• Sonuç bulunamadı

Türk Eğitim Sisteminin Yapısal Sorunları

1.4. GÜNÜMÜZ TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNİN SORUNLARI VE İHTİYAÇLARINA GENEL BAKIŞ

1.4.1. Türk Eğitim Sisteminin Yapısal Sorunları

Türk eğitim sistemi genel olarak değerlendirildiğinde aslında iki temel sorunun karşımıza çıktığı görülmektedir. Bunlar; pratik sorunlar ve yapısal sorunlardır. Pratik sorunlar denildiğinde daha çok mevcut yapı içerisinde karşımıza çıkan sorunlar akla gelmektedir. Yapısal sorun ise, eğitimin temel amacından uzaklaşarak ideolojik bakış açısıyla bireylerin yetiştirilmesi şeklinde ifade edilebilinir.Yani, eğitimde pedagojik kaygıların yerini statik bir kişilik inşa etmeye yönelik belirli bir dünya görüşüne ve değer sistemine bağlı olarak bireylerin yetiştirilmesi şeklinde de yorumlayabiliriz. Bu bağlamda Türk eğitim sisteminin yapılanmasına baktığımızda; sistemin 3 Mart 1924’de yürürlüğe giren ve ülkedeki bütün eğitim kurumlarını Milli Eğitim Bakanlığı aracılığıyla devlet kontrolünde

tutulmasını öngören bir düzenlemeye dayandığı görülmektedir. Tevhid-i Tedrisat adını taşıyan bu düzenlemenin merkeziyetçiliğe dayanan bir yapıyı ortaya çıkardığı ve pedagojik kaygıların çok uzağında olduğu görülmektedir. Tevhid-i Tedrisat kanunu ekseninde şekillenmiş olan Türk eğitim sisteminde halen köklü bir değişikliğin yapılmadığı, sadece nicel sorunların çözülmeye çalışıldığı, nitel sorunların hala günümüzde devam ettiği görülmektedir.

Özellikle 1980 sonrası ve günümüzü de içine alan süreci değerlendirdiğimizde; eğitim sisteminin yapısal özellikleri, eğitim politikaları ve uygulamaları üzerinde eskiden beri var olan eğitim-iktidar ilişkilerinin halen canlılığını koruduğu görülmektedir. Günümüzde de etkisini sürdüren ve 1980 sonrası dönemde ön plana çıkan Türkiye’de liberal eğitim politikalarının uygulandığı Özal dönemi, Türk siyasi tarihinde “post modern darbe” olarak bilinen 28 Şubat 1997 sonrasındaki süreç ve 2002 sonrasında Adalet ve Kalkınma Partisi’nin iktidara gelmesinden sonra günümüzü de içine alan dönemde eğitim alanındaki gelişmelere bakıldığında; eğitimin ülkemizde sadece eğitimle ilgili bir kapsamda değerlendirilmediği, her dönemde eğitim üzerinde çeşitli iktidar yansımalarının etkili olduğu görülmektedir (Şimşek, 2012: 120). Bu durumun toplumsal açıdan kabul görmediği ve bu yönde sıkıntıların artarak devam ettiği bilinen bir gerçektir.

Karakütük, özellikle 1950’lerden sonra siyasi partilerin, eğitim politikalarının belirlenmesinde daha etkili olduklarını, ürettikleri bu politikalarla eğitim üzerindeki etkilerini daha da arttırdıklarını ve bütün bunlara bağlı olarak da eğitimin daha fazla siyasallaştığını ve eğitimde siyasi kadrolaşmanın gerçekleştirildiğini ifade etmektedir. Ayrıca eğitim üzerindeki bu siyasi etkinin ABD ile ilişkilerin artmasıyla birlikte ulusal sınırlarla sınırlı kalmadığını, uluslararası kuruluşlarında Türk eğitim sistemi üzerinde etkili olmaya başladıklarını belirtmektedir. Özellikle 1980 askeri darbesi sonrasında Atatürk İlke ve Devrimleri’nin, yasal düzenlemelerin üretilen eğitim politikalarıyla desteklenmediğini, dolayısıyla sistemin milliyetçi bir insan tipi yetiştirilmesinde etkisiz hale getirildiğini vurgulamaktadır. Karakütük’e göre; 1980 askeri darbesi sonrasında yetiştirilecek insan tipi üzerinde Türk-İslam sentezi etkili hale getirilmeye çalışılmış, daha sonraki dönemde ise Amerikan-İslam sentezi etkisini göstermeye başlamış ve bu durumda eğitim sisteminin yapısal özellikleri üzerinde etkili olmuştur (Karakütük, 2008: 291-292). Buradan da anlaşılacağı üzere

her siyasi olayla birlikte eğitim sistemi üzerinde sürekli bir değişimin söz konusu olduğu görülmektedir.

Sarıhan ise, 12 Eylül 1980 darbesinin yapılmasından sonra ülke yönetiminde bulunan askeri idarenin devrimciliğin, solculuğun ve dinci akımlarının karşısında Atatürkçülüğü yüceltme çabası içinde göründüğünü, fakat yaptığı uygulamalarla halkın Atatürk’ten uzaklaşmasına neden olduğunu savunmaktadır. Bu dönemde tarih ve coğrafya derslerinin milli ifadesiyle anılmaya başladığını, İstiklal Marşı’nın bu dönemde tutuklanan kişilere zorla okutulduğunu, din dersinin okullarda zorunlu hale getirildiğini ve imam hatip okullarının arttırıldığını, bütün bu gelişmelerin ise ulusal eğitime zarar verdiğini belirtmektedir. Sarıhan’a göre bu dönemdeki askeri darbeden sonra gençler işkence korkusuyla ülke sorunlarına ilgisiz kalmışlar, dolayısıyla bireycilik ve batıya olan özenti daha da artmıştır. Yani Sarıhan, bu dönemde milli değerlerinin kaybolduğunu ileri sürmektedir. Sarıhan, Özal döneminde Türkiye’de ülkelerin haklarının korunması ve savunulması anlayışının kaybolduğunu ve onun yerine insanlarda köşeyi dönme bilincinin geliştirildiğini iddia etmektedir. Ayrıca Özal dönemindeki eğitim anlayışının Özal sonrası eğitim anlayışını da etkilediğini toplumda eğitim alanında Türkiye’nin geride, Batı’nın ileride olduğu düşüncesinin yer aldığı ve eğitimde milli bir anlayış yerine evrensel bir eğitim anlayışının ön plana çıktığını belirtmektedir (Sarıhan, 2003: 16-17). Sarıhan’ın bu ifadelerinden hareketle aslında 1980 darbesinin tıpkı 1960 askeri darbe de olduğu gibi eğitimi doğrudan etkilediğini, bunun yanı sıra özellikle toplumsal hayatta ciddi değişimleri ve kırılmaları da beraberinde getirdiği görülmektedir. Bu noktada 1980 askeri darbesinden sonra yapılan 1982 anayasasının eğitimle ilgili kararlarına bakıldığında;

Türk eğitim sisteminin yapısal özelliklerindeki değişimler daha net bir şekilde görülmektedir. Bu anayasada eğitimle ilgili kararlar göz önüne alındığında daha önceki yasalarda yer almayan ve halen günümüzde tartışılan maddelerin yer aldığı görülmektedir. Bu maddelerle birlikte ülkemizde devletin eğitim alanındaki ağırlığının arttığını ve sadece devletin kendi çizdiği çerçeve içerisinde eğitim-öğretim faaliyetlerinin yürütülmesine izin verdiği bir eğitim sistemi yapısının ortaya çıktığını ifade etmek mümkündür.

Ayrıca bu konuda Ercan da, bu dönemde eğitimin meta olarak değerlendirilmesi sürecinin hızlandığını öne sürmektedir. Ercan, eğitimin metalaşma sürecinin hızlanmasının süper lise, Anadolu lisesi gibi uygulamaların başlamasına ve

özel okullara devlet tarafından verilen desteğin artmasına neden olduğunu, eğitimde sınıf ayrımını ortaya çıkaran bu uygulamaların bizzat devlet tarafından başlatıldığını savunmaktadır. Ayrıca Ercan, bu dönemde yükseköğretimde vakıf üniversitelerinin sayısının arttığını ifade etmekte, bu üniversitelerle birlikte sadece ekonomik durumu iyi olanlara diploma pazarlandığını, bu diplomalarla birlikte öğrenciye daha iyi bir geleceğin de pazarlandığını, bu durumun adalet ve eşitliğin sadece günümüzde değil, gelecekte de ortadan kalkmasına neden olacağını dile getirmektedir (Ercan, 1999: 80-82). Bu durum tıpkı günümüzde de olduğu gibi zenginin daha da zenginleşmesi, fakirin daha da fakirleşmesini meydana getirmiştir.

Dünya genelinde 1990’lı yıllarda eğitimle ilgili genel duruma baktığımızda Erdoğan, bu dönemde küreselleşme döneminin hızlandığını, bunun yanı sıra Türkiye’de bazı kesimler tarafından ulusal değerlerden uzaklaşma ve onları hor görme şeklinde bir küresel algının oluşmaya başladığını savunmaktadır. Erdoğan, her ne kadar küreselleşme sürecinin Türk eğitim sistemi üzerindeki etkisi olursa olsun yine de bu sürece rağmen Ne Mutlu Türküm Diyene! Sözünün ve Türküm, Doğruyum, Çalışkanım… diye başlayan Andın ruhunun yaratılmasından vazgeçilmemesi gerektiğini de vurgulamaktadır (Erdoğan, 2008: 395). Ancak günümüzde Erdoğan’ın ifadesinin tersine milli değerlerimize indirilen bir darbe olarak değerlendirebileceğimiz andımızın kaldırılmasıyla birlikte bu ruhun kalmadığını ve bu ruhu gelecek nesillere aktarmaktan mahrum bırakıldığımız görülmektedir. Bu durum ise küreselleşme süreciyle birlikte gündeme gelen dünya vatandaşlığının ülkemizi de etkisi altına aldığını göstermesi açısından önem taşımaktadır.

Koray ise Türkiye’de son zamanlarda müfredat da yapılan değişiklere vurgu yapmakta ve bu değişikliklerle müfredatın devrimci özünden uzaklaştırıldığını, eğitimin halka ait bir değer olmaktan çıktığını, ekonomik koşullara göre şekillendiğini ve öğrencilerin daha çok kısa sürede somut getirisi olan alanlara ulaşmaya şartlandırıldıklarını ifade etmektedir. Ayrıca Koray, Atatürk ilkelerinden olan devletçilik ilkesinin daha da zayıfladığını, buna bağlı olarak da eğitim sistemimizde ekonomik temelli olan ithal eğitim programlarının etkisinin daha da arttığını dile getirmekte ve bunu da küresel bir saldırı olarak yorumlamaktadır (Koray, 2006: 282). Cumhuriyetten günümüze kadar olan süreçte sürekli olarak dış ülkelerden ithal edilen eğitim anlayışlarının ülkemiz kültür ve eğitim gelenekleriyle

harmanlanarak Türk eğitim sistemine uygun hale getirilmeye çalışıldığı görülmektedir. Bu durum teorikte olumlu çalışmalar olarak karşımıza çıksa da kendi özümüzü tam olarak yansıtmadığı için uygulamada birtakım sıkıntıların çıkmasına neden olmakta, dolayısıyla fayda yerine eğitim sistemimize ve uygulama alanlarına zarar vermektedir. Günümüzde de Fransa, ABD gibi ülkelerden sonra Kanada eğitim sisteminin ve müfredatının Türk eğitim sistemine uyarlanmaya çalışıldığı görülmektedir. Bu durum ise, cumhuriyetten günümüze eğitim anlayışının değişmediğini ve halen ithal programlarla başarı sağlanabileceği yönündeki zihniyetin devam ettiğini göstermektedir. Buradan hareketle Koray’ın da ifade ettiği gibi bu küresel saldırının tüm eğitim sistemimizi hâkimiyeti altına aldığını ve bir türlü kendimiz olmayı başaramadığımızı söyleyebiliriz.

Neo liberal ekonomi politikalarının uygulandığı 1980’li yıllardan bu yana bu politikaların eğitime yansıması yönündeki tartışmalar devam ederken ülkemizde 28 Şubat 1997’de yakın tarihe “Post Modern Darbe olarak gelen yeni bir askeri müdahale yaşanmıştır. Bu müdahale ile birlikte bireylerin biçimlendirilmesi konusu gündeme gelmiştir. Bireylerin biçimlendirilmesi denince akla ilk gelen şey eğitim süreci olduğundan dikkatler bu alana çekilmiş ve 28 Şubat sürecinde de eğitim alanında ciddi yapısal sorunlar yaşanmıştır. Bu dönemde özellikle zorunlu eğitim süresinin kesintisiz sekiz yıla çıkarılması, imam hatip okullarının orta kısımlarının kapatılması, farklı kat sayı uygulaması ve başörtüsü ile ilgili yasak getirilmesi gibi bir takım değişikliklerin yapıldığı ve bu değişikliklerin Türk eğitim sisteminin yapısal özelliklerinin şekillenmesinde büyük etkisinin olduğu görülmektedir. Hatta 28 Şubat sürecinde yaşanan eğitim alanında meydana gelen yapısal değişimlerle ilgili tartışmaların günümüze kadar uzandığı da bilinen bir gerçektir. 28 Şubat süreci sonrasında meydana gelen siyasi atmosfere baktığımızda, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin tek başına iktidara gelmesiyle birlikte başlayan 2002 sonrasındaki dönemde yeni bir değişim rüzgârının esmeye başladığı görülmekte ve Türk eğitim sisteminde 28 Şubat döneminde oluşturulan yapısal özelliklerin değişime uğradığı, hatta bazı alanlarda taban tabana zıt değişimlerin söz konusu olduğu görülmektedir.

Bu değişimleri genel hatlarıyla değerlendirecek olursak; yeni ilköğretim programındaki değişiklikler, zorunlu eğitim süresinin kesintili 4+4+4 şeklinde 12 yıla çıkarılması, resmi törenlerin kutlanmasına dair değişiklikler, katsayı düzenlemesi, Kuran kurslarına gidebilme şartlarındaki değişiklik, 1739 sayılı Milli

Eğitim temel kanununda değişiklik, milli güvenlik bilgisi dersinin kaldırılması gibi uygulamaların ve bu dönemde üretilen politikaların Türk eğitim sisteminin yapısal özelliklerini önemli ölçüde etkilediğini ve değişikliğe uğrattığı görülmektir (Şimşek, 2012: 125-126). Görüldüğü gibi Türk eğitim sisteminin yapısı, her iktidar döneminde büyük değişimlere maruz kalmakta, her gelen iktidar kendi ideolojisi yönünde sözde yenilikler gündeme getirmektedir. Fakat hiçbirisinde de eğitimin niteliğini iyileştirme yönünde bir gayretin olmadığını söylemek mümkündür.

Bütün bu gelişmeler ışığında özellikle günümüzde ön plana çıkan yapısal sorunları kısaca ele almak yerinde olacaktır. Bu bağlamda günümüz Türk eğitim sisteminin yapısal en temel sorunlarından birinin de sistemin merkeziyetçi yapısı olduğunu söyleyebiliriz.

Her ülkenin kendi toplumsal, kültürel, siyasi ve ekonomik yapısına uygun bir eğitim sistemi bulunmaktadır. Toplumların tüm sistemleri gibi eğitim sistemleri de toplumda kabul gören değerler çerçevesinde oluşturulur ve yönetilir. Bazı toplumlarda merkezi bir yapıya sahip eğitim sistemleri yer alırken, bazı toplumlardaki eğitim sistemleri adem-i merkeziyet özelliği göstermektedir. Örneğin;

Almanya, ABD gibi ülkelerde eğitim sisteminde yerinden yönetime dayalı bir sistem hâkimken, Türkiye’de eğitim sisteminin merkeziyetçi bir özelliğe sahip olduğu görülmektedir. Bu merkeziyetçi yapıya bağlı olarak ülkemizde eğitimin örgütlenmesi ve eğitime ait faaliyetlerin yerine getirilmesinden birinci dereceden sorumlu kuruluş da Milli Eğitim Bakanlığı’dır. MEB’in üstlenmiş olduğu bu görevler merkez ve taşra örgütleri şeklinde yapılandırılmış olan birimleri tarafından yerine getirilmektedir.

Merkez örgütü üst seviyede karar verme ve yürütme örgütü olarak görevini yapmakta, eğitim politikalarının geliştirilmesi ve eğitimin planlamasına ilişkin tüm kararlar bu örgüt tarafından alınmaktadır. Merkez örgüt Milli Eğitim Bakanlığı’nın başkanlığında müsteşar, genel müdürlükler, daire başkanlıkları, müdürler ve yardımcı personellerden oluşmaktadır. Taşra örgütü ise valilerin denetiminde il milli eğitim müdürlükleri, ilçelerde ise kaymakamların denetiminde ilçe milli eğitim müdürlükleri, okullar, öğretmenler ve yardımcı personellerden oluşmaktadır. Merkez örgütün başında Milli Eğitim Bakanı bulunmakta, Bakan yasa ve anayasalar çerçevesinde eğitimi kendi siyasal eğilimine göre yönetme hakkına sahiptir. Eğitim politikalarının ve planlarının oluşturulmasında Bakana müsteşar, Bakanlığa bağlı kurullar, genel müdürlükler ve daire başkanları yardımcı olurlar. Ayrıca Milli Eğitim

Bakanlığı’na bağlı danışma ve denetim birimleri ile sürekli kurullar da bulunmaktadır (Hesapçıoğlu, 1998: 40-42). Görüldüğü gibi ülkemizde eğitim sistemi tamamen devletin tekelinde merkeziyetçi bir yapıya sahiptir. Merkeziyetçi sistem, bir ülkede siyasi bakımdan kanuni ve hukuki bir birliğin varlığını, idari bakımdan ise kamu hizmetlerinin tamamıyla idari fonksiyonun bir merkezde toplanmasını ifade etmektedir. Merkeziyetçi sistemin idari yönden anlamı, hizmetlerin görülmesi, bunlar için gerekli genel veya özel kararların alınması işinin bir elde toplanmasıdır. Siyasi yönden merkeziyetçi sistem ise federatif bir yapının bulunmadığı ülkelerde içte ve dışta ülkenin bütününde aynı hukuk kurallarının geçerli olmasıdır (Bozan, 2002: 36).

Bu tanımdan da anlaşılacağı üzere merkeziyetçilik, bütün işlerin bir merkezden yönetilmesidir. Bursalıoğlu’na göre merkezden yönetim, “Örgüt içinde üst noktalarda yetkinin sistemli ve tutarlı biçimde saklanmasıdır. Kararların büyük bir kısmının o kararların gerektirdiği işleri yapanlar tarafından değil, onların üstündeki yöneticiler tarafından verilmesidir” (Bursalıoğlu, 1991:167). Ülkemizde tüm kamu yönetimi sistemlerinde olduğu gibi eğitim sisteminin de bir merkeze bağlı olması ve eğitimle ilgili tüm kararların bu merkez tarafından verilmesi eğitim sistemimizin merkeziyetçi bir yapıya sahip olduğunu göstermektedir.

Aslında ülkemizde eğitim sisteminin tarihi geçmişine baktığımızda; eğitimde merkezileşme sürecinin Tanzimat Dönemi ile birlikte başladığı görülmektedir. Şöyle ki, Osmanlı toplum düzeninde eğitim daha çok devlet dışı kurumlar tarafından bir kamu hizmeti olarak gelişme göstermekteydi. Sadece devletin sürekli askerlerinin yetiştirildiği yeniçeri ocakları ile devlet yöneticilerinin yetiştirildiği Enderun devlete bağlı eğitim kurumları özelliği göstermekteydi. Osmanlı eğitim sisteminde görülen bu dağınık yapının, Tanzimat Dönemi ile birlikte belli bir oranda toparlanma eğilimine girdiği görülmektedir. Özellikle illerin ve sancakların merkezden denetlenmesi yönünde bir takım reformlar yapılmış, bu durum ise, devlet tarafından açılan okulların merkezden yönetilmesi anlayışını da beraberinde getirmiştir (Başaran, 1999: 94). Buradan hareketle Türk eğitim sistemindeki merkeziyetçi yapının temellerinin Tanzimat Dönemi’ne dayandığını söylemek mümkündür.

Ülkemizde eğitim sisteminin devlet kontrolüne girmesi ve merkezileşmesi yönünde atılan adımlardan biri de “TBMM’nin 23 Nisan 1920’de açılmasından 9 gün sonra, 2 Mayıs 1920 yılında kabul edilen üç numaralı yasayla İcra Vekilleri Heyeti’nin kurulmasıdır. TBMM’nin İcra Vekilleri Heyeti’nde, ulusal eğitim işlerinden sorumlu

olacak hükümet kurumuna Maarif Vekâleti adı verilmiştir” (Sakaoğlu, 1999:111).

Cumhuriyetin ilk yıllarında bir taraftan merkezileşme yönünde gelişmeler yaşanmakta iken, diğer taraftan da eğitim sisteminin mahalle mektepleri, idadiler ve sultaniler, kolejler ve azınlık okulları olarak üç ayrı kanalda yapılandığı görülmektedir. Dolayısıyla TBMM, eğitim sisteminde görülen bu dağınık yapıyı ortadan kaldırmak için 3 Mart 1924’de Tevhid-i Tedrisat yasasını çıkarmış ve böylece eğitimle ilgili bütün kurumlar eğitim Bakanlığına bağlanmıştır. Bütün bu gelişmeler sonucunda Türkiye Cumhuriyeti eğitim sisteminde merkezileşme anlayışının ortaya çıktığı ve yerleşmeye başladığı görülmektedir. “Cumhuriyetle birlikte eğitimin merkezden yönetilmesi geleneğini koşullandıran iki parametre bulunmaktadır. Bunlardan biri politik, diğer ise ekonomiktir” (Özdemir, 2005:101) Cumhuriyet eğitim sisteminin merkezden yönetilmesinin politik nedenine baktığımızda aslında bu nedenin temelinde yeni kurulan Türk devletinin yeni değerlerinin genç kuşaklara aktarılmasının yatmakta olduğunu, bu durumun ise sistemde merkeziyetçi, otoriter bir anlayışın ön plana çıkmasında önemli bir etken olduğunu söyleyebiliriz. Bu dönemde eğitim sisteminde merkezi bir yapının hâkim olmasında önemli rol oynayan diğer bir etmen ise 1930’lu yıllarda dünya ekonomik sisteminde meydana gelen yapısal değişimlerdir.

Ekonomide meydana gelen bu yapısal değişmenin ana nedeni ise birçok iktisatçı tarafından 1929 Dünya ekonomik bunalımı olarak gösterilmektedir. 1929 yılında Ekim ayında New York borsasındaki hisse senetlerinde ani bir düşüş meydana gelmiş ve bu durum tüm dünyada domino etkisi yaratmış ve çok kısa bir sürede bu bunalım büyük boyutlara ulaşmıştır. Borsada başlayan bu kriz, sanayi üretimi ve ücretlerdeki düşüşleri de beraberinde getirmiştir. Bu bunalımın devam ettiği dört yıllık süre içinde dünya sanayi üretiminde yarı yarıya bir azalma söz konusu olmuştur (Özdemir, 2005: 156). Bu ekonomik bunalımın süresinin uzaması ve beraberinde getirdiği işsizlik ekonomide büyük sarsıntılara yol açmış ve büyük bir krizin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bu krize ilişkin en önemli çalışmalardan birini İngiliz iktisatçı John Maynard Keynes yapmıştır. Keynes, 1936 yılında yayınlanan İstihdam, Faiz ve Para Genel Teorisi adlı yapıtında genel olarak çağdaş bir sanayi ekonomisinde herhangi bir zaman noktasında genel istihdam düzeyini belirleyen unsurlar üzerinde durmuştur (Özdemir, 2005: 156). Keynes, yapmış olduğu bu çalışmayla bu bunalımın üstesinden gelmek için devlet müdahalesinin

gerekliliğini ortaya koymuş ve bu yönde yapılan çalışmaların olumlu sonuçlar vermesiyle birlikte ekonomide devlet müdahaleciliği ortaya çıkmıştır. Dünyadaki bu gelişmelerin Türkiye’ye yansımasıyla birlikte ülkemizde de devletçi ekonomik kalkınma modeline geçilmiştir. Zaman içerisinde ekonomideki bu müdahalenin eğitime de yansıması ve özellikle eğitimle kalkınma arasındaki güçlü bağın fark edilmesiyle birlikte eğitimdeki merkeziyetçi yapı daha da güçlenmiş ve eğitimde merkezden yönetim anlayışı iyice pekişmiştir. Bütün bu gelişmelerin akabinde özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan itibaren ekonomi ve eğitimde başlayan planlama dönemi Türkiye’de 1960’lı yıllarda ağırlık kazanmış ve planlı kalkınma modelleri gündeme gelmiştir. Bu dönemde sadece ekonomi de değil, eğitimde de planlamalar söz konusu olmuş, hatta eğitim planları kalkınmanın ayrılmaz bir parçası olmuştur.

Hatta Birinci Beş Yıllık Kalkınma Planı’nda eğitimle kalkınma arasında bir bağlantı kurulduğu görülmektedir. Bu planda bu bağlantı şöyle yer almaktadır:

Eğitim istenilen bir yaşama düzenine ulaşmak çabası olan kalkınmanın en etkili araçlarından biridir. Ulaştırılmak istenen düzenin değerlerini yerleştirmek, toplumu bu hedefe yöneltecek kişi ve grup davranışlarını yaratmak buna engel olabilecek değer ve davranışları değiştirmek eğitim ile olur. Eğitim aynı zamanda kalkınma çabasının gerçekleşmesi için gerekli nitelikte ve sayıda elemanların yetiştirilmesinde de başlıca yoldur. (MEB, 1993: 5)

Ayrıca eğitim planlaması yönündeki çalışmalar milli eğitim şuralarına da yansımış ve 5-15 Şubat 1962 tarihleri arasında çalışmalarını yürüten 7. Milli Eğitim Şurası’nda bütün yurtta eğitimin belli bir sistem dâhilinde yaygınlaştırılması ve dönemin şartlarına uygun olarak ciddi bir eğitim planlamasının yapılması yönünde kararlar alınmıştır (MEB, 1962).

Bütün bu gelişmeler değerlendirildiğinde; Cumhuriyet Dönemi’nde hem cumhuriyetin değerlerini benimsemiş yurttaşlar yetiştirmek, hem de dönemin şartları içerisinde ekonomik gelişmeyi sağlamak için eğitimde merkeziyetçi bir yapının ağırlık kazandığı görülmektedir. Hatta cumhuriyetin kuruluşundan sonra Türk eğitim sistemi üzerine kapsamlı bir rapor sunan ünlü felsefeci ve eğitimci John Dewey’in yerelleşmeye vurgu yaptığı ve bu bağlamda Dewey’in eğitimin yönetiminde merkez ve taşra örgütleri arasında yetki dağılımının düzenlenmesinde merkeziyetçilikten uzaklaşarak temel politikaların bakanlık tarafından belirlenmesi dışında diğer konularda taşraya yetki devrinde bulunulması gerektiği konusunda bir takım öneriler

getirdiği görülmektedir (Şişman, 2003: 302). Ancak ülkenin içinde bulunduğu durum nedeniyle bu önerilerin dikkate alınmadığı, dolayısıyla Tanzimat Dönemi’nde

getirdiği görülmektedir (Şişman, 2003: 302). Ancak ülkenin içinde bulunduğu durum nedeniyle bu önerilerin dikkate alınmadığı, dolayısıyla Tanzimat Dönemi’nde