• Sonuç bulunamadı

3.2. Genetik Kaynaklar ve Genetiği Değiştirilmiş Organizmalarla İlgili Uluslararası Hukuki Düzenlemeler Uluslararası Hukuki Düzenlemeler

3.2.4. Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi

177

olarak ekonomik odaklanma ile katı çerçevede çalışması yeterince ileri gidememesine neden olmaktadır (Strauss, 2009: 319). Fikri mülkiyetin GATT sistemine dâhil edilmesi ve TRIPs Anlaşmasının ortaya çıkmasıyla köklü bir geçmişe sahip olan WIPO’nun önemini yitirdiği iddiası gerçekçi değildir. TRIPs Anlaşmasının girişinde, WIPO ile karşılıklı olarak destekleyici bir ilişki kurma isteği kabul edilmiş ve WIPO tarafından yönetilen iki sözleşme TRIPs Anlaşmasına dâhil edilmiştir. WIPO ve DTÖ arasındaki işbirliğine ilişkin 1995 yılında imzalanan Anlaşma ile TRIPs’in uygulanmasını kolaylaştırma ve üç alanda işbirliği yapılması amaçlanmaktadır. Genellikte teknik destek alanında yardımda bulunan WIPO, fikri mülkiyeti korumanın maliyetlerini ve yararlarını dikkate almadığı gerekçesiyle ağır biçimde eleştirilmiştir (Rajotte, 2008: 156).

2005 yılında WIPO ile FAO arasında bir anlaşma imzalanması için girişimlerde bulunulmuştur. Anlaşmanın ilk taslağında gıdaya erişimin kendi başına fikri mülkiyetin korunmasından daha önemli olabileceğine dair bir başlangıç içermekteydi. FAO-WIPO Sözleşmesi, FAO ile WIPO arasında “karşılıklı destekleyici bir ilişki kurmayı” ve

“aralarında işbirliği sağlamak için uygun düzenlemeler” geliştirmeyi amaçlamıştır. Bilgi alışverişinin teşviki, çalıştaylar, seminerler gibi ortak etkinlikler, teknik yardım veya işbirliği gibi hükümler Anlaşmada yer alırken, çiftçilerin hakları, geleneksel bilgi, gıda ve tarım için genetik kaynaklar, tarımsal biyoteknoloji, gıda ve tarımda etik konular gibi kuruluşların kesiştiği sorunların listesi çıkarılmıştır. Ancak FAO’ya temel fikri mülkiyet konularında ve FAO’nun misyonu ve rolü üzerinde danışmanlık yapacak olan WIPO’nun potansiyel olumsuz etkilerine dikkat çekildiğinden, Anlaşmanın onayı askıya alınmıştır (Rajotte, 2008: 157).

178

uluslararası tartışmalar, 1970’lerin sonlarında ve 1980’lerin başlarında GOÜ’lerin sanayileşmiş ülkelerin fikri mülkiyet sistemini canlı organizmalara genişletme hamlelerinden endişe duyduklarında başlamıştır. Yeni yasalar, mahkeme kararları ve UPOV gibi uluslararası anlaşmalar, ABD’de ve birçok Avrupa ülkesinde bitki yetiştiricilerin haklarının elde edilmesini ve canlı organizmalar üzerindeki patent korumasını mümkün kılmıştır. Daha önceleri, türler üzerinde tanımlanan ekonomik değerler, genetik kaynaklara genişletilmiş ve fikri mülkiyetin tanınmasıyla genetik kaynaklar hem ekonomik değer kazanmış, hem de siyasi ilginin alanına girmiştir. Ancak bu genişleyen fikri mülkiyet rejimi, değer zincirinin sadece biyoteknoloji ve bitki ıslahı kapsamını ele almış, koruma ve kalkınma yönüne değinmemiştir (Bragdon vd., 2008: 82).

Biyolojik çeşitliliğe yönelik tehditlere bir çözüm yolu bulmak amacıyla UNEP, Kasım 1988 ayında Biyolojik Çeşitlilik üzerine Ad Hoc Çalışma Grubunu toplamıştır.

Mayıs 1989’da biyolojik çeşitliliğin sürdürülebilir kullanımı ve korunması için uluslararası bir yasal araç hazırlamak amacıyla yeni bir geçici çalışma grubu oluşturmuştur. Sözleşme 5 Haziran 1992 yılında Birleşmiş Milletler Çevre ve Kalkınma Konferansı’nda imzaya açılmıştır. 4 Haziran 1993 yılına kadar imzaya açık olan anlaşmaya 168 ülke taraf olmuştur ve Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi otuzuncu ratifikasyondan sonra 29 Aralık 1993’te yürürlüğe girmiştir. Sözleşme incelendiğinde genel olarak üç amacının bulunduğu söylenebilir. 1) Biyolojik çeşitliliğin korunması; 2) Bu çeşitliliğin unsurlarının sürdürülebilir kullanımı, 3) Genetik kaynakların kullanımından doğan yararların adil ve hakkaniyete uygun paylaşımıdır.

Sözleşmede biyolojik çeşitliliğin korunması insanlığın ortak sorunu olarak kabul edilmiş ancak biyolojik çeşitlilik insanlığın ortak mirası olarak görülmemiştir.

Sözleşmenin kabulü ilke olarak devletlerin kaynaklarını kullanmada egemenlik hakkına sahip olmasıdır. Bu anlayış, 20. yüzyılda belirgin bir şekilde değişen mülkiyet hakları yapısıyla ilgilidir. Daha önce herhangi bir kişi ya da devlete ait olmayan ve açık erişime

179

tabi olup insanların ortak mirası olarak görülen genetik kaynaklar, artık egemenliğin ve mülkiyetin tesir ettiği bir hale evrilmiştir. Bu geçişte özellikle genetik müdahalelerle bitkilere büyük değerler katılarak genetik kaynakların değerinin yükselmesinin payı büyüktür. Bitki genetik kaynaklarını yöneten ilkeler, normlar, kurallar ve karar alma süreçleri mevcut uluslararası rejim biçimlerinden farklı biçimde ortaya çıkmış ve bir rejimden ziyade bir rejim kompleksini oluşturmuştur (Raustiala ve Victor, 2004: 305).

Devletler giderek artan şekilde çeşitli bu kaynaklar üzerinde fikri mülkiyet hakları tanımış ve diğer devletlerin de bu hakları tanımasını gerektiren anlaşmaları müzakere etmişlerdir.

Uluslararası anlaşmalarda da bu yaklaşım benimsenmekle birlikte çeşitli rejim kuralları arasında büyük bir çatışmaya neden olmuştur. Rejim kompleksini uzlaştırmak için çözüm arayan hükümetler, bu rejimlerin her biri içindeki farklı platformlarda parçalanmışlar ve bu nedenle bir forumda ortaya çıkan çözümler, genellikle diğer forumlarda kabul edilmemiştir. Tarım bakanlıkları FAO’ya, bitki yetiştiricileri UPOV’a, fikri mülkiyet hukukçuları ve ticari görüşmeciler TRIPs’e hükmetmekte, çevre bakanlıkları ise BÇS’yi kontrol etmekteydi. 1990’lara kadar genetik kaynaklar üzerinde bir dizi hükümetlerarası komite çalışmış, çalışmalar tüm temel rejimlere (BÇS, TRIPs, FAO, WIPO) yayılmıştır.

Bununla birlikte, yeni küresel fikir birliğinin temel unsurları nispeten açıktır. Uzun süredir devam eden ortak miras ilkesi, genetik kaynaklar üzerinde egemen bir kontrol sistemi ile yer değiştirmiştir. Devletlerin genetik kaynaklara erişimi ve kontrolü elinde bulundurmasına rağmen, özel kuruluşlar bu kaynaklar üzerinde daha fazla fikri mülkiyet hakkı kazanmaya başlamışlardır. Özetle, 1990’ların sonunda fikir birliği ortaya çıkmış ve mülkiyet anlayışının kabulüne yönelik baskılarla biyolojik çeşitlilik üzerinde ortak miras ve açık erişim anlayışından devletin egemenlik hakları ve özel fikri mülkiyet hakları sistemine çarpıcı bir şekilde kayış gerçekleşmiştir75 (Raustiala ve Victor, 2004: 281-282).

75 Aksoy’a göre, gen kaynaklarının “insanlığın ortak mirası olması” ve bu kaynakların herkesin erişimine açık olması, Kuzey ülkelerinin bu açık rejim sayesinde Güney ülkelerinin sınırları içinde bulunan gen kaynaklarına rahatla elde edebilmeleri anlamına gelmektedir. Aksoy’un Rosendal’dan aktardığı üzere, BÇS’nin genetik kaynaklardan elde edilen yararın eşit paylaşımına olan vurgusu, Kuzey-Güney ülkeleri

180

Genetik kaynaklar ve mülkiyet ilişkileri bakımından devlet mülkiyeti ve özel mülkiyet arasında da bir karşıtlık oluşmuştur. Özel mülkiyet hakları, bireylerin özel mülkiyetinde oldukları kaynakları daha fazla koruyacağı ve daha etkin kullanılacağı fikrini yansıtır.

Devletin egemenlik hakları yaklaşımı ise, egemenliğin biyolojik çeşitliliğin korunmasında uygun kurumsal çerçeveleri sağlayacağı ve egemen devletin kaynakların sadece sürdürülebilir kullanımına izin vereceğini ileri sürer. Gelişmekte olan ülkeler, kaynaklar üzerinde devletin egemenlik hakkını önemser, çünkü bu ülkeler erişimi bu şekilde denetim altına alır ve böylece gelişmiş ülkeler ve şirketlerin kendi kaynaklarını kullanmasından yarar sağlarlar. Egemenlik haklarının tanınması, biyolojik çeşitliliği koruma ve sürdürülebilir kullanma anlayışından ziyade devletin sermaye birikim sürecini kolaylaştırıcı rolüyle okunabilir (Çoban, 2018: 124-125)

Genetik kaynaklara erişimi düzenleyen Sözleşmenin 15. maddesi, açıkça devletin kendi doğal kaynakları üzerindeki egemenlik haklarını tanımakta ve ulusal hükümetlere genetik kaynaklara erişme yetisini getirmektedir. Ancak ülkeler kaynaklara erişimi kolaylaştıracak şartları belirleyebilirler ve uyguladıkları kısıtlamaların Sözleşmenin amaçlarına uygun olmasına dikkat edeceklerdir. Genetik kaynaklara erişimde ilke olarak kaynaklara sahip olan ülkeden izin alınmalıdır ve bu erişim karşılıklı mutabık kalınmış şartlara bağlı olmalıdır. Genetik kaynaklara yönelik yapılacak bilimsel çalışmalarda ise mümkünse çalışmalar menşei ülkede yürütülecek ve her bir akit taraf gerekli katkıyı sunmaya çalışacaktır. Bilimsel çalışmaların sonuçları ve taraf ülkelerden birinin genetik kaynaklardan ticari yahut başka biçimlerde elde ettiği yararlar, menşei ülkeyle “adil ve hakkaniyete” uygun biçimde paylaşılacaktır (RG, 1996: S. 22860).

BÇS’nin FMH’ye ilişkin iki ilginç hükmü vardır. Madde 16.5 “patentlerin ve diğer fikri mülkiyet haklarının Sözleşme’nin amaçlarına aykırı olmamasını ve bu

arasındaki eşitsiz durumu dengeler hale getirmiştir. Kuzey ülkeleri genetik kaynaklara erişebilirken, Güney ülkelerinin de ekonomik anlamda tazmin edilecektir (Aksoy, 2018:202-203).

181

amaçları destekler nitelikte olmasını sağlamak için” taraf devletlerin işbirliği yapacaklarını belirtmişlerdir. Ancak bu “ulusal mevzuata ve uluslararası hukuka uygun”

biçimde gerçekleşecektir. Diğer yandan 22. maddede, “herhangi bir taraf ülkenin uluslararası anlaşmadan doğan hak ve yükümlülüklerini kullanması biyolojik çeşitlilik için ciddi zarar veya tehdite yol açmadığı sürece, Sözleşmenin bu hükümleri bu tür hak ve yükümlülükleri etkilemeyecektir” ifadesi geçmektedir. Bunlar BÇS ruhuyla birlikte okunduğunda, FMH rejiminin durdurulmaz yürüyüşüne karşı koymanın bir temeli olduğu sonucuna varılacağı iddia edilmiştir. Ancak, FMH’nin biyolojik çeşitlilik üzerindeki etkisi incelenecek olursa, değerlendirmesi zor da olsa bazı etkilerin değerlendirmesi yapılabileceği belirtilmiştir:

1) Mevcut FMH rejimi uygun kaynak ve bilgi yönünden zengin olanlara endüstriyel ve ticari çıkar sağlamakta, yoksul ülkeleri ve toplulukları yoksullaştırmakta ve bunların teknolojik yeniliklerden yararlanma fırsatını engellemektedir.

2) FMH’ler tarımsal üretim ve ilaçlara ilişkin bitki kullanımını tek tipleştirme eğilimini yoğunlaştırma ihtimali yüksektir. Tarımda FMH’ye sahip olan büyük sermayeli bir şirket, piyasasını mümkün olduğunca geniş bir alanda yapmak ister. Bu da ürünlerdeki yerel çeşitliliğin azalması sonucunu doğurur (tek neden FMH değildir).

3) Transgenik pamuk ve soya fasulyesi gibi ürünleri kapsayan FMH, kamu sektörü ve küçük ölçekli özel sektörün ürün çeşitliliği geliştirmesine engel olabilir.

4) Gelişmiş sanayi ülkelerine ve şirketlerine önemli miktarda telif ücreti ödemek zorunda kalmak, birçok ülkenin borç yükünü önemli ölçüde artırabilir. Bu, geri ödeme önlemleri alındığında sıklıkla ortaya çıkan çevresel ve sosyal bozulmaları daha da artırabilir.

5) Tohumları diğer çiftçilerle ya da diğer yollarla takas yaparak yeniden kullanım yoluyla yenilik yapan çiftçiler, UPOV 1991 düzenlemeleriyle daha sıkılaşan rejim