• Sonuç bulunamadı

Eşitsizliğin Oluşturulmasında Sınavın Rolü

2.2. Eğitimde Eşitsizlik Söylemi

2.2.4. Eşitsizliğin Oluşturulmasında Sınavın Rolü

Tarihte kayda geçmiş ilk sınavlardan birisi antik yunan filozofu Ksenofon’un “Kiros’un eğitimi” başlıklı eserinde anlatılmıştır. O zaman on yaşlarında bulunan Kiros, kısa bir süre sonra Pers ülkesinin kralına dönüşecektir. Kiros’un hocası ona çözmesi için şöyle bir problem verir: Farz et ki sana büyük gelen bir pelerinin var (o dönemde bu giyiliyordu) ve senden büyük bir çocuk, üstünde kendisine

küçük gelen bir pelerinle yanına geliyor. Ne yapmalısın, bu olayda adalet nasıl sağlanır?

Bunun cevabını bulmakta herhalde çok zorlanmayan Kiros, hemen cevap verir: “ Ne olacak pelerinimi onunki ile değiştiririm. Böylelikle ikimizin de üzerine uyan pelerinleri olur. “ Bunu duyan öğretmeni, kırbacını çıkartıp (o zamanlar bu standart bir öğretim aracıydı.) Kiros’ a vurmaya başlar. Yanlış diye bağırır. Senin pelerinin sana ait, onun pelerini de ona. Herkes kendisine ait olana sahip çıkmalı. Bunun altında yatan şudur. Özel mülke saygı… Kırbaç ve sözcükler defalarca tekrar edilince, kısa sürede sağduyuya karşı galip gelmiştir ve bu durum bugün de devam etmektedir, sadece mesajı iletmenin daha incelikli yolları sayesinde öğretmenler, kırbacı biraz hafifletmiş durumdadır. Bu şekilde bakıldığında Kiros’un pelerininin hikâyesi, ilkel bir sınav biçimine, temel amacı öğrencinin ne bildiğini görmek değil, onu özel mülkiyet ve hiyerarşik ilişkilerin hem üretildiği hem de ihtiyaç duyulduğu toplumdaki hayata hazırlamak olan gelecekteki tüm sınavların numunesine dönüşmektedir(Ollman, 2015, s. 110).

Piyasacı bir toplumda eğitim süreçleri toplumun bütün fertleri için bir hak olarak değil, yalnızca eğitim imkânlarına kavuşan bir kesim belirli bir ayrıcalık olarak örgütlenmiştir. İktisadi anlayışında eğitim süreçlerinde etkin olmasıyla eğitim bir meta olarak yani bir araç olarak görülmüştür. Bu hali ile eğitim piyasada sınırlı olan bir kaynak kategorisine indirgenmiştir ve dolayısıyla da eğitim kaynaklarının paylaştırılmasında da rasyonel davranılması, ekonomik verimlilik açısından önemli görülmektedir. Bu bakış açısına göre bir meta olarak görülen eğitimin yeteri faydayı sağlayamayacak olan bireylere verilmesi ekonomik anlamda verimsizlik olarak düşünülmektedir. Bu yüzden eğitim süreçlerinde zeki öğrencilerin sınav puanlarına göre ayrılması ve belirli eğitim programlarındaki sınırlı kontenjanlara bu “seçkin” öğrencilerin yerleştirilmesi gerekli görülmektedir.

Diğer bir yönüyle kapitalizmde diploma, sertifika biçiminde belgelenen eğitimsel kazanımlar birer fetiş halini almıştır. Bunlara ne tür ve düzeyde sahip olunduğu, etkisini zaman içinde daha çok gösteren ayırt edici bir nitelik ve önem kazandığı için, toplumsal tabakalaşmaya koşut bir tür “eğitimsel tabakalaşma” ortaya çıkmaktadır. Bu tabakalaşmada ayrıcalıklı yer alma isteği bireyler için motive edicidir. Daha önce bahsedilen insan sermayesi kuramında bu durum benzer şekilde açıklamaktadır. Bu kurama göre yüksek ücret ödenen

meslekler, bu meslek ile ilgili eğitim programlarına yatırım yapmayı ve bireylerin bu programlar için yatırım yapmasını teşvik ederler. Eğer bir eğitim programı gelecekte daha fazla gelir elde etmeyi sağlıyor ise kişiler bu programa yatırım yapmayı tercih edeceklerdir (Ünal,1980).

Eğitim sisteminde akademik başarı sınavlar ile ölçülmektedir. Sınavlar ile elde edilen nicel sonuçlara göre, öğrencilerin hangi eğitim programlarına ve kurumlarına devam edecekleri belirlenir. Bu sınavlarda ölçme biçimi pozitivist bir paradigma ile yapılır ve sınavların sonuçları kişinin yalnızca bireysel emeğinin bir karşılığı gibi görülür. Ayrıca, iktisadi rasyonalite düşüncesinin insan emeğini ölçülebilir bir nesne olarak görmesi ile nicel sonuçları üzerinden akademik başarının değerlendirmesi arasında bir ilişki görmek mümkündür. Bu anlamıyla sınavlar aynı zamanda iktisadi rasyonalitenin eğitimde uygulandığının en somut göstergesidir. Tıpkı iktisadi yapının insanın emeğini belirli bir saat dilimi üzerinden soyutlayarak ölçtüğü ve ücretlendirdiği gibi, başarıda sınavlar ile kategorize edilir. Bu ölçme ve değerlendirmede başarı kavramının ne olduğuna yönelik ideolojik diğer yaklaşımlar ve toplumsal güç ilişkileri görmezden gelinir, öğrencilerin başarılarının nesnel ve tarafsız bir biçimde ölçüldüğü iddia edilir.

Eğitim süreçlerinde başarının ve sınav puanlarının bireylerin emeğinin niteliğinin belirlenmesinde de oldukça önemli bir rolü vardır. Emeğin ücretinin belirlenmesi noktasında en önemli belirleyen işgücünün niteliğidir. İşgücünün niteliğini ise emeğin içerisinden geçtiği eğitim süreci, bu süreçte elde ettiği sınav puanları ve bu puanlara bağlı olarak okuduğu okullar ve aldığı diplomalar ile belirlenmektedir. İş piyasaları, başarılı okullardan diploma almış bireyleri daha başarılı olarak kabul eder. Piyasanın bu kabulü, toplum tarafından da içselleştirilmiş, hegemonik bir söylem halini almıştır. Toplumun başarılı gördüğü bir okuldan mezun olan bir bireyin iş gücünün daha nitelikli olduğu, dolayısıyla daha fazla ücret almayı hak ettiğine dair toplumsal bir itiraz gelmediği, bu çalışmanın temel varsayımlarındandır.

Ömrünü sanayi bölgesinde asgari ücret koşullarında çalışarak geçiren bir işçi, “değerli” bir diplomaya sahip bir kişiden çok daha az kazanarak geçim sıkıntısı çekmesini, “başarısız”

olduğu için hak ettiği bir durum olarak doğal karşılar. Kendi işgücünü, kendi yaptığı işi, diplomalı bir bireyin yaptığı işten daha değersiz görmektedir. Oysa burada “başarı” kavramı tanımlanırken yalnızca egemen sınıfın başarı kavramına dair kendi ideolojik düşüncesi bağlamında yüklediği anlam toplumun geneli için referans olarak kabul edilmektedir.

Herhangi bir toplumda eğitimden sağlığa ulaşımdan barınmaya kadar ortaya çıkan sorunları çözmek için toplumsal bir örgütlenmeye ve mesleki bir dayanışmaya ihtiyaç vardır.

Fakat kapitalist toplumun hiyerarşik ve rekabetçi yapısı nedeni ile belirli meslekler ve statüler,

bu toplumsal iş bölümü içerisinde avantajlı bir konuma oturtulur. Burada mesleki bir hiyerarşinin eşitsiz bir toplumsal yapı için hangi noktada işlevsel olduğunu tartışmak gerekmektedir.

Herhangi bir mesleğin yapılabilmesinin koşulu o mesleği yapacak kişilerin belirli bilgi ve yeteneklere sahip olmasına, bunun için de yine aynı kişilerin belirli bir eğitim sürecinden geçmesine bağlıdır. Bir işçinin tuğla taşıyabilmesi işçinin bedensel gelişiminin tamamlanmasına bağlıdır. Bunun içinde işçinin belirli yaşa kadar gelmesi ve bunun içinde asgari düzeyde beslenmesi yeterlidir. Yine montaj bandında çalışacak bir işçinin o işi yapabilmesi için ise uzun bir eğitim sürecinden geçmesine gerek yoktur. Dolayısıyla bir fabrika işçisi ya da bina işçisi olabilmek ve istihdam edebilmek daha mümkündür. Uzmanlık gerektiren işleri yapabilecek olanlar, ancak o uzmanlığının gerektirdiği eğitim sürecini alabilen ve bu eğitim sürecinin ekonomik bedelini ödeyebilen kimseler olduğundan toplumda sınırlı sayıdadır. Çünkü eğitim özellikle de yükseköğretim, bir hak olarak örgütlenmemiştir;

ekonomik bir bedeli vardır ve bu açıdan eğitim imkânları toplumun geneli için kısıtlı ve kontenjan dâhilindedir. İmkânların ve kaynakların sınırlılığı tezi üzerinden kurulan egemen iktisadi anlayış bu kaynakların verimli ve etkili bir biçimde dağıtılması düşüncesini ortaya atmaktadır. İktisadi rasyonalite yaklaşımının varsayımına göre toplumda kısıtlı olan eğitim imkânlarının rasyonel bir biçimde ve verimlilik temelinde dağıtılması gerekmektedir. Bu ekonomik yaklaşım eğitimin toplumun tüm fertlerinin talep edebileceği bir hak olmasına yönelik tartışmayı gözden uzak tutar. Yine bu yaklaşım eğitimi yalnızca “faydalı”, “etkili” ve

“verimli” kullanabilecek kimselerin elde etmesini değerli görmektedir. Rasyonel olan tercih

“en yetenekli” ve “zeki bireyler” seçilmeli ve “en nitelikli” eğitimden faydalandırılmalıdır. Bu seçim yapılırken “zekâ” ve “başarı” gibi kavramlar ölçülebilir nicelikler olarak ele alınmaktadır.

Ollmann’a göre sınav notları ve para arasında benzer bir anlam ilişkisi vardır. Para birbirinden çok farklı olan şeyleri fiyat ekseninde kıyaslayabilmemizi sağlar. Sınav puanları birbirinden çok farklı olan insanları, verilen bir sayıya ya da harfe göre kıyaslayabilmemizi ve sınıflandırabilmemizi kolaylaştırır. Bir şeye parasal bir değer atfettiğimiz anda, bu bir şeyin diğer özellikleri daha az önem taşımaya ya da görmezden gelinmeye başlar. Yine insanları a, b,c gibi ya da 1,2,3 gördüğümüz zaman, her birinin kendisine has özellikleri de aynı şekilde kaybolur(Ollman, 2015).

Benzer bir biçimde notlar öğrenme süreçlerinin metalaştırılması olarak da düşünülebilir. Metalaşma şeylerin piyasada bir fiyat edinme sürecidir. Bu sayede şeyler piyasada fiyatları ölçüsünde değer görür. Notlar ise, birbirinden çok farklı olan insanları

verilen bir sayıya ya da harfe göre kıyaslamamızı olanaklı kılar. Tıpkı paranın, satın alabileceği farklı türden şeylerin karşılığı olarak görülmesi gibi notlar da farklı türden bilginin simgeleşmiş biçimidir. Aynı zamanda, insanın yeteneği, başarıları ve kapasiteleri arasındaki kıyaslanamaz çeşitliliği tek bir boyuta indirgeyerek bireyi diğerleri ile rekabete imkân veren bir noktaya taşır. Bu rekabet öğrencileri, sınırlı sayıda bireyin kazanabileceği bir fayda uğruna birbirinden kopartarak milyonlarca tekil bireye böler. Bu durum öğrencilerin idareciler ve müstakbel işverenleri tarafından kontrol edilebileceği bir süreci de işletmektedir ve onları yeni gruplarda, statülerde, sınıflarda bir arada toplayarak toplumsal hiyerarşiye zemin hazırlar.

Ollmann okula başladığı günden beri bir öğrencinin girdiği yüzlerce sınavın, testin ve quizin istenilen etkiyi yarattığını iddia etmiştir. Bu sınavların en önemli işlevi gerçekte aleyhimize çalışan toplumsal sistemin kişisel bir eksiklik olarak algılanmasına sebep olmasıdır. İnsanlar iş bulamadıklarında, buldukları iş sıkıcı ve düşük ücretli olduğunda, kiralarını ödeyemedikleri bir ev bulduklarında kendini suçlarlar. Bu durum tıpkı okullardakine benzer. Öğrenciler sınavlarda istenilen notu alamadıklarında sorumluluğun kendilerinde olduğunu düşünmektedirler. İstenilen not alınamamıştır çünkü öğrenci yeterince çalışmamıştır ya da gereken yeterlilikler kendisinde yoktur, sorun genel olarak öğrencinin kim olduğu ile ve ne yaptığı ile ilgilidir. Dolayısıyla gerçekte toplumsal bir problem öğrencinin suçu olarak bireyselleştirilir(Ollman, 2015, s. 190).

Bu açılardan yaklaşıldığında başarıya ulaşmada önemli görülen yetenek zeka gibi kavramların kendinden menkul bir değerinin olmadığını, bu kavramların içinde bulunduğu toplumsal ilişkiler içerisinde anlam ve değer bulduğunu düşünmemiz gerekmektedir(Ünal ve Özsoy,1999).Örneğin rekabetçi bir toplum yapısı içerisinde yetenek olarak kabul edilebilecek rekabet edilebilirlik, dayanışmanın ve kolektif bir yapının egemen olduğu bir toplumsallık içerisinde değerini ve anlamını yitirecektir.