• Sonuç bulunamadı

Akdeniz’in doğu kıyısının bulunduğu bölge etnik çeşitlilik bakımından eşsiz coğrafyalardan birisi olarak öne çıkmaktadır. Geçmişte Sümerler ve Asurlular, Hititler, eski Mısırlılar gibi büyük medeniyetlerin kesiştiği coğrafya olmasından dolayı önemli bir merkez haline gelmiş, bunun yanında etnik çeşitliliğin de görüldüğü bir yer olarak zengin kültüre sahip olmuştur. Dürzîlerin ana coğrafyası olan Levant bölgesi bu açıdan önem teşkil etmektedir. Dürzîlerin Ortadoğu coğrafyasının içerisinde hem kapalı bir topluluk olarak varlık göstermeleri hem de bilinen yanlarıyla farklı inanışa sahip olmaları onların etnik kökeni hakkında merak uyandırmıştır.

Görece olarak daha yakın tarihe bakıldığında bölgenin hâkimleri Araplar, Türkler, Rumlar, kısmen Avrupalılar olmuştur. Uzun zaman boyunca Osmanlıların hâkimiyetinde kaldıktan sonra Dürzîlerin yaşadığı bölge farklı ülkelerin içerisinde kalmıştır. Bu ülkeler Lübnan, Suriye ve İsrail ve kısmen Ürdün olarak öne çıkmaktadır.

Dürzîliği ilk kez toplu şekilde kabul eden kabilenin ise Tenuhi kabilesi olduğu, Dürzîlerin risalelerinde belirtilmektedir. Tenuhi kabilesinin etnik kökeni konusunda tam bir mutabakat olmasa da Yemen bölgesinden Levant’a göç eden bir Arap kabilesi olduğu

238 Daftary, 1990: 200-210.

konusunda görüşler baskın gelmektedir. Tenuhilerden ayrı olarak Lahmi kabilesi de Dürzîliği yoğun biçimde kabul eden bir diğer Arap kabilesidir. Lahmiler ise coğrafi köken olarak Mısır bölgesinden Levant’a göç etmişlerdir. Dürzîliğe yoğun olarak geçen bir diğer kabile ise Kudae kabilesidir. Kudae kabilesi Bahreyn bölgesinden Levant’a gelen ve Dürzîliğe geçişlerin olduğu bir kabiledir. Kudae kabilesi zaten Tenuhilerle aynı kabile ya da bir çeşit akrabalık ilişkisinin bulunduğu kabile olarak değerlendirilmektedir. Dolayısıyla etnik köken

olarak bir farklılıkları bulunmamaktadır.240

Dürzîlerin etnik kökeni hakkında çeşitli tarihçilerin belirttikleri, genelde farklı milletlerin karışmasıyla bir araya geldikleri yönündedir. Bazı tarihçiler Dürzîleri Türk, Kürt

ve Ermeni kabilelerin çoğunluğunu oluşturduğu bir dini topluluk olarak belirtmiştir.241

Bazıları ise Arap ve Farisi kabilelerin oluşturdukları bir kavim olduğunu söylemişlerdir.242

Kimi tarihçiler ise Arap, Farisi, Hint ve bölgedeki diğer unsurların karışımından oluşan bir

topluluk olduklarını belirtmektedir.243

Kimi zaman bir yanılgı içerisinde olmak suretiyle Haçlı seferlerinden geri dönmeyen Hıristiyanların zamanla dönüşüme uğrayarak bölgede kalan insanların oluşturdukları toplulukların Dürzîler olduğunu söylemişlerdir. Fakat bunun çalışmamızda da ortaya konulduğu üzere mümkün olmadığı görülmektedir. Hem Dürzîlerin teolojik köken olarak geldiği mezhepler ortadadır hem de Haçlı seferleri Dürzîler ortaya çıktıktan sonra gerçekleşmiştir. Neştekin ed-Dürzî’den gelen isimlerine atfen Türk olarak anıldıkları da olmuştur. Fakat bu sağlıklı bir değerlendirme olarak görülemez. Zira topluluğa ismi verenin etnik kökeni, söz konusu toplumun geneli hakkında yeterli bilgiyi bize vermeyecektir.

Günümüzde insanların ya da toplulukların hangi etnik kökene mensup olduklarını tespit konusunda genetik testlerden çok, insanların ya da topluluğun kendisini hangi kökene ait hissettikleri daha önemli olarak görülmektedir. Zaten genetik olarak da Dürzîlerin yaşadığı coğrafya göz önünde bulundurulduğunda her ne kadar kapalı bir toplum olsalar da, topluluğun farklı etnik kökenlerin bir karışımı olması doğal olarak gözükmektedir. Etnik köken çoğu zaman bir kültür meselesi olarak görülebilir. Bu bağlamda Dürzîlerin kendilerini ne olarak gördükleri önem kazanmaktadır. Dürzîler kendilerini Arap olarak tanımlamaktadırlar. Bu tanımlama genetik olarak da hatalı sayılmaz. Zira yukarıda bahsettiğimiz kabileler göz önünde bulundurulduğunda kökenlerinin çoğunluğu Arap kabilelerine dayanmaktadır. Dürzîler kendilerini Arap olarak tanımlamakta ve bu durumdan da övünerek

240 Bağlıoğlu, 2006: 97-101. 241 Abu-Izzeddin, 1993: 1-14. 242 Hitti, 2002: 199-205. 243 Parfit, 1917: 30-35.

bahsetmektedirler. Kapalı bir toplum olduklarından dolayı, bu bağlamda en karışmamış Arap topluluğu olduklarıyla da övünmektedirler. Bu bağlamda Dürzîler kimliklerinin tanımlarken Araplıktan ziyade Dürzîliği ön plana çıkarmaktadırlar. Böylece kendilerini bulundukları coğrafyadaki Sünni ve diğer Araplardan ayırmaktadırlar. Bu durum Dürzîlerin güç dengesi içerisinde nasıl konumlanacaklarına dair ipuçları verebilir. Dolayısıyla Dürzîlerin siyasi

tercihlerine yönelik olarak etnik kökenleri de rol oynayabilir.244

244 Bağlıoğlu, 2006: 97-101.

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

ORTADOĞU SİYASETİ VE DÜRZÎLER

3.1. Ortadoğu’daki Güç Dengelerinin Ortaya Çıkışı

Osmanlı İmparatorluğu Yavuz Sultan Selim döneminden Birinci Dünya Savaşı’na kadar hemen hemen tüm Ortadoğu’da yegâne devlet olarak varlığını sürdürmüştür. Fakat Osmanlı İmparatorluğu Birinci Dünya Savaşı’na kadar bölgede tek başına tasarruflarda bulunamamıştır. Kendisine bağlı olan Mehmet Ali Paşa’nın valisi olduğu Mısır gibi vilayetleriyle çeşitli iç karışıklıklar yaşamış ve bu karışıklıklarda dahi güç dengesinin aynı devlet içerisinde gözlemlendiği süreçler yaşanmıştır. Teorinin en başında bahsettiğimiz Morgenthau’nun söylediği; devletlerin ayrı siyasi aktör olarak parçalanmaları zordur fakat ayrı devletler oluştuktan sonra birleşmeleri de benzer zorlukta olacaktır önermesi Birinci Dünya Savaşı sonrası Ortadoğu için gayet yerinde bir tespit olmuştur. İttifak Kuramları bağlamında Dürzîlerin güç dengesi içerisindeki rolünü ele alırken dünyadaki güç dengelerini daha sağlıklı tahlil edebileceğimiz için genel durumdan özele doğru indirgeyerek ele alınacaktır. Böylece hem Dürzîlerin günümüzde siyasi bir güç olarak ortaya çıkış sürecini kronolojik bir sırayla ele alınmış olacak, hem de tek bir devlet iken parçalanan Ortadoğu coğrafyasında yeni ortaya çıkan devletlerin oluşturdukları güç dengelerini Dürzîler ekseninde

daha sağlıklı değerlendirme imkânı doğacaktır.245

İmparatorluklar çağı Birinci Dünya Savaşı sonrası sona ermiştir. Uluslararası sistem ise bu duruma bağlı olarak köklü değişim geçirmiştir. İmparatorlukların son bulmasıyla birlikte uluslararası sistem tam olarak şekillenmemiştir, bunun nedeni ise büyük güçlerin dünya üzerindeki paylaşım savaşlarının son bulmamasıyla açıklanabilir. Yaşanan değişim ulus devlet üzerine şekillenen bir dünya ile neticelenmiştir. Söz konusu düzen ise büyük güçler ile onların etkisindeki ikincil güçlerin pozisyonlarını almasıyla İkinci Dünya Savaşı’na kadar devam edebilmiştir. Bu bağlamda uluslararası sistemin tam olarak rayına oturmasını

İkinci Dünya Savaşı’ndan itibaren ele almak daha doğru bir yaklaşım olacaktır.246

Uluslararası sistemlerin değişim dönemleri dünya siyaseti açısından her zaman zor olmuştur. Günümüzde de benzer bir sürecin yaşandığını göz önünde bulundurursak krizler ve bölgesel çatışmaların yoğunluğundan mesele anlaşılabilir. Bu bağlamda 20. Yüzyılın başlarında da imparatorlukların son dönemine girildiği dönemde sistem değişimi yaşanmıştır. 20. Yüzyılın ilk dönemine girildiğinde Ortadoğu bölgesinin Mısır harici topraklarının büyük

245 Makdisi, 2002: 601-617. 246 Renton, 2007:645-652.

bölümünü elinde bulunduran devlet Osmanlı İmparatorluğu olmuştur. İmparatorluğun doğusunda İran bulunmaktaydı fakat o da Osmanlı ile rekabet edebilecek bir güç teşkil etmemekteydi. Osmanlı İmparatorluğu Mısır’ın denetimini Birleşik Krallık’a kaptırdıktan sonra bölgede güç dengesi anlamında ciddi mücadeleler yaşanmıştır. Fakat bu mücadeleler Osmanlı veya İran gibi bölge ülkeleri arasında değil, dönemin güçlü devletleri olan Birleşik Krallık, Fransa ve Rusya arasında baş göstermiştir. Osmanlı söz konusu dönemde ciddi biçimde güç kaybı yaşamış ve çöküş döneminde olmasından dolayı büyük güçlerin arasındaki mücadelelerden çıkar sağlayıp hayatta kalmaya çalışan daha çok denge politikasıyla ardıncılık siyasetine mecbur kalan bir devlet olmuştur. Güç dengesi teorisinde de zayıf devletlerin yıkılışının habercisi olarak, büyük devletlerin paylaşım konusunda anlaşmasıyla ortaya çıkan

durumla Osmanlı karşılaşmıştır.247

Osmanlı İmparatorluğu’nun toprakları üzeride tasarrufta bulunmak isteyen büyük güçlerin devlet yapılanmalarına bakıldığında 1648 Westfalya antlaşması önem arz etmektedir. Ulus devlet yapılanmasının ve devletler arasındaki yeni düzenin habercisi olan bu antlaşmaya göre Avrupalı devletler kendi siyasal yapılanmalarını şekillendirmiş ve dünyada egemen olmaya devam ettikçe uluslararası sistemi de bu doğrultuda şekillendirmişlerdir. Westfalya antlaşmasını takiben 1789 Fransız ihtilalı ile birlikte ulus devlet olgusu iyice şekillenmiştir. Ulus devlet anlayışına göre devletler artık imparatorluklar dönemindeki çok etnikli ve çok kültürlü yapılarının aksine, belli bir etnik kökene dayalı ve daha mikro kültürleri içeren

yapılara kavuşmuşlardır.248

Söz konusu yapının dünya siyasetinde hüküm sürmesi ise Dürzîler gibi topluluklar için geleceğe dair avantajlar getirmiştir. Zira parçalanan imparatorlukların içerisinden uluslararası politikaya aktör olacak çok sayıda yeni devletler ortaya çıkmıştır. Fakat yeni devletler olarak ortaya çıkmaları imparatorlukların dağılmasının hemen ardından yaşanmamıştır. Bu durum hegemon devletlerin hükümranlık kurdukları devletler üzerindeki hâkimiyetlerinin sarsıldığı zaman dilimi olan İkinci Dünya Savaşı’na dek sürmüştür. Söz konusu yeni düzende iki safhalı bir durum yaşanmıştır. Birinci safhada hegemon büyük güçlerin parçaladıkları imparatorluk topraklarında hüküm sürdüğü manda dönemi yaşanmıştır. İkinci safhada ise sömürgelere bağımsızlıklarını verdikleri ve onları dolaylı olarak kendi etki alanlarında bıraktıkları bağımsızlık dönemi olmuştur. İkinci dönem 20. Yüzyılın kabaca ikinci yarısından itibaren yaşanmış ve bağımsız ülkelerin genelinin ardıncılık uygulayarak uluslararası sistemin bir

parçasını oluşturdukları dönem olarak ön plana çıkmıştır.249

247 Fitzgerald, 1994: 697-725. 248 Rowen, 1961: 53-56. 249 Fisher, 1998: 129-170.

İlk safhada Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Osmanlı İmparatorluğu’nun Ortadoğu’daki toprakları iki hâkim güç arasında Sykes-Picot Antlaşmasıyla paylaşılmıştır. Birinci Dünya Savaşı’nın ikinci yılında Birleşik Krallık, Fransa ve Rusya arasında imzalanan antlaşmaya göre Rusya’ya kuzeydoğu Anadolu topraklarının büyük kısmı vaat edilirken, Dürzîlerin bulunduğu Ortadoğu toprakları ise Birleşik Krallık ile Fransa arasında

paylaşılmıştır.250

Yukarıda bahsettiğimiz üzere imparatorluklar çağının sona ermesiyle etnik milliyetçiliğin yükseldiği bir dönem olmasından ötürü Osmanlı’nın Ortadoğu topraklarında çoğunluğu oluşturan yerel Arap unsurlar, bağımsızlık mücadelesi için Birleşik Krallık ve Fransa ile antlaşma yoluna gitmeye çalışmışlardır. Ortadoğu’nun Kuzey Afrika haricindeki bu bölgede aslında 19. Yüzyılın sonlarından itibaren Birleşik Krallık ile Fransa’nın güç mücadelesi yaşanmıştır. Söz konusu mücadelede iki devlet aralarında kısmen anlaşmaya vardıkları zaman Osmanlı İmparatorluğu bu iki büyük gücü dengelemek için Avrupa’nın diğer büyük gücü olan Almanya ile müttefik olma yoluna gitmiş ve Birinci Dünya Savaşı’na

katılmıştır.251

Birleşik Krallık ve Fransa 19. Yüzyıldan itibaren Amerikalı denizci ve stratejist Alfred Mahan’ın söylediği gibi deniz güçlerini arttırmış ve deniz yollarına hâkim olmuşlardır. Deniz yollarına hâkim olmalarıyla birlikte dünya ticaretini ve güvenliğini denetim altına almışlardır. Bunun yanında keşfedilmemiş alanları sömürgeleştirerek kendilerine hem hammadde kaynakları bulmuşlar, hem de buldukları bu hammadde kaynaklarıyla sanayilerini kurup kalkınıp avantaj elde etmişler ve ürettikleri malların pazarları olarak da sömürdükleri toprakları kullanmışlardır. Batılı bu iki gücün söz konusu stratejisi temelde denizlere hâkim olmalarıyla gerçekleşmiştir. Avrupa’nın Batısındaki bu iki güce yetişmek isteyen Almanya ve İtalya ise denizlerde, coğrafi konumlarının verdikleri dezavantaj dolayısıyla hâkimiyet kuramamıştır. Bu dezavantajdan ötürü hem yeterli hammadde elde edebilecekleri kaynaklara ulaşamamışlar hem de sanayilerini kurmalarına rağmen Birleşik Krallık ve Fransa’ya karşı

rekabet edememişlerdir.252

Almanya, Batı bölgesinde Atlantik çıkışının Fransa ve Birleşik Krallık tarafından kapatılmasından kaynaklı jeopolitik sıkışmışlığını doğusuna doğru genişleyerek telafi etmek istemiştir. Doğusunda ise iki güç bulunmaktadır. Bunlar Rusya ve Osmanlı İmparatorluğu’dur. Söz konusu iki güçten aslına bakıldığında ikisi ile birden güç dengesini kurabilmiş olabilmesi Almanya’ya başarı getirebilecekken Rusya’nın Osmanlı yönüne doğru

250

McTague, 1982: 100-112.

251 Tanenbaum, 1978: 1-12.

yayılma hevesini iyi değerlendiren Fransa-Birleşik Krallık ittifakı Rusya’yı yanlarına çekip 3’lü bir ittifak oluşturmuşlardır. Bu ittifak Almanya’yı yalnız bırakmış ve Osmanlı’yı da bu bağlamda görece güçsüz kalan tarafta olmaya zorlamıştır. Bu bakımdan konumuz olan Dürzîlerin de Arap etnik kimlikleri üzerinden ilk kez Osmanlı’ya karşı hareketlerinin ortaya çıkmasına kaynak teşkil etmiştir. Bu bağlamda Osmanlı’nın Ortadoğu bölgesinde olan ayrılık taraftarı tüm unsurlar, doğal olarak Birleşik Krallık-Fransa ittifakının tarafında yer almışlardır. Birinci Dünya Savaşı sırasında imzalanan Sykes Picot antlaşmasının temelinde yatan ittifak oluşumu bu çerçevede değerlendirilebilir. Rusya’nın Birinci Dünya Savaşı sırasında yaşadığı devrim ve savaştan çekilmesi Sykes Picot Antlaşmasının yalnızca iki

tarafının kalmasına neden olmuştur.253

Tablo 3.1 Birinci Dünya Savaşı 1914 - İtilaf Devletleri

Ülke Nüfus(milyon) GSMH(Milyar Dolar) Alan(Milyon km2)

Birleşik Krallık 46 226.4 0.3 Fransa 39.8 138.7 0.5 Rusya 173.2 257.7 21.7 Britanya Kolonileri 380.2 257 13.5 Fransız Kolonileri 48.3 31.5 10.7 Toplam 687.5 911.3 46.7

Kaynak: Stephen Broadberry, Mark Harrison, “The Economics of World War I: A Comparative Quantitative Analysis”, Journal of Economic History, Cilt 66, No 2, 2006, s 514.

Tablo 3.2 Birinci Dünya Savaşı 1914 - İttifak Devletleri

Ülke Nüfus(milyon) GSMH(Milyar Dolar) Alan(Milyon km2)

Almanya 67 244.3 0.5

Avusturya-Macaristan 50.6 100.5 0.6

Osmanlı Devleti 23 25.3 1.8

Alman Kolonileri 10.7 6.4 3

Toplam 151.3 376.5 5.9

Kaynak: Stephen Broadberry, Mark Harrison, “The Economics of World War I: A Comparative Quantitative Analysis”, Journal of Economic History, Cilt 66, No 2, 2006, s 514-515.

İttifak kuramlarının da öngörebildiği üzere Birinci Dünya Savaşı’ndan toplam gücü daha fazla olan Birleşik Krallık-Fransa ittifakı galip ayrılmıştır. Birinci Dünya Savaşı’nın galip tarafının Birleşik Krallık ve Fransa ittifakının olmasından dolayı Osmanlı parçalanmış ve birinci safha olarak adlandırdığımız, iki büyük gücün Ortadoğu’yu sömürgeleştirdiği evre başlamıştır.

Dürzîlerin bulunduğu Cebel Dürüz bölgesi ise Fransa ve Birleşik Krallık sömürge topraklarının kesiştiği noktada kalmıştır. Dürzî nüfusunun çoğunluğunu oluşturduğu bölge

253

Fransızların hüküm sürdüğü, günümüz Lübnan ve Suriye içerisinde kalmıştır. Birleşik Krallık topraklarında kalanlar ise günümüzde İsrail topraklarında yaşayan Dürzîleri oluşturmuştur. Bu bakımdan iki ayrı gücün topraklarında bölünmüş vaziyette kalan Dürzîler kısmi bir toplumsal kopuş yaşamışlardır.