• Sonuç bulunamadı

2. SELÇUKLULARDA MÜZİK VE DANS

2.2. Dini Müzik

Türklerin İslamiyet’i kabulünden önce de özgün bir müzikleri vardı. Ozan, bahşi, kam adındaki kişilerin dini ayinlerde müzik icra ettikleri bilinmektedir (Ak, 2009: 42). Göktürkler, sefere çıkmadan önce mutlaka tapınaklarında dua ederler, bayramlarda da kamlar dua ve dini müziği yönetirlerdi. Uygur rahipleri iyi müzisyenler olarak tanınırlardı. Kırgızlar, yılbaşında müzikli ve danslı bir toplantı yaparlar, kam yeni yıl hakkında kehanette bulunurdu. Dini müzik, Selçuklulara İslamiyet öncesi Türklerden gelen bir gelenekti. (Aktaran: Turan, 2013a: 398).

İslam müziğinin en büyük üstadı olarak bilinen Farabi (870-950)’nin eserlerinde memleketi olan Türkistan bölgesinin müzik ekolünün etkisi vardı. O, müziğin fiziki temellerini ortaya çıkardı. Piyanonun ilk hali olarak sayılan kanunu o icat etti. İbn Hallikan’ın anlatımına göre Farabi, Şam’da Seyfüddevle’nin huzuruna çıkar. Seyfüddevle ona müzik bilip bilmediğini sorunca insanlar daha önce hiç duymadıkları bilgileri duyar ve not tutmaya başlarlar. Sonra Farabi, çıkardığı müzik aletini kurar, oradakiler gülmeye başlar, aleti söküp farklı bir şekilde tekrar kurduğunda ise insanlar ağlamaya başlar. Bu hareketi tekrar edince de herkes uyur. Rebabın uda yaklaşmasını sağlayan kişi de Farabi’dir (Aktaran: Turan, 2013a: 396). İslam müzik tarihi ile ilgili önemli çalışmaları bulunan George Henry Farmer, Farabi’nin Kitab al-Musiki adlı eserinin dönemin müzik aletlerini dikkatli bir şekilde değerlendiren oldukça kıymetli bir çalışma olduğunu belirtir (Farmer, 1929: 154).

Selçuklularda dini müzik ve dans, müzikologlar tarafından ezan, tekbir, mevlit, temcid, sema, zikir, Mevlevi ayinleri gibi türler altında anlatılır (Uslu, 2015: 33-56).

belirttiğinden bahsetmektedir. Bunun gibi makamlarla bestelenen mehter müziğinin de askerlere psikolojik anlamda güç veriyor olabileceğini belirtmektedir (H. Altınölçek, 2016: 59).

Bunlardan bazıları yalnızca müzik içerirken; bazıları da müziğin ve dansın bir arada icra edilmesinden meydana gelmektedir.

Çağrı Bey ve Subaşı’nın yaptığı çatışmadan Ahmed bin Mahmud, “…Birbirinin önüne makas ve kılıç ile ölüm hil’atin biçtiler, yerler onların ayakları altında didilip toz-toprak olup, duman gibi havaya yükseldi ve parlak kılıçların kanları yağmur gibi yağdı. İki asker hepsi bir yerden saldırıp, birbirine katıldı, nicesin korkudan benzi alınıp, nicesi o can pazarında satıldı (öldü). Bu kadar bin insanın bir anda savaş semâına (zikrine) girmesi o şekilde korkulu ve heybetli oldu ki, sanki kıyamet gününden bir örnekti” şeklinde bahseder (Ahmed bin Mahmud, 1977: 21). Bu örnekte görüldüğü üzere zikirin de tıpkı nevbet gibi savaş meydanında bir güç gösterisi ve motivasyon aracı olarak kullanıldığı anlaşılmaktadır.

İslam toplumlarında mevlit12 okuma geleneğinin Orta çağ döneminden itibaren yaygınlaştığı bilinmektedir. Tarihi kaynaklarda Fatımilerin mevlit töreni düzenlediklerine dair bilgiler yer almaktadır (Aktaran: Uslu, 2015: 35). Erbil Atabeglerinden (Begtekinliler) Muzaffereddin Gökböri, mevlid ayin ve merasimlerini şenliklerle kutlar, her yıl Muharrem’den Rebi ul-evvel ayı başlarına kadar İslam şehirlerinden alimler, sufiler, vaizler, hafızlar, şairler ve çok kalabalık bir halk Hazreti Muhammed’in doğum gününde anma törenine katılırlardı. Gökböri, yaptığı törenlerden önce 4-5 katlı 20’den fazla ahşap “kubbe” inşa ederken; emirler ve yüksek mertebedeki kişiler için de özel kubbeler yaptırıyor, bu kubbeler özenle süslenmiş oluyordu. Her kubbede müzik ekipleri, oyuncu ve sahne sanatçıları kalıyordu. Gökböri, her gün ikindi namazından sonra bu kubbelerden birine inip müzik dinler ve oyunları zevkle izler, Hanekah’da tarikata göre yapılan semaya sabaha kadar kalır namazdan sonra saraya dönerdi (Aktaran: Turan, 2013a: 399).

Selçuklu devrinde tasavvuf yayılmış ve bu da dini müziğin gelişmesini sağlamıştı. Anadolu’da Mevlevi ve Ahi zaviyelerinde müzik ve semanın ayinlere girmesi yaygınlaşmıştı. Anadolu’da müziğin ayinlere girmesi, dönemin rahatlığıyla olmuştur. Ancak Konya’da müzik ve semanın ayinlere girmesine karşı çıkanların da

12 Şair Busîrî’nin Kaside-i Bürde’sinin Selçuklular döneminde yaygınlaştığı belirtilmektedir (Uslu,

olduğu Mevlevi kaynaklarından aktarılır. Dönemin alimlerinden Şemseddin Mardini, baş ucunda tuttuğu tanburun Allah’ı övdüğünü, musikinin de yasal olduğunu söylerken; Taceddin de Konya kadılığını kabul etmek için rebabın yasaklanması şartını koymuştur. Bunlar nedeniyle Konya’da Şer’i mahkemeden müzik ve semanın uygunluğu için onay alındığı söylenmektedir (Turan, 2013a: 395).

Selçuklular döneminde yaşamış sufilerin müzik ve sema ile alakalarını kavrayabilmek için tarih araştırmacılarınca tespit edilen birkaç örneğe değinmek gerekmektedir. Anadolu’ya gelen sufi Muhyiddin İbnü’l-Arabi’nin Futuhat adlı eserinde Cüneyd’in onu Turisina’da Musa’nın durduğu yere götürdüğünü ve orada bir kaval (muganni/şarkıcı) tarafından bir ilahi söylendiğini ve bu ilahi ile kendilerinden geçtiklerini anlattığı aktarılmıştır (Aktaran: Uslu, 2015: 33). Selçuklu döneminin önemli mutasavvıflarından Ziyaeddin Sühreverdi (1097-1168), yazdığı Âdâbü’l- mürîdîn adlı eserde müziğin ve semanın önemini vurgulamaktadır (Uslu, 2015: 33). Horasan’ın Nişabur şehrinin sufilerinden olan Ebûali Dekkak’ın damadı Kuşeyrî’nin (ö. 1074) er-Risâle’sinde, dönemin Orta Asya Türk, İran ve Arap coğrafyalarında sufilerin müzik ve sema hakkındaki düşüncelerinin anlatıldığı bir eserden bahsedilmektedir. Bu sufinin görüşlerinin daha sonra Anadolu’da yazılan müzik ile ilgili eserlerde kullanıldığı belirtilir (Uslu, 2015: 39).

Ebûsaid Ebülhayr’ın (ö. 1049), Selçukluların merkezinde semalı meclisler yaptığı, onun ünlü müzik teorisyeni İbn Sina ile tanışıklığı, bir hanendenin onun karşısında beste yaptığı ve Ebûsaid’in eserin güftecisinin kim olduğunu sorduğu aktarılır (Aktaran: Uslu, 2015: 39-40). Irakacem bölgesi sufilerinden Ahmed Rifaî (ö. 1182), sema hakkında olumlu düşünceye sahip olanlardandı. Onun görüşünü benimseyenler, şiş saplar, zehirli yılanlarla oynar ve deflerle ilahi söyleyip dolaşırlardı. Onların Anadolu’ya kadar uzandığı, Moğol akınlarına karşı Anadolu’da gösterilerde bulundukları, def çalıp, zikir yaptıkları, ilahi söylediklerinden bahsedilir (Uslu, 2015: 40).

Rubailerinde dönemin davul, çan, çeng, ney, rebab, ud gibi çalgılarından bahseden İranlı şair Ömer Hayyam’ın kendisine ders vermesi için talepte bulunan

Gazali’ye ders verdikten sonra bunu davulla halka duyurmak istediği aktarılır (Aktaran: Uslu, 2015: 43).

Mevlana’nın sema yapan Orta Asya sufilerinden etkilendiği ve semayı Anadolu’ya onun getirdiği söylense de Mevlana Konya’da Şems-i Tebrizi ile tanışmadan önce sema yapmıyordu (Aktaran: Uslu, 2015: 48). Mevlana’nın semasının belirli bir düzen içerisinde olmadığı, sema yaparkenki figürlerinin değiştiği bilinmektedir. “Rebabın sesi aşıkların sesidir” diyen Mevlana13 ve Sultan Veled, rebab çalar, müzik dinlerlerdi. Ayrıca onlar semayı Anadolu’ya yayan, Mevleviliğin kurucuları olup, Mevlevi ayinlerinin oluşmasına katkı sağlayan kişilerdir (Aktaran: Uslu, 2015: 49). Mevlana döneminde sema yapılırken rebab ve ney14 çalındığı ve bu müzik aletlerinin Mevleviler için oldukça önemli olduğu belirtilir (Gölpınarlı, 1983: 455). Sultan Veled, Maârif adlı eserinde “Semâ’nın aleyhinde bulunan kimseler, onun ne olduğunu bilmeyenlerdir. Semâ bir raks değildir, öyle bir haldir ki insan o halde aklını kaybeder, tamamiyle mahvolur, işte nübüvvet de budur” (Sultan Veled, 1966: 378) demektedir. Mevlana’nın Şems Tebrizi’nin kaybolduğu 1245 yılından itibaren daha çok sema yapmaya başladığı yazılmaktadır. 1249 yılında sultan Alaeddin Keykubat ve emirlerinin Mevlana’ya yaptığı ziyaretlerinde sema törenleri sırasında ney ve diğer sazların çalındığı, müzik ile ilgili konuşmalar yapıldığı, has müridlerin ney ve def sesiyle sema yaptığı, ardından da sultanın çetr, sancak ve nevbetle sema meclisinden ayrıldığı belirtilmektedir (Aktaran: Uslu, 2015: 49-50). Mevlana’nın her sene dostları ve güzel sesli guyendelerle birlikte ılıcaya gidip kırk-elli gün kadar orada kaldıklarından bahsedilir (Eflâki, 1986: 187).

Aksarayi, memleket kadılarını sayarken, bu kişilerin hepsini anlayış sahibi bilginler olarak nitelemektedir. Bahsettiği kadıların her türlü bilim ve fendeki yüksek mevkileri karşısında, semanın bir kürsüden daha engin göründüğünü belirtmektedir (Aksarayi, 1943: 174). Aksarayi, ayrıca Mevlana Celaleddin Muhammed’in bütün

13 Mevlâna ve haleflerinin ayinlerde sema yapıp ney ve rebab kullanmalarına Konya’da bazılarının karşı

çıktığı ve Mevlana’nın ölümünden sonra da sema, ney ve rebabın yasaklanması için mahkemeye başvurduğu aktarılır (Turan, 2013b: 668).

dünyaya uzanan ilahi şiir ve felsefesinin yüceliğini ve ününü duymayanın kalmadığından bahsetmektedir (Aksarayi, 1943: 175).

Nureddin Zengi’nin (ö. 1174), teheccüd namazına kalkmak isteyen karısı İsmet Hatun için geceleri davul çalma adetini başlatmış olduğunu tarihçi İbn Kesir’in yazdığı belirtilmektedir (Aktaran: Uslu, 2015: 47)15. Atabeg Nureddin Zengi, koyu bir dindar olduğundan ordusunda müzik ve semaya, şarap içmeye izin vermiyordu. Onun karargâhı sürekli bir sessizlik içinde olurdu ve kendisi sürekli olarak Kuran okutur ve dinlerdi (Aktaran: Turan, 2013a: 396).

Mengücüklüler döneminde yaşamış edebiyat ve tasavvuf alanında ünlü bir şahıs olan Siraceddin Ahmed’in sesinin ününü duyan Eyyübi hükümdarı Melik Eşref onu Şam’a davet etmiş ve onun şarkı söylemesini dinlemişti, Melik Eşref ve sarayın musiki heyeti ona hayran kalmıştı (Aktaran: Turan, 2013c: 91).

İbni Batuta, Ahi Sinan’ın yoldaşlarıyla birlikte kendilerini tekkelerinde ağırladığından bahseder. Yemekten sonra Kuran’ı Kerim’den bazı bölümler okuyan hafızları dinlediklerinden ve ardından hepsinin sema etmeye başladıklarından söz eder. Ardından Ahi Tuman’ın yoldaşları ile karşılaşıp onlarla birlikte Ahi Tuman’ın tekkesine gittiklerini, öncekiler gibi ikramlardan sonra Kuran’dan bazı bölümler okunup, raks ve sema yapıldığını söyler (İbn Battuta, 2017: 280).

Tarih kaynaklarında müziğin sevildiğine ilişkin bilgiler mevcuttur. Muzaffereddin Gökböri oldukça dindar olduğu halde, müziğe ve semaya düşkünlüğüyle bilinir, hatta kendisi bizzat sema ederdi. Tasavvuf alanı üzerine çalışan Gazali, müziği dini bir coşkunluk, kendinden geçme hissi olarak görüyordu (Turan, 2013a: 396).