• Sonuç bulunamadı

Montesquieu'ya göre, kutuplara doğru yaklaşıldıkça alkollü içkilerin kullanım oranı artmakta ve ekvatora doğru yaklaşıldıkça ise suçluluk oranlarında bir artış olmaktadır. Quetelet ise, kişiye karşı işlenilen suçların sıcak mevsimlerde ve güneye doğru gidildikçe arttığını, bunun karşılığında soğuk mevsimlerde ve kuzeye doğru gidildikçe ise mülkiyet ve mala karşı işlenilen suçlarda sayıların artış gösterdiğini ifade etmiştir. Bu durumu da yasa haline dönüştürerek “suçluluk hakkındaki ısı kanunu” olarak isimlendirmiştir (Dönmezer, 1994:158-160).

Coğrafi ekolün temel uğraş konusu; ikilimle, işlenen suçlar ve karşılığında verilen cezaların ilişkisidir. Toprak verimliliğine, sıcaklık ve soğukluk değerlerine, yağan yağmur miktarına, tabii kaynakların çokluğuna ve çeşitliliğine vb. coğrafi nedenlerle suçu izah etmeye çalışmışlardır. Bu düşünürler, coğrafi faktörlerin insan davranışları üzerinde çok önemli etkiler yaptığını ileri sürmektedir (Gürkan, 1994:119).

3.2. Biyolojik Teoriler

Biyolojik suç teorilerine göre suçun oluşumuna sebebiyet veren şey, insan biyolojisinde meydana gelen çeşitli patolojik durumlardır. Tarihi gelişim sürecinde değerlendirildiğinde, başlangıçta biyolojik teoriler suça sebebiyet veren anormalliği insanların dış görünüşlerine bakarak anlamaya çalışmıştır (Dolu ve diğerleri, 2012:43).

Ortaçağ kanunları, suçun şüphelileri arasında en çirkin olanını aynı zamanda suçlu olma ihtimali en yüksek kişi olarak belirtiyordu. Tarihsel süreç içinde birtakım şekil bozuklukları ve fiziksel özelliklerin kişinin “şeytani” niteliklerini gösterdiğine inanılmaktaydı (İçli, 2004:60).

Suçluların dış görünüşlerinin öteki insanların dış görünüşlerinden farklılık gösterdiğini savunan bu teoriler, suç işlemiş insanların suç işlemeyen insanlara oranla biyolojik olarak daha geri olduklarını ileri sürmüştür. Bu düşünceler, sonralarda, “Evrim Teorisi” ile birleşmiş ve bilhassa Lombroso ile doruk noktasına ulaşmıştır. Bu anlayış kapsamında suç işlemiş insanlar evrimini tamamlayamamış “insanımsı hayvanlar” olarak görülmüştür. Bu bakış açısı ile suçlular, evrimleşme sürecinde varmaları gereken seviyeye ulaşamamış, “doğuştan suçlu” olarak görülmüş ve “atavistik adam”lar olarak değerlendirilmiştir. Daha sonrasında suça sebebiyet veren

36

şeylerin kuşaktan kuşağa aktarıldığı fikri ağırlık kazanmıştır. Böylelikle aileler araştırılmaya başlanmış ve suçun ileriki kuşaklara aktarılıp aktarılmadığı alan araştırmalarıyla ölçülmüştür. Suçun genetik bir nitelik olduğu düşüncesi gen çalışmalarıyla çok daha güçlenerek, DNA yapısının bulunması ile suç ve kalıtım ilişkisini inceleyen çalışmalar daha da ilgi çekici bir hal almıştır. Aileler üzerinde yapılan çalışmaları evlatlıklar üzerindeki çalışmalar takip etmiş, sonrasında ise ikizler üzerine çalışmalar yapılmıştır. Suçun sebeplerini insan genlerinde bulmaya çalışan araştırmaları insan beynine ilişkin yapılan araştırmalar takip etmiştir (Dolu ve diğerleri, 2012:43).

Bilim insanları, 1950'li yıllara kadar, bedensel özelliklerin insan davranışlarını belirlediği varsayımıyla, farklı karakterlerin tasnifini yapmıştır. Beden yapısıyla karakter özellikleri arasındaki ilişkileri sistemleştirerek ele alan prenoloji (kafatası bilimi), bunların içinde en sistematik olanıdır. Franz Gall tarafından prenolojinin bilimselliğine yönelik mahkûmlar ve akıl hastaları üzerinde araştırmalar yapılarak onların kafatası şekilleri ile kişilikleri arasında ilişkiler kurmaya çalışılmıştır. Gall'e göre kişiliğe ilişkin birtakım fonksiyon ve özelliklerin insan beyninde belli merkezleri bulunmaktadır ve bu merkezlerin gelişmişliği, bu fonksiyon ve özelliklerin de güçlü olması biçiminde anlaşılmaktadır. Beyindeki bu merkezler kafatasını etkileyerek kafatasında girinti ve çıkıntılara yol açmıştır. Bu girinti ve çıkıntılar incelenerek karakter yapısıyla ilgili bilgi sahibi olmak mümkün olabilir. Buna göre kafatasının arkasındaki çıkıntılar maddi zevklere düşkünlüğe, alnın üst kısmının çıkıntılı olması ise servet ve mülkiyet düşkünlüğüne işaret etmektedir. Gall’e göre:

1) Düşüncenin merkezi beyindir,

2) Beynin değişik bölgeleri farklı davranışları yönlendirmektedir,

3) Beynin göreceli daha önemli bölümleri diğer kısımlarından daha büyük bir yapıdadır,

4) Kafatası beynin dış yüzeyini kaplamakta ve aynı zamanda kafatasında anlamlı çıkıntılar oluşmaktadır (İçli, 2007:77).

Suça sebebiyet veren şeyi, insan beyninde oluşan çeşitli patolojilerle ilişkilendiren bu araştırmalar, beyinde ortaya çıkması olası fiziksel bozuklukların davranışlarımızda önemli etkiler oluşturacağını söylemektedir. Bu konuda yapılan saha çalışmaları da beyin hasarlarıyla saldırganlık ve şiddet içerikli davranışlar

37

arasında dikkate değer bir ilişki bulunduğunu ortaya koymaktadır (Dolu ve diğerleri, 2012:43).

İlerleyen zamanlarda beyin kimyasıyla ilgili çalışmalar yapılmış ve hormonel durumların da beyindeki fiziki zedelenmeler kadar davranışlarımızı etkilediği görülmüştür. Dopamin, serotonin ve testosteron benzeri birtakım hormonların birey davranışı üstündeki tesirlerine ilişkin testler yapılmış ve bunların etkileri araştırılmıştır. Dopamin hormonunun artışı insanların daha tahammülsüz olmasına sebep olurken; serotonin hormonu eksikliği depresyona ve anksiyete bozukluğuna yol açabilmektedir, testosteron hormonundaki artışının ise insanları daha saldırgan yaptığı tespit edilmiştir. (Dolu ve diğerleri, 2012:43).

3.2.1 Beden Yapısındaki Farklılıklara Göre Teoriler

Beden yapısındaki farklılıkları esas alan çalışmalar ilk olarak 16. yüzyılın ilk yıllarında başlamıştır. İlk pozitivistler arasında sayılan Lombroso, Ferri ve Garafalo tarafından benimsenen bu yaklaşımda suçlu kişi bedensel niteliklerine göre tanımlanmaktadır. Söz konusu düşünürler kalın kaşlar ve yassı burun, kalıtıma bağlı olarak görülen geniş elmacık kemikleri biçimindeki fiziki anormallikleri suça meyilli olmanın bir göstergesi olarak değerlendirmişlerdir (Burkay, 2008:7).

Cesare Lombroso, biyolojik suç teorileri denildiğinde ilk akla gelen isimlerden biridir. Lombroso, İtalyan bir doktordur ve literatürde kriminal antropoloji diye bilinen okulun en etkili savunucusudur. Lombroso, üç bin asker ve mahkûm üstünde yapmış olduğu araştırmasında, insanların organlarının ölçülerini almış ve değişik organlar arasındaki oranları ölçmesi sonucunda suçlularla öteki insanlar arasında dış görünüm ve fiziksel yapı olarak farklılıklar olduğunu ileri sürmüştür. Ona göre suçlu kişilerin öteki insanlara nazaran oldukça ilkel bir görünüşleri vardı. Vücutlarının tüylü oluşu çene kemiklerinin geniş olması, kıvrık burun, kuvvetli köpek dişleri, çıkıntılı elmacık kemikleri ve uzun kollar suçluların diğerlerinden ayrılmasını sağlayan en temel niteliklerdi (Dolu ve diğerleri, 2012:36).

Lombroso, hırsızlık ya da mükerrer soygun ve ciddi suçlarla bağlantılı suçları işleyenlerin suçlu olarak doğduklarını, onların suçlu bir hayata itilmesine neden olan fiziksel anormalliklere ise, genetiksel olarak sahip oldukları neticesine varmıştır (İçli, 2007:77). Lombroso'ya göre, “doğuştan suçlu” olarak nitelediği bu insanların

38

bedenlerindeki birtakım bozukluklar onları iradeleri dışında suça yöneltmektedir. Bu insanların en temel özelliği basit suçlarla işe başlamaktansa direkt olarak ciddi suçlara karışmaları ve ahlaki duygularının olmayışıdır (Dönmezer, 1994:85).

Lombroso, yaptığı çalışmasında birtakım insanların sadece dış görünüşünde farklılıklar olduğunu değil, bununla birlikte zekâ seviyesi bakımından da geride bulunduklarını fark etmişti. Lombroso, tüm bu özelliklerin bir araya gelmesiyle, suçluların sanki evrim teorisinde var oldukları savunulan ilkel insanları andırdığını ileri sürdü. “Atavistik Adam” olarak belirttiği bu insanlar, evrimsel süreçte insana dönüşme düzeyine erişememiş, maymun olan atalarına benzeyen gelişmemiş varlıklardı. Aslında Lombroso, evrimsel süreci tamamlayıp insan olma vasıflarını kazananların suça yönelmeleri için herhangi bir neden olmadığını savunmaktaydı. Bu fikirlerle Lombroso, atavistik olarak tanımladığı suçluların vahşi hayvanlar gibi toplumdan uzaklaştırılmalarını ve çok uzun bir süre kapatılarak toplumdan tecrit edilmeleri gerektiğini savunmaktadır. Ancak enteresan bir şekilde, evrimsel süreci tamamlayamadıklarını düşündüğü halde bu kişilerin rehabilite edilerek düzelebileceğine de inanmıştır. Zaman içinde, görüşlerinin eleştirilmesi neticesinde, çevre, iklim, alkolizm, epilepsi, sağırlık ve frengi gibi durumların da suç davranışı üzerinde etkilerinin bulunabileceğini kabullenen Lombroso, o zamana kadar fen bilimlerinin kullandığı bilimsel ve istatistiksel teknikleri kriminoloji çalışmalarında kullanarak Pozitivist Kriminolojinin kuruluşuna öncülük etmiştir (Dolu ve diğerleri, 2012:36).

Lombroso’nun düşüncelerine yönelik en önemli eleştiriler Goring tarafından yapılmıştır. Goring üç bin kişiden oluşan bir örneklem grubuyla beraber bununla birlikte bir kontrol grubunun da oluşturularak yaptığı araştırmasında Lombroso’nun tanımlamış olduğu “fiziksel suçlu” tipiyle karşılaşmamış ve çalışmasının neticesinde suçun babadan oğula genetik yollarla geçmiş olabileceği düşüncesine kapılmıştır (McCaghy, 1976:15).

Lombroso’dan sonraki süreçte, iki İtalyan hukukçu olan Rafael Garafalo ve Enrico Ferri de aynı yönde araştırmalar yaparak Lombroso’nun fikirlerine toplumsal boyut kazandırmışlardır. Bu İtalyan düşünürlerin art arda yapmış oldukları bu çalışmalarının tümü literatürde İtalyan Ekolü olarak adlandırılmış ve 1940’lı yıllara gelinceye kadar etkileri sürmüştür (Dolu ve diğerleri, 2012:36).

39

İtalyan ekolüyle birlikte, Amerika ve Avrupa’dan bilim adamları da anormal ve suçlu davranışların sebeplerini fiziksel özelliklerle izah etmeye çalışmışlardır. Alman psikiyatrist Ernst Kretschmer fiziksel yapı ve karakter özellikleri arasında bir bağın olduğuna inanmaktaydı. Almanya'nın Swabia şehrindeki 260 akıl hastasıyla yapmış olduğu çalışmasında deneklerini beden tiplerine göre; astenik (zayıf), piknik (şişman), atletik (kaslı) ve karma tip olarak dört kategoride sınıflayan Kretchmer, atletik yapıdakilerin şiddet içerikli suçları, şişman yapıdakilerin daha çok hırsızlık, zayıfların ise daha çok cinsel ve ihtiras suçlarını, karma tiplerin ise değişik türlerdeki suçları işleme eğiliminde olduklarını savunmuştur (Lilly ve diğerleri, 1989:35). Buna paralel olarak, Amerikalı bir psikolog olan W. H. Sheldon da, Boston’da bulunan bir rehabilitasyon merkezindeki iki yüz erkek çocukla yapmış olduğu çalışmasında suç ile beden tipleri arasında bariz bir ilişkinin bulunduğunu iddia etmiştir. Kretschmer’in tasnifiyle benzerlik taşıyan bir beden sınıflama modeli oluşturan Sheldon, geliştirdiği sistemdeki değişik beden yapılarını “ektomorfik” (zayıf), “mezomorfik” (atletik) ve “endomorfik” (şişman) olarak isimlendirmiştir. Sheldon çalışmasının sonucunda, suç işlemiş çocukların genellikle atletik yapıda olanlardan çıkmış olduğunu gözlemiştir (Shoemaker, 2000:23–24).

3.2.2. Genetik (Çağdaş Biyolojik) Yaklaşımlar

Genetik teorilerin yaklaşımı genellikle, kromozomlardaki genler aracılığıyla aynen ebeveyn niteliklerinin ve birtakım hastalıkların çocuğa geçmesindeki gibi, biyo-psikolojik ya da gen yapısına dayalı suçlu davranışın sebebinin de genetik niteliklerden kaynaklandığı yönündedir (Soyaslan, 1998:48). Yani suçun sebebi olarak genetik yapı gösterilmektedir.

Çağdaş biyolojik yaklaşımla ilgili araştırmalar incelendiğinde, yapılan çalışmaların genellikle aileler üstünde yoğunlaşmış olduğunu görmekteyiz. Araştırmanın konusunu oluşturan aileler incelendiğinde suç görünümleri ortaya konularak biyolojik manada açıklandığını görmekteyiz. Ayrıca, genetik teorilerin suçlu davranışı açıklamaya çalışırken dikkat çekici olan bir başka husus ise tek ve çift yumurta ikizleri üzerindeki araştırmaları olmuştur. Bu husustaki çalışmaları; davranış ve kişilik üzerinde ortam ve kalıtımın etkilerini açıklama çabasındadır. Bu alanda yapılan çalışmalarda, suç geninin var olduğu, artık kabul edilmektedir. Walsh ve Ellis,

40

insanların suç işlemesini elverişli kılan, onları suç işlemek için uygun hale getiren, insanda birtakım genetik niteliklerin var olduğunu ve bu genetik niteliklerin kuşaktan kuşağa aktarıldığını savunmaktadır (Dolu, 2010:163).

“XYY ya da Süper Erkek Sendromu” : Bilindiği gibi insanlarda 23 çift kromozom bulunur. Bu kromozomlardan ikisi cinsiyeti belirleyen kromozomlardır. Bunlara bakılarak bir insanın erkek veya dişi olup olmadığı anlaşılabilir. X dişi, Y de erkek olanı simgeler. Dişiliğin oluşması için 2 adet X’in birlikte olması gerekliyken (XX), erkeklik içinse X ve Y kromozomlarından birer tanesinin yan yana gelmesi gereklidir (XY). Kısaca, kadınlarda 44+XX, erkeklerdeyse 44+XY kromozom bulunur. Ancak, kimi zaman beklenmeyen durumlar oluşabilir ve erkekliği belirleyen kromozomlarda 44+XYY biçiminde bir anormallik gözlenebilir. İşte, bu iki adet Y kromozomu aynı anda bir insanda bulunuyorsa bu durum “Süper Erkek Sendromu” olarak adlandırılır. İsminden de anlaşıldığı gibi gerçekte böylesi bir durumun oluşması bir çeşit genetik rahatsızlıktır. Buna rağmen, literatürde Y kromozomunun fazlalığı durumunda bu insanların başka kişilere bakarak daha agresif olacağı ve suç işleme eğilimlerinin daha yüksek olacağına ilişkin bir inanç oluşmuştur. Bu konuyla ilgili çalışmaların yapıldığı dönemlerde mahkûmlarla gerçekleştirilen bazı araştırmalar, gerçekten de inanıldığı gibi süper erkek sendromuna sahip suçlularda öteki suçlulara nazaran istatistiki bakımdan anlamlı bir biçimde şiddet suçu işleyenlerin oldukça yüksek bir oranda olduğu tespit edilmiştir. Ancak, zaman içinde daha planlı bir şekilde yapılan araştırmalar ve daha duyarlı yöntemlerin kullanıldığı çalışmalarla birlikte, varlığı savunulan bu bağın kuvveti gittikçe azalmıştır. Bununla birlikte, geçmiş çalışmalarda alınan örneklemlerin sadece cezaevlerinden alınması, sahip olunan verilerin nüfusun geneline yayılarak genelleme yapılamayacağı neticesini ortaya koymuştur (Einstadter ve Henry, 1995).