• Sonuç bulunamadı

Cumhuriyet Öncesi Dönemde Türk Resim Sanatında Bunalım İzleri

I. BÖLÜM

3.1. Cumhuriyet Öncesi Dönemde Türk Resim Sanatında Bunalım İzleri

XIX. yüzyıldan XX. yüzyılın ilk yarısını kapsayan dönem, dünya genelinde toplumsal ve ekonomik değişimlerin en yoğun şekilde yaşandığı bir süreci teşkil eder. Sanayi Devrimi ve Fransız İhtilali’nin sonuçları dünyevi her türlü ilişkiyi kökünden etkilemiştir. Bu değişime merkez teşkil eden Batı’nın yanında, bu gelişmelerin dışında kalan çevreyi de ister istemez bu sürecin dönüştürücü yapısına dâhil etmiştir. Doğa, birey, bilim vb. birçok alanı etkileyen bu süreç kendini en üst düzeyde toplum ve devlet kurumlarındaki değişimde göstermiştir (Keyman, 2001: 17). Osmanlı Devleti’nin bu değişim sürecinde ekonomik bunalımın yaşamasının en önemli sebeplerinden biri, devletçilik rejiminin özelliğini yitirmeye başlamasıdır. Devletin savaşlardan yenik çıkmasının etkisiyle, toprak kayıpları yaşanmıştır bu da gelirinin zayıflamasıyla ekonomik ve sosyal yapı da bunalımlar yaşanmaya başlanmıştır. 1699 Karlofça ve 1718 Pasarofça Anlaşması’yla başlayan büyük toprak kayıpları, Osmanlı Devleti’nin kültürel, sosyal, siyasi, ekonomik, askeri ve sanatsal alanlarda birçok değişime yol açmasına neden olmuştur. Osmanlı Devleti XVIII. yüzyıl başına kadar, dünyanın en güçlü devletlerinden biri olarak, siyasi olarak “nizam-ı âlem”, ekonomik olarak “iaşecilik” sistemi ile yönetilmiştir. Önceki yüzyılda batı dünyasında üretim, toprak ve ticaret rejiminin değişmesiyle iktisadȋ, askerȋ, idarȋ ve bilim kurumlarındaki merkantilist-kapitalist-emperyalist-pozitivist eksenli değişimlere “nizam-ı âlem” gereği temkinli yaklaştığından bu alanlarda gerilemeye başlamıştır. Osmanlı özellikle sanayide gelişemeyip devletin maliyesi gerilemeye başlamış bu durum ekonomide, dışa bağımlılığı ve enflasyonu meydana getirmiştir. Devletin hazinesinde sermaye birikiminin durması ekonomide bunalımların yaşanmasına sebep olmuştur. Bunalımlar yaşayan devlet, varlığını sürdürebilmek için Batının üstünlüğünü kabul ederek, Avrupalı devletlerden yararlanma ihtiyacı duyarak birçok ıslahat yapar. İlk ıslahat girişimleri askerȋ alanda olmuştur.

Reformların ilk yıllarında, devletin büyükleri değişimin ekonomik ve toplumsal yönden olması gerektiğini kavrayamadıkları ve Avrupa’daki yeni siyasi sistemi derinlemesine incelemeye gerek duymadıkları için tepeden inme devlet tedbirleri şeklinde kurumsal reformlar yapmaya yeterli görmüşlerdir. Bu yüzden, XVIII. yüzyılda girişilen ıslahat hareketleri bireysel, yukarıdan aşağı ve kısmi özelliklere sahiptir. Reform yapılan alanlarda da kitle tabanı bulunamamış, yenilikleri kavrayan ve destekleyen bir kamuoyu yaratılmamıştır. (Aktaran: Pekünlü, 2004, 17).

Bunalımların sonucunda askerȋ alanda Batılılaşma isteği, Batı tarzı eğitim veren askerȋ okulların kurulmasını doğurmuştur. Mühendishane-i Berri Hümâyun (1795) (Kara Mühendishanesi) ile Mekteb-i Harbiye (bugünkü Kara Harp Okulu) (1874) gibi askerȋ mühendislik okulları açılmıştır. Bu okullarda haritacılık ve teknik resim gibi alanlarda, yeni resim uygulamaları öğretilmeye başlanmıştır. Perspektif, ışık-gölge gibi teknikler, resim eğitimi programı içerisinde yer almıştır. Bu amaçla batıya ilk öğrenciler gönderilmiş ve ayrıca bu yeni okullara yabancı öğretmenler getirilmiştir. Batı tekniğini kullanarak resim yapan ilk önemli ressamlarımız; 1834 ve 1835 yılında Avrupa’ya gönderilen Mühendishaneden Hüsnü Yusuf Bey ve Ferik İbrahim Paşa, Harbiyeden Ferik Tevfik Paşa’dır. Bu yüzyılın sonlarına doğru plastik sanatlar eğitimi alanında en önemli atılım “sanat okulunun” kurulmasıdır. Sanayii Nefisenin (daha sonra Güzel Sanatlar Akademisi, bugün Mimar Sinan Üniversitesi) 1860 yılında başlatılan kuruluş hazırlıkları, 1883 yılına kadar sürmüş, özellikle 1877- 78 Türk-Rus Savaşı bu hazırlık döneminin uzamasına yol açmıştır. 1883’de kurulan okul resim, heykel ve mimarlık gibi üç dalda yirmi öğrenci ile öğretime başlamıştır. Sanayi-i Nefise’nin ilk yöneticisi, okulun kurulması için çok çaba harcayan Osman Hamdi Bey olmuştur (Aktaran: Akgül 2014, 51).

Osmanlı İmparatorluğu'nun büyük bir bunalım içinde bulunduğu son zamanlarında, ressam Hasan Rıza, eski dönemlerin başarılı savaşlarında, içinde yaşadığı toplumun rüyasını görmüş ve resmetmiştir. Deniz ressamları olan Süvari teğmeni ressam İhsan (1889-1906) ve Kaymakam İsmail Hakkı (?-1937) da, boyadıkları büyük silahla gemilerin savaşlarıyla ilgili resimlerde, artık hiçbir gücü kalmamış olan devletin ve halkın özlemi içinde olduğu bir rüyayı sunmuşlardır. Rüya ve özlem sahnelerini resmeden İhsan ve İsmail Hakkı, duygulu çalışmalarıyla âdeta

kendilerini çöken bunalımdan koruyor gibiydiler (Turani, 2017, 671).

XX. yüzyılın başlarında, Osmanlı Devleti siyasi ve ekonomik olarak çıkmaza girmiştir. Batılı ülkelerin siyasi ve ekonomik kıskacına giren ülkenin düzlüğe çıkması için toplumun kimi kesimlerinden “meşrutiyet” ilan edilmesi için baskı yapılmış ve II. Meşrutiyet 1908 yılında ilan edilmiştir. Bu Osmanlı’nın siyasi tarihi açısından önemli bir gelişme olmuş, aynı zamanda Türk resim sanatının seyrine yeni bir yön verecek olan bir kuşağın etkin olacağı bir sürecin başlangıcını da işaret etmiştir. Yeni bir girişimcilik ruhu ortaya çıkmıştır. Bunun sanat alanındaki yansıması, bir grup genç ressamın kurduğu “Osmanlı Ressamlar Cemiyeti” olmuştur (Aktaran: Akdaş, 2011, 27).

II. Meşrutiyet’in takip eden yılları içerisinde, seçilen öğrenciler Sanayi-i Nefise’nin bursu ile bir kısım genç ressamlarda kendi olanaklarıyla yurt dışına çıkmaya başlamıştır. Yurtdışına giden öğrenciler, 1914 yılına kadar Paris'te kalmışlardır. Bu arada, Sanayi-i Nefise Mektebi ilk açıldığı yıllarda maddi ve manevi açıdan birçok bunalımlar yaşamıştır. Resim ve heykelin hoş karşılanmadığı o dönemlerde Hikmet Onat’ın, Nurullah Berk’e anlattıklarına göre, verdiği eğitimin içeriği yüzünden beğenilmeyen okulu, bir grup basmış, resimleri yırtmış ve heykellerin bellerine peştamal bağlamışlardır. Yine aynı tarihlerde, her gün aynı tip modeller üzerine çalışan öğrenciler, çingene mahallesinden bir genç kızı modellik için getirmişler fakat bu duruma çok kızan Osman Hamdi Bey, “ülke henüz bunlara hazır değil” şeklinde sözleriyle tepkisini ortaya koymuştur (Berk, Gezer, 1973, 18).

1914’te Birinci Dünya Savaşı’nın, tüm Avrupa’da olduğu gibi Osmanlı İmparatorluğu’nun da sosyal, siyasal, kültürel, ekonomik yaşamı üzerinde derin etkileri olmuştur. Türk resim sanatı için en önemli sonucu ise batılı ülkelerde resim öğrenimi için bulunan genç Türk sanatçılarının savaş nedeniyle topluca Türkiye’ye geri dönmek durumunda kalmaları ve bunun sonucunda Türk resim sanatında yeni bir dönemin başlamış olmasıdır (Aktaran: Çelik, 2009, 30).

Yurda geri dönen sanatçılar kendilerine 14 Kuşağı adı vermişlerdir. Kurucuları İbrahim Çallı, Feyhaman Duran, Hikmet Onat, Avni Lifij, Nazmi Ziya Güran, Namık İsmail ve Ruhi Arel adlı sanatçılardır. Bu sanatçılar savaşın başlamasıyla yurda dönüp, yabancı hocalardan almış oldukları akademik eğitimi benimsemeyip kendilerini daha özgün ifade edebileceklerine inandıkları “İzlenimci” akımı

benimseyerek Türk resim sanatına yeni bir heyecan getirmişlerdir. Kimi kaynaklarda

Çallı Kuşağı olarak da adlandırılmaktadırlar. Bir kısmının orduya alındığı Birinci

Dünya Savaşı döneminde sanatçılar, sanat malzemelerinin bulunması ve alınmasında sıkıntı çekmekteydiler. Yapılan eserlerin bir kısmını devlet satın almaktaydı lâkin buna rağmen tekrardan malzeme almak için yeterli bir ekonomik güce sahip değillerdi. O dönemde yaşam koşullarına bağlı olarak toplumun güzel sanatlara ilgisi azalmış ve beğenisini kazanmak daha da zorlaşmıştı. Artık günlük hayatın içine girmiş olan savaş nedeniyle toplumsal bunalımlar görülmektedir. Ressamlar eserlerinde, Birinci Dünya Savaşı’nın fiziksel ve ruhsal bunalımlarını hissederek, Türk ordusunun cephedeki savaş hallerini, askerlerin birbirlerine destek olmasını, savaş acısını, Atatürk ve yakın silah arkadaşları vb. gibi konuları ele almışlardır. Böylelikle, Birinci Dünya Savaşı’nın buhranından doğan bunalımın o dönem sanatçılarının eserlerine yansıdığını görmekteyiz. Amaç, savaş acısını, yıkıcılığını, bunalımını aksederek millîlik ruhunu kuvvetlendirmeyi ve savaşın nasıl zor şartlarda kazanıldığını belgelemektir.

Ali Cemal, Yaralı Asker, Yaralı Düşman Askere Yardım Eden Türk Askeri,

Vatan Savunması ve birçok eserinde savaşın bunalımında Türk askerlerinin

kahramanlığını resmetmiştir. Ali Avni Çelebi, Dışavurumcu etkisiyle yaptığı Yaralı

Asker resminde Türk askerlerinin düşmana karşı birbirleriyle dayanışmasını

göstermiştir. Halil Dikmen’in İstiklal Savaşında Mermi Taşıyan Kadınlar yapıtında ayrım yapılmaksızın her kesimden insanın -kadınlar ve çocuklar da dâhil- işgalden kurtulmak için el ele verdikleri resmedilmiştir. Savaş Alegorisi, Karagün, Akgün vb. eserlerinde kullanmış olduğu renklerle savaşın karanlık, kanlı ve bunalımlı yüzünü bizlere gösteren Hüseyin Avni Lifij’dir. İbrahim Çallı, Yaralı Asker, Kurtuluş

Savaşı’nda Zeybekler, Türk Topçuları, Gece Baskını vb. eserlerinde kullanmış

olduğu İzlenimci renklerle ve sağlam deseniyle Türk askerlerinin kahramanlıklarını göstermiştir. Savaş döneminde Kafkas cephesinde görev alan Namık İsmail, gözlemlerini savaş sonunda tuvallere, Kurtuluş Savaşı’nda Topçular, Vatan Emrederse ve Asker konulu birçok eserinde savaşın acılı ve bunalımlı yüzünü

resmetmiştir. Bunun dışında cephede bulunan diğer bir sanatçımız Ali Sami Yetik’tir. Savaş alanında yapmış olduğu eskizlerle savaş sonunda, Doğu

görmekteyiz. Zeki Kocamemi, Mekkâre Erleri vb. izlenimlerini tuvallerine aktarmıştır. 1914 Kuşağı sanatçılarının “savaş temalı” özel etkinlik çabaları, Enver Paşa'nın talimatıyla İstanbul Şişli'de kurulan ve Şişli atölyesi olarak bilinen atölye çalışmaları dâhilinde olmuştur (Başkan, 2017, 247). Bu resimlerde Birinci Dünya Savaşı’nın yaşatmış olduğu ruhsal bunalımı Dışavurumcu, İzlenimci gibi anlatım farklılıklarıyla anlatmaya çalışmışlardır.

Görsel-31: Ali Cemal, “Yaralı Asker”, 1917, TÜYB, (“Sanal”, 2018).

Görsel-33: Halil Dikmen, “İstiklal Savasında Mermi Taşıyan Kadınlar”, 1933, TÜYB, Ankara Devlet Resim ve Heykel Müzesi, (“Sanal”, 2018).

Görsel-34: Hüseyin Avni Lifij, “Savaş Alegorisi”, 1917, 160x200 cm, TÜYB, İstanbul Resim ve Heykel Müzesi, (“Alkan, Kahraman”, 2018).

Görsel-35: İbrahim Çallı, “Gece Baskını”, 173x226 cm, TÜYB, Askeri Müze Resim Koleksiyonu, (“Alkan”, 2018).

Görsel-36: İsmail Namık, “Vatan Emredince”, 1917, TÜYB, 105,5 x 138 cm, (“Sanal”, 2018).

3.2. Cumhuriyet’ten Sonra Türk Resim Sanatında Bunalım İzleri

Birinci Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı’ndan sonra Osmanlı Devleti’nin uzun süren yorucu mücadelesi sona ermiş, Ankara’da, 29 Ekim 1923’de Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde, bağımsız devlet olarak, Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştur. Cumhuriyet’in ilanından sonra askerȋ, siyasi, ekonomik vb. alanlarda başlayan reformların yanında kültürel ve sanatsal alanlarda yapılan yenilikler de dikkat çekmektedir. Mustafa Kemal Atatürk, “Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli kültürdür”,

“Ulusal kültürümüzü çağdaş uygarlık düzeyinin üzerine çıkaracağız” diyerek “yeni

kültür politikasının”, Türkiye’nin çağdaşlaşmasında önemli bir atılım olduğunu belirtmiştir. “Türklüğün unutulmuş büyük medeni vasfı ve büyük medeni kabiliyeti,

bundan sonraki gelişmesi ile geleceğin yüksek medeniyet ufkunda yeni bir güneş gibi doğacaktır” diyerek de çağdaşlaşmayı sağlayacak kültürel reformların dil, din,

eğitim, giyim-kuşam ve sanat gibi birçok alanda toplumun kültürel çağı yakalayabilmesi için sanatsal yapılanmalara yönelik yenilikler yapacağını bildirmiştir. Bu şekilde savaşın yaşatmış olduğu bunalımdan çıkmak için Türk ulusunun moralini yükselterek çağdaş ulus seviyesine getirmeyi hedeflemiştir.

“Güzel sanatlarda muvaffak olmak, bütün inkılaplarda başarıya ulaşmak

demektir. Güzel sanatlarda muvaffak olamayan milletler ne yazık ki, medeniyet alanında yüksek insanlık sıfatı ile yer almaktan ilelebet mahrum kalacaktır.”

Söyleminde bulunan Mustafa Kemal Atatürk, güzel sanatlar alanında ilerlemelerin yaşanacağını bildirmiştir.

Cumhuriyetin ilk yıllarında sanat; devletin refahını gösterebilmesi için başlıca görevlerinden biri olarak kabul edilir. Sanatın devletin himayesi altına alınıp korunduğu, ulusal ve çağdaş bir sanat ortamı oluşturma adına birçok etkinliğin yapıldığı dönem başlamıştır. Köy Enstitüleri, Halkevleri ve İstanbul Resim ve Heykel Müzesi kuruldu. İnkılap Sergileri, Devlet Resim ve Heykel Sergileri, Halkevleri Sergileri, Yurt Gezileri Sergileri düzenlendi. Sanat eğitimi için yurtdışına öğrencilerin gönderilmesi ve muhtelif sergilere eserlerin yollanması sağlandı.

Türkiye Cumhuriyeti’nin yeni bir devlet olarak, neredeyse her kurumda reformlar yaptığı görülmektedir. Savaşın buhranında ressamların zor şartlar altında çalıştığı bir önceki bölümde anlatılmıştır. Bu dönemde ise devletin desteğiyle Türk

resim-heykel sanatının gelişmesi adına birçok yenilikler yapılarak, sanatta ilerlemeler yaşanmıştır. Yeni devlette, yeni bir sanat sahası oluşturularak bunalımın yaşanabileceği durumlar ortadan kaldırılmıştır. Bu süreçte çağdaş Türk resmi, kısa geçmişine rağmen “özgünlük arayışlarının” yoğun olduğu bir süreç içindedir. Bu süreçte özgün kimlik arayışı, kimi zaman batı resim kavramlarını öğrenme formunda, kimi zamansa, tarihsel kaynakların kökenine yönelerek olmuştur (Aktaran: Keskin: 2014, 97).

1939 yılına gelindiğinde İkinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla, dünyayı kasıp kavuran bunalım; siyasi, ekonomik, iş, sanat ve daha birçok alana kadar hemen yerde kendini uzun süre açıkça hissettirecektir. Savaşa katılanlar kadar, savaşa katılmamış olan ülkelerde, hemen hemen her konuda bu bunalımdan etkilenmiştir. Bazı toplumlarda, savaşın yıkıcı etkisi daha fazla hissedilmiştir. Bunlardan birisi de bizim ülkemizdir. Bu süreçte yıpranan ve yıkılan toplumların tekrardan ayağa kalkma çabası Türkiye’de de sancılı bir süreci beraberinde getirmiştir.

İkinci Dünya Savaşı’na katılmayan Türkiye Cumhuriyeti, 1940-1950 döneminde sanat alanında da bunalım yaşamıştır. Türkiye’de tek partili sistemin bitip Demokrat Parti (DP) hükûmetinin iktidar olmasıyla beraber çok partili sisteme geçilmiştir. Bir önceki hükûmet olan CHP hükûmeti kültürel kalkınmayı hedeflemişken yeni kurulan DP hükûmeti, ülkenin ekonomik kalkınmasını hedeflemiştir. İlk yapılandırmaları, tarım ve sanayi alanlarında yapmışlardır. İlerleyen zamanlarda, dıştan gelen yardımlarla beraber, tarımla uğraşan emekçi kesimde refah seviyesi artmıştır. Köy Enstitüleri ve Halk Evleri'nin kapatılması kimi aydınların, DP iktidarının, herhangi bir kültür ve sanat projesi olmadığı iddiasına neden olmuştur. Bu sebepten ötürü, dönemin hükûmetine sert eleştiriler yapılmıştır.

Yeniler Grubu, tam bu yıllarda Türk sanatında yeni bir gelişmeyi hedefleyen ressam birliği adıyla örgütlü bir hareket olarak doğmuştur. Sıcak savaşın yıkıcılığının, acımasızlığının içinde yasayan batılı sanatçılarda Ekspresyonist bir anlayışla toplumsal karmaşayı ve savaşa yenilen insanlık değerlerinin resimlerini yapmışlardır. Türkiye’de de Yeniler Grubu resim sanatına toplumsal gerçekçi resimler katmış ve kendilerine konu olarak toplumun alt kültürlerinin katmanlarını seçmişlerdir. İşçiler, yoksullar ve toplumun diğer bastırılmış kimliklerini gerçekçi bir anlatımla tuvallerine taşırlar. Grup

aynı zamanda evrensel boyutlara ulaşmanın vazgeçilmez koşulunun çağdaşlık olduğunu fakat bu aşamada ulusal kimliğinde belirgi kılınması gerektiğini belirtmiştir (Aktaran: Limon, 2008, 55,56).

1950’li dönemlerde, devletten istediği desteği alamayan sanatçılar, sergilerini o dönem içinde bulunan yabancı hükûmetlerin konsolosluklarında ve kültür merkezlerinde açmışlardır. Sanatçılar, kendi çabalarıyla bu bunalımlı süreçte dernekler açarak halkı sanatla buluşturmak istemişlerdir. Türk ressamların açtığı dernekler; Sanat Severler Cemiyeti (1950), Sanat Dostları Derneği (1951), Helikan Sanat Derneği’dir (1952). Bu şekilde bunalımlı sürecin etkisi yavaş yavaş atlatılmaya çalışılmıştır. Dönemin sanatçıları, işledikleri konuları değiştirerek yeni üslup arayışına girmişlerdir. Bireyselleşme yolunda yeni atılımlar yapıp tek bir atölye ve grup olgusundan sıyrılmaya çalışmışlar, birden fazla üslubun ortaya çıkmasına zemin hazırlamışlardır.

Bunu en iyi ifade eden yazarlardan olan Yaman şu şekilde söylemiştir: “1950 sonrasında üç eğilim öne çıkmaktadır. İlki, Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nin sürdürdüğü akademik Kübizm olup bu yıllarda, kendini doğu-batı birleşimi şeklinde tarif etmiştir. İkincisi, Akademi eğitimine karşı söylem gerçekleştiren gençlerin oluşturduğu “soyut sanat” savunucuları ve son olarak köylülüğün kent ortamında kabul görmesi ile sonuçlanan “köylü gerçekçiliği” denilebilir. Sanat ortamını belirleyen ve gündemi oluşturan ana söylem “Soyut Sanat” üzerine odaklanmaktadır (Yaman, 1998: 100-101).

1950’den sonra toplumsal, bireysel, kurumsal ve kültür alanlarında yaşanan başkalaşım ve uzay-zaman kavramlarının değişmesi, sanat yaratımına da yeni bir yön vererek; şimdiye dek yaşanmadığı kadar, sanatsal ifade alanı zengin, bir yaratıcılık alanına dönüşerek estetik ifade de dil bütünüyle değişime uğrayacaktır (İnal, 2006: 57).

1950’li yıllar, Türk sanat ortamında köktenci bir başkaldırı ve bireysel bir karşı duruş isteğinin süreci olarak değerlendirilebilir. DP iktidarıyla güçlenen özgürlük havası içinde, İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nin devlet adına yönlendirdiği, “ilerlemeci” sanatsal hiyerarşi sorgulanıyor, Akademi dışı

oluşumlar, naif sanatçılar seslerini duyuruyordu. İlerleyerek, batılı sanatçılarla aynı düzlemde olmayı isteyen Akademi anlayışı yerine ulusal, yerel ve bireysel yaklaşımları öne çıkaran, çoğulcu, karmaşık, karşı duran bir sanatçı çeşitliliği oluşuyordu. 1950’lerle başlayan sanatsal çeşitlenme, artan kişisel sergiler, gündemi belirleyen soyut/non-figüratif tartışmaları, sanatçılara ilk kez gelenekle bir başka biçimde hesaplaşma, geçmiş kültürleri gözden geçirme olanağı vermiştir (Yasa-Yaman, 1996: 131).

1950 öncesinde ülkemizin resminin figür algısı, Cumhuriyet öncesi ve sonrası çeşitli grup kapsamında Batı sanat formlarından hareket eden, kalıplara dayalı bir algı ile ressamlarımızca değerlendirilmiş, ülkemize özgün diyebileceğimiz bir gelişim ortaya koyulmamış, sadece resim üretilmesine neden olmuştur. 1950 öncesi, figür resmimize “tamamen Batılaşmış bir figür hâkimdi.” demek doğrudur. 1950 sonrasında ise, ağırlıklı olarak köklerimizde bulunan soyut ve metafizik değerlerin fark edilmesiyle soyut-soyutlamacı ataklar kuvvetle devreye girmiştir (Eroğlu, 2015: 116-117).

1950’lerin sanattaki en önemli gelişmesi, “soyut sanat” ya da “non- figüratif/figürsüz” eserlerin üretimi olmuştur. Erol Akyavaş, Burhan Doğançay, Asım İşler, Zeki Faik İzer, Mübin Orhan, Abdurrahman Öztoprak, Güngör Toprak, Ömer Ulaç vd. sanatçılar, soyut sanatın etkisine kapılanlardır. Bu durumun yanı sıra, soyut sanatın gelip geçer bir akım olduğunu savunan sanatçılarda bulunmaktadır. Malik Aksel, Mahmut Cuda, Ali Avni Çelebi, Zeki Kocamemi, Edip Hakkı Köseoğlu, Turgut Zaim gibi sanatçılar kendi üsluplarıyla eser üretenlerdir. Bu dönemde figüratif resimler, hâlâ geçerliğini korumaktadır.

Görsel-37: Ömer Ulaç, “3 Arkadaş”, 1960, TÜAB, (“Sanal”, 2018).

1950’li yıllarda, bunalım yaşanmasına zemin hazırlayan etkenler: Her iki dünya savaşının yıpratıcı izlerinin hâlâ yaşanması, halkın ekonomik bunalım yaşaması, dönemin hükûmeti tarafından, kültür ve sanat alanında yeni yapılanmaya gidilmemesidir. Dönemin sonlarına doğru sanayileşmenin etkisiyle köyden kente göç yaşanmaya başlamıştır. Kentte düzensiz ve yoğun yerleşimlerin artması, 1960’larda etkisi hissedilecek olan çarpık kentleşmeye zemin hazırlamıştır.

27 Mayıs 1960’ta, Demokrat Parti iktidarı askerȋ darbe ile indirilmiştir. Askerlerin yönetime el koymalarının en önemli gerekçesi, ekonomik bunalımın yaşanmasıdır. Askerȋ darbeden hemen sonra sanatçılar, refahı artmış yaşama ve daha özgür alana sahip olacaklarına inanmışlarsa da askerȋ yönetimin baskısına maruz kalmışlardır. Hatta bazı sanatçılar yaptıkları resimlerden dolayı tutuklanmışlardır. Darbecilerin kontrolünde hazırlanan 1961 Anayasası, 9 Temmuz 1961’de halkoylamasına götürülerek yeni anayasa büyük oy çokluğuyla yasallaşmıştır. Bu anayasa ile birçok yeni değişikliğe gidileceği iddia edilmiştir. 1960’larda devlet-sanat ilişkileri, sanat sorunları, sanatçının hak ve özgürlükleri yeniden tartışılır olmuş,

sanatçıların desteklenmesi, sanatın yaygınlaşması, Türk sanatının dışa açılması gibi konuların çözüme kavuşması yönünde talepler, öneriler dile getirilmiştir (Özsezgin, 1986: 97).

1960 darbesinin bireyler ve toplum üzerindeki etkisi derinden hissedilmiştir. Aydın bir kimlik olarak Türk sanatçısı, ülke sorunlarının, demokrasinin doğal akışı içerisinde çözümlenememesinden dolayı ciddi bir özgüven sorunuyla yüzleşmek durumunda kalmıştır. Bunun dışında, yaşanan siyasi ve toplumsal dalgalanmalar, hızlı kentleşme ve gelir dağılımındaki dengesizliklerin biçimlendirdiği farklı yaşam standartları, sanatçıların yeni figüratif anlatım biçimleri geliştirmelerine dayanak olmuştur. 1960’lardan bu yana Türkiye’de, artan toplumsal çelişkiler ortamında, kentleşme olgularının yarattığı dramatik gerilim, sanatçıların yeni figüratif ifadeci keskinlikler aramalarına yol açan itici güç olmuştur (Tansuğ, 1993: 298).

1960’larda sanatçılar, devlet imkânlarıyla, yurt dışında düzenlenen birçok bianele katılmışlardır. Türkiye’de sanatçılar için gezici sergiler düzenlenmiştir. 1960