• Sonuç bulunamadı

Dilgücek nam-ı di÷er Samakov Karyesi Mescidi Vakfı

Dilgücek “nam-ı di÷er Samakov” olarak kayıtlı olan karyede, Paúa-Hatun bint-i Mehmed’in vakfetti÷i 1000 akçanın ve Hüseyin b. Hayreddin’in 600 akçasının rıbhıyla karyenin imamının yılda bir Kur’an hatmi yapmasını, Zülfiye bint-i Ali’nin 400 akçasının rıbhıyla günde 1 amme suresinin tilaveti, Serpiyadegan Hasan b. Turgut’un vakfetti÷i 500 akçanın rıbhıyla ise imamın günde 3 ihlas tilavet etmesi úart koúulmuútur. Tevliyet hasan bin Turgut’a ve evladına bırakılmıútır (KKA.TTD 585:292a, Barkan-Meriçli, 1988:172).

Vakıflarla ilgili genel ve son söz olarak, Osmanlıların devletlerini kurarken dayandıkları dinamiklerin tamamına di÷er Anadolu beylikleri de sahip iken, Osman Gazi ve ailesinin di÷erlerinden daha iyi yaptıkları úey, “bolluk ve bereketin paylaúım araçları olan vakıfları daha fazla ve fonksiyonel olarak yapmaları olmuútur” denebilir. Bu düúünce, kroniklerde Osman Gazi ve ailesinin hasletlerinin anlatıldı÷ı pasajlarda da desteklenmektedir. Aúıkpaúazâde’de 169. babda Osmanlı padiúahlarının hasletleri úu úekilde özetlenmektedir:

“Osman Gazi han’un hasleti her ayda bir kere taam biúirüb fakirlere yedirmek ve giysiler giydürmek idi ve tul hatun kiúilere sadaka itmekdi. Haslet-i Orhan Gazi, atası ayda biúürdi÷i çün ol imaretler yaptı kim fakirler geleler, her gün ta’am yiyeler ve ol imaretlerde mücavir olub kalana ta’amı eksük etmiyeler ve ziyade muhabbet itdügi derviúlere zaviyeler yapıvirdi. Nitekim Geyüklü Baba üzerinde cum’a mescidi yapdurdı ve zaviye dahi yapdurdı. Ve o÷lu Gazi Hünkâr hasleti, atası gibi ol dahi imaretler yapdı ve ziyade muhabbet itdügi deriúlere zaviyeler yapıvirdi ve her úehirde kim olırdı cum’a gün cum’adan sıonra fukaraya akçalar sadaka iderdi. Ve o÷lu hasleti kim Bayezid Han’dur, ve ol atası dedesi yapdu÷ı imaretlerden bu dahi “ziyade” yapdı ve bu da her cum’a oldugı úehirde sadaka iderdi. Ve o÷lı Sultan Mehmed Gazi Han ol dahi imaretler yapdı ve Mekke ve Medine’ye mebla÷lar gönderürdi. Ve oldahi Sultan Murad hasleti ol dahi imaretler yapdı ve her yıl üçbinbiúyüz filori Kuds-i ùerif’e ve Halilü’r-Rahman’a ve Medine-i Resul’e ve

Kâbetullah’a gönderürdi. Ve her yıl kendünin adeti buydu kim oldugı úehirde bin fülori seyyidlere kendü mübarek elüyle üleúdürürdi. Ve Engürü nevahisinde Balıkhisarı dirler bir nice köy vakf itdi Mekke’ye, hayli mebla÷lar hasıl olur” (Aúıkpaúazâde, 2007:251, 482).

Daha üçüncü hükümdar Murad Hüdavendigar döneminde Osmanlı topra÷ı olan Kocaeli Sanca÷ı içinde Aydın o÷lu øsa Bey ile ilgili yapılan evlatlık vakıf kaydı (KKA.TTD 579:141b), onların bu konudaki üstünlüklerinin di÷er beylerce de az çok kabul edildi÷inin göstergesi olarak algılanabilir. Yine bu dönemde Hamito÷ulları’na ait toprakların, Türk devlet ananesine aykırı olarak para ile satın alınması (Aúıkpaúazâde, 2007:103, 331), itibarın mala de÷il de Müslümanların meskûn bulundu÷u Anadolu co÷rafyasının tek bir idare altında toplanarak istikrarın temin edilmesine oldu÷u mesajını beraberinde getirmektedir ki son iki yüzyılını genelde istikrarsızlık içinde geçiren Anadolu toplumunun bilinçaltında, kaosu sona erdirecek ideal bir iktidar özleminin bulundu÷u düúünülebilir. Bu çerçevede øsfendiyar o÷lu Kasım Bey, Osmanlılara ba÷lılı÷ını bildirdikten sonra bu aileden an fazla vakıf kurmuú úahsiyet olarak tebarüz etmektedir. Ondan önce Candaro÷ulları’nın16 son temsilcisi øsmail Bey haricinde hiç bir ferdin bu kadar büyük vakıflar kurmamıú olması, Kasım Bey’in sadece Candarlıların içiúlerindeki iktidar mücadelesi gere÷i de÷il, aynı zamanda Osmanlılar ile beraber katıldı÷ı seferler sırasında müúehade etti÷i bu sistemi takdir ederek Osmanlılara tabiiyetini sundu÷unu düúündürmektedir. Candaro÷ulları ve Karesio÷ulları gibi çevredeki beyliklere daha cömert olduklarını vakıflar-ihsanlar yoluyla gösteren Osmanlı ailesinden Orhan Gazi’nin “Türkmen beylerinin en ulusu” olarak görülmesi bu bakımdan daha anlaúılır görünmektedir. Bayezid Hüdavendigar, gevúek vassallık ba÷ını tam ba÷ımlılı÷a dönüútürmek gayesiyle Anadolu üzerine sefere çıktıktan sonra (Emecen, 2010:46) elde etti÷i topraklarda, sadece daha önceki beyler tarafından kurulan vakıfları muhafaza etmekle kalmamıú, onların kurdu÷u vakıflardan daha büyüklerini kurarak reayaya daha cömert oldu÷unu da göstermiútir. Timur’un Anadolu’daki bu yapılanmayı bozmasından sonra bu beyliklerin tekrar boyunduruk altına alındı÷ı II. Murad

 



Candarlılar hakkında geniú bilgi için bkz. Yaúar Yücel, Anadolu Beylikleri Tarihi Hakkında Araútırmalar, XIII-XV. Yüzyıllarda Kuzey-Batı Anadolu Tarihi, Çobano÷ulları Beyli÷i-Candaro÷ulları Beyli÷i, Ankara, 1988.

döneminde de gerekli görülen yere daha önceki beylerin kurdu÷u vakıfların çok daha fevkinde vakıflar kurulmaya devam edilmiútir17. Selâtin vakıflarının yanı sıra, Osmanlı ümera ve uleması içinde Bursa, Edirne ve Karesi Beyli÷i’nin ilhakını müteakip Balkanlarda da birçok vâkıfın çok geniú akarları olan vakıflar kurdukları görülmektedir18.

Teslim alınan beyliklerde hüküm süren beylerin, teslim olma úartları arasında özellikle kurdukları vakıflara el sürülmemesini arz etmeleri bu noktada önemlidir. Onlar, bu isteklerini hüküm sürdükleri yerlerde saygınlıklarını devam ettirme kaygısıyla dile getirmiúlerdir. Bu isteklerinde, yaptıkları zürri vakıflarından nemalanan çocuklarının hayatlarını garanti altına alma ihtiyacının da etkili oldu÷u düúüncesi, dile getirilen bilindik fikirlerdendir. Bu çerçevede, Osmanlı ailesinin hiçbir zaman zürri vakıf kurmamıú olmaları da dikkat çekicidir. Osmanlılarda zürri vakıflar kendilerine tabi olan bütün gaziler tarafından kurulmakta iken, selâtin vakıfları ve hatta hanedana mensub kiúilerce kurulan di÷er vakıfların büyük bir bölümünde de böyle bir anlayıú gözlenmez. Devletin merkezileúme çabası içinde oldu÷u dönemde (özellikle Fatih dönemi), bazı zürri ve hangi amaç do÷rultusunda

 



Bu ba÷lamda Saruhan Sanca÷ı’nın merkezi Manisa’da “úehzade sanca÷ı” olması hasebiyle Osmanlı hakimiyeti döneminde kurulan vakıflar için bkz. KKA.TTD 544:12b vd; Emecen, 1989:91-103. Menteúe, Teke, Hamid, Karahisarı-ı Sahib, BOA.TTD 338:103; KKA.TTD 567:3a-4b, 11a, 15b; Karaca, 2002:322-330; Arıkan, 1988:134; KKA.TTD 575:4a-15b, 33a vd, Bulduk, 1993:339-347. øsfendiyaro÷ulları’nın merkezi olan Kastamonu’da Candaro÷ulları’nın bölgeye hâkim olmasından evvel Kastamonu fatihi Atabey Gazi olarak bilinen Muzafferüddin Yavlak Arslan’ın kurdu÷u vakıfların yanısıra (KKA.TTD 554:11b-14a; 30b, 41a, 54a), øsfendiyar o÷lu øbrahim’in o÷lu øsmail Bey’in banisi oldu÷u imaret çevresinde oluúan külliyeye vakfedilen akarların yekûnu da oldukça fazla olup, bu külliyenin kuruluúunun da daha çok Osmanlı hâkimiyetinin etkisini hissettirdi÷i dönemlere denk geldi÷ini belirtmek gereklidir (KKA.TTD 554:26b-27b, 43a-46a, 77a-83b; KKA.TTD 555:129b-142a, 149a, 151b, 171b, 173b, 179b, 185a-187b). Bununla beraber, Sultan II. Bayezid’in Amasya’da kurdu÷u imaret etrafında oluúan külliyeye Kastamonu’dan büyük miktarda akarın ba÷landı÷ı görülmektedir (KKA.TTD 554:1a-7a; 86b-101b). Ayrıca bu sancakta Osmanlı hakimiyetinin kurulmasından sonra ùehzade Cem Sultan (KKA.TTD 555:24b), Sultan Bayezid’in o÷lu Mahmud (KKA.TTD 555:214a vd.) gibi bir çok vâkıfın hayır eserleri de bulunmaktadır. Çankırı Sanca÷ı merkezinde ise tesbit edilen en büyük hayrat, Osmanlı Sancakbeyi olarak görev yapan Kasım Bey’in kurdu÷u imarettir (KKA.TTD 578:25a vd). Germiyano÷ulları’nın merkezi Kütahya ve Aydıno÷ulları’nın merkezlerinde de eski beylerin kurdu÷u büyük vakıfların korundu÷u ve bunun yanında Osmanlı hakimiyeti sonrasında da büyük akarlara sahip vakıf kayıtlarına rastlandı÷ı söylenebilir.



Söz konusu Vakıf kayıtları ile ilgili bkz. Ömer Lütfi Barkan-Enver Meriçli, Hüdavendigar Livası Tahrir Defterleri I, Ankara, 1988; BOA.TTD 453, 531, KKA.TTD 570, 580, 585 No’lu Hüdavendigar Sanca÷ı Evkaf Defterleri, KKA.TTD 579 No’lu Kocaeli, KKA.TTD 541 No’lu Sultanönü, KKA.TTD 568 No’lu Karesi, KKA.TTD 548 ve 549 No’lu Vize, KKA.TTD 572 No’lu Çirmen, KKA.TTD 559 Nol’lu Ni÷bolu, KKA.TTD 561 No’lu Silistre, KKA.TTD 577 No’lu Siroz, KKA.TTD 553 No’lu Selanik Evkaf Defterleri, M. T. Gökbilgin, XV. ve XVI. Asırlarda Edirne ve Paúalivası Vakıflar-Mülkler-Mukataalar, østanbul 2007.

kuruldu÷u belli olmayan vakıfların nesh edilmesi bu anlayıúı tekzib eden bir durum olmayıp, vakıfların mensuh hale getirildi÷i dönemler olan Fatih ve Yavuz’un saltanat yıllarında bizzat kendileri tarafından çok büyük vakıfların kuruldu÷u unutulmamalıdır. Bu dönemde vakıflar, ya ilgililerin temessük gösterememeleri yüzünden ya da kadimden tımar hissesi oldukları düúüncesiyle nesh edilmiúlerdir. Çandarlı örne÷inde oldu÷u gibi malları müsadere edilen kiúilerin vakıfları da nesh edilebilmekteydi. Esasen, araútırmada vurgulanmak istenen olgu, hanedan ile ona ba÷lı gaziler arasındaki (merkezcil ve merkezkaç kuvvetler) iliúki de÷il, devlet ile reaya arasındaki iliúkidir. Osman ve ailesi gazi, derviú, fakih gibi zümrelere bir yeri sadece temlik etmiúler, bu kiúiler de ellerindeki “biti”ye dayanarak sahip oldukları mülkleri kendi arzularıyla ço÷unlukla vakfetmiúlerdir.

Bu noktada bu gibi vakıflar tesis etmiú olan úahısların kurdu÷u ve evlada úart koútu÷u vakıfları (Akgündüz, 1996:270-277), gerek devletin müsadere temayüllerine ve gerekse øslam miras hukukunun da÷ıtıcı tesirlerine karúı gösterdikleri bir tepki olarak tanımlayan ve asalet fikri ile ailelerin úeref ve bütünlü÷ü hissinin böyle vakıflar kurulmasına yol açtı÷ını belirten görüúler mevcutsa da (Barkan, 1970:XXV; Ça÷atay, 1994:23-31) özellikle zürri vakıflar için öne sürülen “müsadere korkusu” anlayıúı kabul edilebilir bir açıklama olmayıp19, kurulan tüm vakıflar için söz konusu olan anlayıúın, bolluk ve bereketin paylaúıma sunulması anlayıúı oldu÷unu belirtmek gereklidir.

Aúıkpaúazâde’nin ismini zikretti÷i misafirlerin sonuncusu olan Bacîyân-ı Rum adı verilen zümrenin, Osmanlı Devleti’nin kuruluú döneminde Osmanlı sınırları dahiline giren co÷rafyada faaliyet gösterdiklerine dair úimdilik elde yeterince kaynak mevcut olmadı÷ı görülmektedir20. Esasen bacıların (kadınların), ayrı bir teúkilat kurup kurmadıkları tartıúmasından çıkacak sonuç, eldeki veriler ıúı÷ında do÷al olarak böyle

 

19 Zürri vakıflarda evlada düúen galle fazlası da vakıftan türedi÷i için vakıf sayılırsa, müsadere söz konusu olamayacaktır ki bu durum evladın, vakıf olan bu galle fazlasını mülkü gibi diledi÷ince kullanamayaca÷ı anlamına gelmektedir. Söz konusu fazlanın evlada düúen hissesi mülk kabul edildi÷i takdirde ise, zaten müsadereye açık olacaktır. Bu durumda söz konusu iddaayı kabul etmek, zürri vakıf banilerinin, uzak görüúlülük örne÷i sergileyerek Osmanlı Devleti’nin günü geldi÷inde müsadere usulünü kaldıraca÷ını ve vakıf malların satıúından elde edilecek gallenin fazlasının torunlarını ihya edece÷ini hesaplamıú olduklarını kabul etmek demek olacaktır ki bu durum tipik bir anakronizm örne÷idir. 

 Bacıyân-ı Rum hakkında geniú bilgi için bkz. Bayram, 1994:15vd; ùahin, 2007:355-359, Aúıkpaúazâde, 2007:256, 486.

bir teúkilatın var olmadı÷ıdır. Ancak, ønönü Nahiyesi’nde ayrıntılarını daha sonra ele alaca÷ımız Tigan Abdal zaviyesi içinde çiftlikleri tasarruf eden Devlet Bacı’ya ait kayıt da bu çeúit bir zümreye ikinci bir örnek teúkil etmektedir. Bâcıyân-ı Rum’un Ahi teúkilatı ile oldu÷u kadar Bektaúilik ile de yakın ilgisi bulunmaktadır. Aslında Aúıkpaúazâde’de bahsedilen dört grup da birbirine girift halde bulunmakta olup, bu grupları keskin hatlarla birbirinden ayırmak da zordur. Örne÷in; Eskiúehir Camii’nde hitabet görevini deruhte eden Ahi Hatib Baba, hem ahi, hem hatib hem de abdal zümresinden bir úahsiyet olarak tebarüz etmektedir (KKA.TTD 541:21a).

Aúıkpaúazâde’nin kurdu÷u cümlelerden, “Bâcıyân-ı Rum” içinde

de÷erlendirilebilecek zümrenin özelliklerini çıkarmak mümkündür. Buna göre, sözü edilen Fatma Bacı, bir kere varlıklıdır, ikincisi hayırseverdir ve kerametlerine úahit oldu÷u Hacı Bektaú için türbe (mezar) yaptırıp, türbenin cazibesine (insanlar tarafından ziyaret edilmesi) uygun olarak vakıflar tahsis etmiútir. Bu türbe vakfının baúına Abdal Musa geçmiú, daha sonraki dönemlerde de onun faaliyetleri sonucu “Abdâlân-ı Rum” içinde de÷erlendirilen Bektaúilik, büyük bir geliúme göstererek geniú bir alana yayılmıútır. Osmanlı Devleti’nin ilk yıllarında daha önce de de÷inildi÷i üzere Abdal zümresi için birçok vakıf yapılmıú, Kadıncık Ana da bu vakıflardan birini yapan “bacı” sınıfına dahil biri olarak ortaya çıkmıútır. Bu dönemlerde vakıf kuran ve sayıları çok az olan kadınların ço÷unun, varlıklı ve hayırsever olarak ya hanedan üyesi ya da devlet hizmetinde bulunan gazi, derviú gibi úahsiyetlerin hanımları ya da kızları oldukları söylenebilir. Aúıkpaúazâde’nin, eserini yazarken 85 yaúını aúmıú oldu÷undan, vakıf kuran varlıklı ve hayırsever tüm kadınları, yaúına uygun olarak “bacı” olarak tanımlaması akla uygun düúmektedir. Devletin yerleúik bir yapıya uygun olarak sünni bir karakter kazanmasından sonra “abdal” zümresi için yapılan vakıfların giderek azaldı÷ı bilinmektedir. øúte bu noktada yerleúik bir düzen içinde zenginli÷e kavuúarak vakıf kurmuú olan kadınların, göçebeler içinde yaygın olarak kullanılan “bacı” unvanı yerine hatun vb unvanları aldı÷ı ya da herhangi bir unvan taúımayı tercih etmedikleri düúünülebilir. Bu durumda yukarıda adları zikredilen vakıf kurmuú bütün kadınları bacılar zümresinden saymak mümkün görünmektedir. ønceleme alanımız dahilinde bulunan nahiyeler içinde kadınlar tarafından yapılan vakıflara bakıldı÷ında hanedan üyesi hatunların yanında “cüz tilâveti” için yapılan küçük ölçekli vakıflar bulunmaktadır.

Devletin toplumsal sözleúmeye dayalı bir yapı oldu÷u görüúüne uygun olarak eskiden beri birçok kaynakta de÷inilen “adalet dairesi”nden hareketle konu daha iyi aydınlatılabilir. øbn Haldun Mukaddeme’sinde baykuú hikayesi çerçevesinde bu daireyi úöyle açıklamaktadır: “Dünya bir bahçedir bunun duvarı devlettir. Devlet bir iktidardır, sünnet bununla yaúar. Sünnet siyasettir, bu siyaseti hükümdar yürütür. Hükümdar bir nizamdır, ordu onu takviye eder. Ordu bir yardımcı ve destektir, mal ve para onun teminatıdır. Mal rızıktır, onu riayet derler ve toplar. Riayet kuldur, onu adalet korur. Adalet kendisiyle ülfet edilen ve sayesinde dünyanın kâim oldu÷u bir úeydir. Ve dünya bir bahçedir” (øbn Haldun, 2009:206). Aynı ifadeler Kınalızade’de de yer almaktadır (Kınalızade Ali Efendi, 1965:282-283). Kınalızade, øbn Haldun’un Aristo’dan naklen verdi÷i bu sekiz maddeyi “adalet dairesi” olarak nitelendirmiútir (Mardin, 1996:115).

Nuúirevan’ın aynı manaya gelen sözlerinden sonra hükümdarın reayanın halini bizzat araútırması gerekti÷ini ve ancak bu úekilde halka memlük ve mahkum olmayarak onlara malik ve hakim olabilece÷ini belirten sözlerini de burada ele almak gerekir. Esasen, devlet kendi bekası için ihtiyacı olan malı temin edebilmesi için imar faaliyetine giriúmek durumunda olup, bunu da ancak vakıf aracılı÷ıyla yapmaktadır. Vakıf, “alıkoymak, hapsetmek” manalarına geldi÷ine göre devlet, adaleti sa÷lamak için kendisini mahkum ve memluk eden bir yapıya bürünmektedir. Tam bu aúamada hanedanlı÷ın baúında bulunan reis, devlet kurulurken izledi÷i siyasetin aksine hareket eder. Kuruluú aúamasında kendisiyle aynı asabiyete sahip unsurların (gaziler), elde etmeye heveslendikleri vergilerden onlar lehine uzak duran ve buna karúılık onlar üzerinde istibdat ve hakimiyet kurmak isteyen hanedanlık, bu unsurlara karúı izzet sahibi olmakla beraber onlara da ihtiyaç duymaktadır. Bu dönemde maiyetini teúkil eden kul kökenli zümrenin makam ve itibarı sınırlıdır. Hanedanlı÷ın baúındaki úahıs kendisiyle aynı asabiyetteki kiúilere karúı hakimiyetini kurduktan sonra yanındaki azatlı ve devúirmelere dayanarak vergi gelirlerinden el çektirip toplanan servetin tek baúına sahibi olur (øbn Haldun, 2009:564). Bu durumda devletin kuruluú amacına sadık kalındı÷ı müddetçe, kendisini adaleti sa÷lamaya vakfetmiú olan hanedan reisi ve bu iúinde kendilerini ona yardımcı olmaya vakfetmiú olan kullarının temsil etti÷i “hadim” devlet, devletin kozmopolit bir yapıya kavuúması ve baúka bir otoriteyi tanıyan “di÷erleri”ne karúı “hakim” olmuú olur. Osmanlı Devleti’nin Kanuni

döneminden itibaren kendisini Haremeyn-i ùerif’in hadimi, di÷er memleketlerin ise hakimi olarak görmeye baúlamasının, kozmopolit bir özelli÷e bürünmenin bir sonucu olarak ortaya çıktı÷ı söylenebilir. Yani devlete hâkim olmak için aranan asalet, önemli ölçüde hedamete dolayısıyla kendini vakfetmeye dayanmaktadır ki buradaki ironi de dairesel bir anlayıútan ileri gelmektedir. Krader’in ifade etti÷i gibi toplulu÷un hizmetçisi onun efendisi durumuna gelmektedir (Claessen-Skalnik, 1993:9). Daha çok evrimcilere mahsus olmak üzere bazı düúünürlerin son iki yüz yıl içinde hürriyet ve müsâvâta övgüler ya÷dırırken, geçmiúteki insanların uzun bir dönem köleli÷e ba÷lı bir düzene sadık kalmaları da bu durumda daha anlaúılır olmaktadır21.

Bu ba÷lamda, son söz olarak Kutadgu Bilig’in yazarı Yusuf Has Hacib’e yer vermek yerinde olacaktır: “Yönetici, cömert, alçakgönüllü ve sakin davranıúlı olmalıdır. Cömert oldukları derecede adları duyulur, meúhur olurlar. Yardımcılar ve asker, cömert adamın etrafında toplanır. Cömert ol, ba÷ıúla, yedir ve içir. E÷er malın eksilirse tekrar kazanmaya, tamamlamaya bak. Cesur ve gözüpek adam için, mal eksik olmaz, Akdo÷an için de yem eksik olmaz. Silahla birlikte, cesaret de varsa kahramanlar mal kazanmaktan endiúe etmemelidir. Ülkeyi elde tutabilmek için orduya ihtiyaç vardır. Orduyu besleyip donatmak için de çok mal ve servet gerekir. Orduyu besleyip donatacak parayı bulabilmek için halkın zengin olması lazımdır. Halkın zengin olması için de yöneticiler do÷ru yasalar koymalıdır. Bunlardan biri ihmal edilecek olursa di÷er dördü de iúe yaramaz; dördü de iúe yaramaz olursa devlet yönetimi çözülür ve ülke düzeni bozulur” (Yusuf Has Hacib, 2009:86).

 

21 Machiavelli’nin, üç tür ana yönetim biçiminden biri olarak bahsetti÷i demokrasinin sa÷ladı÷ı özgürlüklerin kötü kullanımının anarúiye yol açabilece÷inden hareketle bu sistemin karúısında durması burada hatırlanmalıdır.