve eserler de mevcuttur. Bunlardan biri Tahir Alangu’dur. Yazar, Alangu’nun Ömer Seyfettin biyografisini alanının en başarılı örneklerinden biri kabul etmiştir (Akbal, 1979: 316). 1969 yılının genç bir öykücüsü olarak karşımıza çıkan Selim İleri de yazarın övgüyle bahsettiği yazarlardandır. Akbal, İleri hakkında “Çoktandır soylu bir öykücü

çıkmadı yazınımızda. Çok genç, henüz yirmisinde. Ama yarını umut veriyor.”

ifadelerine yer vermiştir (Akbal, 1979: 395).

Tarık Dursun Kakınç da Akbal’ın övgüyle söz ettiği öykücülerdendir. 36 Kısım

Tekmili Birden’de Tarık Dursun’un öykülerinin sinemayla iç içe geçtiğini ve okuyan

herkesin bu öykülerde kendinden bir şeyler bulacağını yazmıştır (Akbal, 1974: 99-100).

Akbal’ın methettiği eserlerden biri de Tutunamayanlar’dır. Alışılmadık bir roman olarak nitelediği eserin yepyeni bir tadı olduğunu dile getirmiştir. Eseri çok sevdiğini dile getiren Akbal, Oğuz Atay’ı her şeye takılan bir mizahçı olarak görmüştür (Akbal, 1974: 157).

Oktay Akbal, sinemaya son derece düşkün bir yazardır. Yeryüzü Korkusu’nda sinemayla tiyatroyu karşılaştıran yazar, tiyatroyu yapay bulmuştur:

“Nedense tiyatroyu sevmiyorum ben. Sinemadan yanayım oldum bittim. Elle tutulurcasına yakınımda olmamalı gerçekler, canlı kişiler. Düş evreninde geçmeli her şey. Sinema, beyaz perde bana göre. Tiyatro yapay bir şey. Varamadım tadına (…) En usta oyuncuları da seyrettim, hep bu yapaylığı duydum. Doyurmadı beni tiyatro. Oysa sinema…” (Akbal, 1974: 110-111).

Haldun Taner, “Keşanlı Ali Destanı” oyunuyla Akbal’ın eleştirilerine maruz kalmış isimlerdendir. Yazar, Haldun Taner’i eğlendirmeyi hep öne alıp düşünceleri geri plana atan bir yazar olarak nitelemiştir. “Keşanlı Ali Destanı”nın başarısını da seyirciyi sıkıntıya sokmamasına bağlamıştır (Akbal, 1968: 27-28).

Tiyatro konusunda yazarın takdir ettiği isimlerden biri Yıldız Kenter’dir. Kenter, Orhan Asena’nın “Fadik Kız” oyunundaki performansı ile yazarın övgüsünü kazanmıştır. Akbal’ın “başarılı bir yapıt da sayamıyorum” dediği “Fadik Kız”ı

“sanatçılığını tanımlayacak deyim bulamıyorum” diyerek övdüğü Yıldız Kenter’in

oyunculuğuyla izleyen yazar, piyesten duyduğu zevki günlüğüne kaydetmiştir (Akbal, 1968: 203-204).

Akbal, günlüklerine gittiği filmlerin konularını, bu filmlerden çıkarımlarını kaydetmiştir. Gençliğinde sıklıkla gittiği Milli Sinema, Ferah Sineması, Hilal Sineması gibi mekanları özlemle anmıştır. Charlie Chaplin’e olan hayranlığını ise

“Yüzyılımızın en önemli üç sanatçısını say deseler, biri Chaplin’dir” şeklinde ifade

etmiştir (Akbal, 1979: 278).

Türk edebiyatında olay öyküsünün gereken değeri görmediğini düşünen Akbal, Sabahattin Ali’yi, Orhan Kemal’i, Samim Kocagöz’ü de örnek göstererek olay öyküsü yazabilmenin son derece değerli bir vasıf olduğunu ifade etmiştir:

“Olay öykücüsü olmak küçültücü bir şey midir? Sanmıyorum. İlle de olaysız öykü yazılacak değil ya! İlle de öykü zekâ, düş oyunlarıyla dolu olacak değil ya! Olay öyküsü yazmak bir bakıma üstünlük sayılmalı. İyi yazılmışsa, öykü yalnızca olayın etkisine dayanmıyorsa…” (Akbal, 1974: 150)

Edebiyatta ders vermenin, ahlaki öğütlerde bulunmanın edebiyata zarar verdiğini belirten Akbal, La Fontaine’i bu sebeple sevemediğini yazmıştır. Edebiyatta erdem aşılama amacının insanda tam tersini yapmak hırsına sebep olacağını söylemiştir. Yazara göre “ahlakçılık edebiyatı yok eder, batırır” (Akbal, 1974: 221).

Oktay Akbal, okunmak için yazdığı günlüklerinde edebiyata ve sanata dair fikirlerini dile getirmiştir. Bunu yaparken son derece samimidir. Edebiyatta ve

sanattaki en temel konulara farklı açılardan çarpıcı bakışları vardır. Bunlardaki haklılığı tartışılır olsa da yazarın günlükleri bu görüşleri ortaya atması bakımından önemlidir.