• Sonuç bulunamadı

Bilinç akışı, postmodern romanda kullanılan tekniklerden biridir. Edebiyata girişi ise şöyle açıklanır: “Psikolojinin bir bilim olarak kabul edilmesinden bu yana bilinç ve temel araştırma konumuz olan bilinç akışı hem psikolojik hem de felsefi bakış açılarından tartışılmakla birlikte son dönemlerde nöroloji (neuroscience) biliminin de ilgi alanı içine girmiştir. Modernizm ile romancıların bilinç akışını teknik olarak kullanmaya başlamasıyla birlikte edebiyat biliminin de ilgi alanı içine girmiştir.” (Odacı, 2007: 18). Dünya Edebiyatı’nda olduğu gibi Türk Edebiyatı’nda da birçok yazar bilinç akışı tekniğine yer vermiştir. Bunlar; Recaizade Mahmut Ekrem, Nabizade Nazım, Mehmet Rauf ve Peyami Safa’dır. Bu tekniğin daha iyi uygulanışı ise Adalet Ağaoğlu, Oğuz Atay, Ahmet Hamdi Tanpınar gibi yazarlar sayesinde olur.

Bilinç akışı tekniği, yazarın iç dünyasının dışa vurumudur. Zamansal düzlemde seyahat ediliyormuş gibi görünmekle beraber, kişinin bilincinin geriye ve ileriye doğru akmasıdır. Bireyin geçmişi, geleceği ve şimdiki zamanının bir anda kullanımına neden olur. Bilinç akışında zaman düz bir şekilde ilerlemez ve

146

dolayısıyla roman kişisinin zaman algısı değişir. O, diğer insanlardan daha farklı bir şekilde zamanı anlamaya ve anlamlandırmaya başlar.

Postmodern roman tekniklerinden biri olduğundan dolayı da neredeyse postmodern eserlerinin tümünde yer alır. Ağaoğlu da eserlerinde bilinç akışı tekniğine sıklıkla yer vermektedir. Her üç romanında da geçmiş ile geleceğin aynı anda ele alınışları bu tekniğin kullanıldığını gösterir. Bilinç akışı tekniğinde geçmişi sürekli hatırlama ve var olan zamanla özdeşleştirme söz konusudur.

Romanın başkişisi Aysel’in yaşadığı problemler içinde bulunduğu zamanın farkına varamadığını gösterir. Varlığını sorgulama, geçmişle geleceği an’da birleştirmiştir. Her şeyi an’a sığdıran yazar psikanalitik düzlemde Aysel’in bilinçaltına yönelir. İçinde bunduğu şartlar altında kendini sorgulayan Aysel, aynı zamanda dönemin kadına verdiği değerle de durumunu bağdaştırmaya çalışır. Bilinç akışı tekniğiyle çocukluğunu, gençliğini, yakın geçmişini ve bugününü sorgulayan Aysel, ölüp ölemeyeceği konusunda da bir tereddüt yaşamaktadır. Ani bir kararla mı ölmeye yatmaya karar verdiği yoksa bunu uzun zamandan beri mi planladığı konusunda kendisi de tam emin değildir. Bunu iç monologlarıyla ve geçmişe dair hatıralarını canlandırmasıyla düşünmeyi dener. 1.27 dakikalık süre zarfında çocukluğundan, okul hayatından ve yakın geçmişinden söz ederek zihin perdesini aralar. Aysel’in otel odasındaki düşünceleri de buna örnektir. Hamile olduğunu düşünüp bebeğin babasının kim olduğu hakkında konuşmayı sürdürür: “Bütün bu gerçek olan, gerçek olduğu için de en önemli olması gereken şeylerin hiç aklıma gelmemiş olması tuhaf. Bunları düşünmemişsem son aylar neyi düşünüyorum ki? Herhalde babamın bisküvi kutusunu.” (Ağaoğlu, 2016a: 72). Konudan konuya atlayarak hayatının çeşitli dönemlerinde iz bırakan olaylardan ya da onlara ait ufak sözlerden bahsetmesi bugüne odaklanmasını zorlaştırır. Çocukluk arkadaşlarının da zihninde yer etmesi bulunduğu zamanı etkisi altına alır: “Ali’yi düşündüm bir ara. Bir ara Aydın’ı. Aydın’ı düşündüm mü? Hayır. Semiha’ydı düşündüğüm. Yağmurlu bir gün altında üşüdüm. Hangi yağmurlu gündü o? Burnuma kavrulmuş kestane kokusu geliyor.” (Ağaoğlu, 2016a: 114). Geçmişin izleri Aysel’i ölmekten alıkoyduğu gibi onda derin bir kafa karışıklığına yol açarak zamanın seyrinin değişmesini neden olur. Aysel’in, “Ümmü Ninemi, artık oturduğu yerden kalkamaz olunca geri yolladılar. Köyüne.” (Ağaoğlu, 2016a: 116) sözü bir anda alakasız bir

147

şekilde geçmişe yaptığı seyahatin sonucudur. Konuşmaların arasına çocukluğundan ya da yakın geçmişinden bazı anıları serpiştiren Aysel, beynini dizginleyemez. Aysel’in düşüncelerden kurtulamayıp kendisiyle alakalı bir takım çıkarımlarda bulunması karışık ruh halini gösterirken onun zamanı farklı bir şekilde algılayışına da neden olur.

Düşünmeye çekindiği konuların, kız olduğu için susturulduğu meselelerin var olduğunu görür. Bir otel odasında bunların hepsinin aniden beynine hücum edip ölümünü geciktirmesine kızar. Fakat düşüncelerinden bir türlü kurtulamaz. Zaman algısını kaybettiğini şu sözlerle açıklamış olur: “Son kez onu kaçırmak istemedim” diye yazmışım. Demek, daha notu yazarken ölmeye karar vermiştim. Demek, ölmeye karar verişim onun bu davranışından ötürü değil! Demek, öyle gurur kırılması falan gibi cıvık bir duygu yüzünden yürümedim ölüme.” (Ağaoğlu, 2016a: 121).

İçinde bulunduğu durumun neden kaynaklı olduğuna bile emin olamayan Aysel, hala kendine yeterli sebepler arama peşine düşmüştür. Zihinsel bir karmaşanın içinde olduğu için durumundan pek emin olamamaktadır. Yaptığı şeyleri mantık çerçevesinde yaptığını düşünse de aslında tam olarak mantığını kullanamamaktadır. Çünkü onun intihar şekli gayet gülünçtür. Özellikle Aysel gibi statü sahibi bir kadının bunları yapması olayı daha da gülünçleştirir. Aysel’in otel odasında geçmişi düşünmesi beynine hücum eden düşüncelerden kurtulamayıp ölümünün geciktiğini gösterir. Odada olduğu süre zarfında zaman algısı değişmiştir. O, saatin kaç olduğunu bilemediğini şu sözlerle ifade eder: “Oda gittikçe ısınıyor. Perdenin gerisine gün vurmuş olmalı. Saat kaç acaba? Sekiz, dokuz, belki de on…” (Ağaoğlu, 2016a: 29). Kısa bir süreliğine geldiği otel odasında uzun bir süre kalmış gibi davranır ve bu nedenle de saatin kaç olduğunu bilmez. Aysel, ilerleyen dakikalarda hala bir karmaşanın içerisindedir. Bu durum, Aysel’in kendisiyle verdiği mücadeleden anlaşılmaktadır: “Ne kadar uyudum acaba? Yoksa hiç uyumadım mı? Saate bakmamakta direniyorum. Bütün bir gün ve bir gece geçmişse Ömer ne yapmıştır?” (Ağaoğlu, 2016a: 113). Aysel’in zaman kavramını iyice kaybettiği görülür. Artık tahmini olarak ilerlettiği zamana geçmişini de sığdırır. Çocukluğundan söz eden Aysel, bu süre zarfında arkadaşlarını da düşündüğünü söyler: “Ali’yi düşündüm bir ara. Bir ara Aydın’ı düşündüm mü? Hayır. Semiha’ydı düşündüğüm. Yağmurlu bir gün altında üşüdüm. Hangi yağmurlu gündü o? Burnuma kavrulmuş

148

kestane kokusu geliyor?” (Ağaoğlu, 2016a: 114). Çocukluğuna dair hatıraların beynine hücum etmesi, beyninde büyük bir karmaşaya yol açarken, bugünden kopmasına da neden olur.

Engin’e dair hatıralarına da yer veren Aysel, şunları söyler: “Birer koltukta karşılıklı oturup sigara içmiştik. Ruhi Su’dan halk türküleri söyleyip Nazım Hikmet’ten şiirler okumuştuk. Bizim hala kurtarmayı başaramadığımız ülkeyi onları nasıl kurtaracaklarını anlamaya çalışmıştım.” (Ağaoğlu, 2016a: 194). Böylece Aysel, geçmişin etkisinden bir türlü kurtulamaz. Eserin ilerleyen bölümlerinde şu ifadeleri kullandığı görülür: “Neredeyim? Ne yapıyorum? Niçin? Hiçbir soru yoktu. Bir ameliyattan uyanmış gibiyim.” (Ağaoğlu, 2016a: 237). Daha sonra ameliyattan uyananların zihinlerinin daha bulanık oysa kendi zihninin daha net olduğunu ifade eden Aysel’in kafası karışıktır. Geçmişle şimdi ve geçmişle gelecek arasında ilmek dokur gibi hislerini aktarır: “Günün hangi saatinde olduğumu bilmiyorum. Hareket etmek için zamanı bilmek gerek. Aydın’la ne konuşacağım hem?” (Ağaoğlu, 2016a: 303). Zaman algısını kaybetmesi dolayısıyla saate dair net ifadelere yer vermez. Yazar bölüm başlarında saati vermesine rağmen, Aysel geniş bir zaman diliminde otelde olduğunu düşünür. Eserin sonlarına doğru daha da ufak olduğu günleri hatırlar. Çocukluğuna dair anlattığı bu hatıralar, bilinç yansıması olarak görülür: “Beş yaşındaydım. Bostanda, otlar arasında korkunç güzellikte bir çiçek gördüm.” (Ağaoğlu, 2016a: 385). Aysel, yaşamının her anından olaylara yer verir. Zaman algısı kırılan Aysel’in içinde bulunduğu zamanı anlamlandıramadığı da görülür.

Bir Düğün Gecesi’nde bilinç akışı tekniği en fazla Tezel’de görülür. Onun otobüs yolculuğu yaptığı süre boyunca hem geçmişinden hem de geleceğinden söz ettiği anlara yer verilir. O, geçmişte yaşadığı sıkıntıları hatırlarken şunları söyler: “Yahu unutsana artık. Kaç yıl geçmiş. Hatırası kıt kocakarılar gibi dönüp dolaşıp aynı noktaya takılıyorsun. Kanyağı az mı içtim, çok mu içtim.” (Ağaoğlu, 2016b: 57). Geçmişe dair düşüncelerini defetmek isteyen Tezel, bu düşüncesinde başarılı olamaz. Yolculuk esnasında düşüncelerini kovmak ister; fakat bu isteği gerçekleşmez: “Kimselerin ölüsünü, sevdiğini mevdiğini düşünemem. Ben, benimkileri bile düşünmemek için nice büyük savaşlar vermekteyim, baksana…” (Ağaoğlu, 2016b: 71). Tezel’in geçmişi yakasını bırakmaz bir hâl almıştır. O, “Ah, üç yıl önce şurama yediğim tokat acısını hâlâ duyuruyor olmasa, silmeyi bile onuruma yediremediğim o

149

tükürük şuramda birazcık kurumuş olmasa” (Ağaoğlu, 2016b: 78) sözleriyle geçmişte yaşadığı olayları hatırlamaktan çekinmez. Genel olarak geçmişinde yaşadığı ve etkisinden kurtulamadığı olayları anlatırken o anıların peşini bırakmadığını da vurgular: “Eski kocalarım, şunlar bunlar, eski tanışlar, kendilerinden tümüyle umudu kestiklerim, kendimden tümüyle umudu kesişim, kesinleşen inançsızlığım… Hiçbiri, ne onlarla ilgimi temelden kesmeme, ne kesmememe elveriyor.” (Ağaoğlu, 2016b: 96). Tezel’in zamansal yolculuğu onu derinden etkileyen geçmişiyle alakalıdır. Yaşadığı zor günlerin etkisinden kurtulamadığından yaşamı hafife almaya çalışmış ve bu nedenle de kendini içkiye vermiştir.

Ömer ise düğünde Aysel’i düşünmekten geri durmaz. Onunla Engin’in birlikteliğine atıfta bulunur. “İnsan nice güçlü olursa olsun, günün birinde bir bunalıma düşebilir. O gün yanında tek bir kişiyi, yirmi yıllık karısını, dostunu, düşünce arkadaşını, yalnız onu bulmak isteyebilir. Ama sana kalırsa bu istek de zamana denk düşmeli değil mi? Dört yıl öncesinde senin olduğun gibi. Engin’e akmak, zamana, koşullara uygundu. Kaçınılmazdı, çünkü gerçekti. Oysa şimdi Ayşen’e akmak hiç zamansız.” (Ağaoğlu, 2016b: 106). Ömer, düğünde Aysel’le Engin’i düşünerek zihninin oyunlarından kurtulamaz ve Ayşen’e olan ilgisini de bu şekilde haklı görmeye çalışır. Aysel’in Engin’le olan beraberliği hakkındaki asıl düşüncelerini de geçmişe dönük anlattıklarıyla verir. Aysel’le aralarındaki uçurumun da farkında olan Ömer, evliliğine dair umudunu yitirir ve Aysel’in ona, “Öyleyse gitme. Seni zorlayan mı var Anadolu Kulübü’ndeki düğüne gitmeye?” (Ağaoğlu, 2016b: 106) dediği zamanı hatırlar. Aysel’in bu soruyu sorması üzerine ona, “Var Ayşen!” demek istediğini belirtir. Tüm bunlar Ömer’in aklını kurcalayan meselelerdir ve Aysel’i düşünmeden, geçmişiyle hesaplaşmadan da edemez. Ömer’in, “Çıldırıyorum. Yaşanmamış, yaşamak için kendime izin vermediğim gençlik salaklıklarımı şimdi yaşıyorum. Demek hiçbir şey atlanamıyor. Atlanan her şey gelip bir yerden uç veriyor.” (Ağaoğlu, 2016b: 337) şeklindeki sözü geçmişinden kurtulamadığını sezinlediği sözlerdir. O, eser içerisinde evlilik yaşamıyla beraber yeni bulduğu ve adına aşk dediği sevgiyi beraber verir. Bu şekilde Ömer’in kişisel problemleri okuyucuya sunulur.

150

Ayşen ise bilinç akışının göze çaptığı bir diğer kişidir. Düğünde aklına geçmişi takılır. “Kızılay’a inene dek koştum. Halama gideceğim. Ömer Abi’ye. Cayarım diye korkuyorum. Cayarım diye koşuyorum.” (Ağaoğlu, 2016b: 302). Ayşen halasını ve Ömer’i düşünmeden yapamaz. Onları düğüne davet etmek için gittiği günü hatırlar. Annesiyle olan problemleri de Ayşen bahsettiği diğer bir husustur:

“Eve vardığımda saatin kaç olduğunu bile bilmiyordum artık. Annem de soruyor:

‘Neredeydin?’

Ben nerede olduğumu kendime söyleyebilsem!” (Ağaoğlu, 2016b: 321). Ayşen’in geçmişinden söz ederken ta o zamanlarda zaman algısını kaybettiği görülür. Ayşen de tıpkı diğerleri gibi zamanın akışına ayak uyduramaz.

Hayır’da yine Aysel görülür. İlerleyen yaşıyla paralel olarak aklı ona daha fazla oyun oynar. Yazar, Aysel’in aklından geçen düşünceleri şöyle ifade eder: “Düşünceler beyninden hızla akıp gidiyor. Gözlerinin önünde ışıklı-solgun, renkli- renksiz, sesli-sessiz kareler, dikdörtgenler, üçgenler, daireler, uzunlu kısalı çizgiler uçuşuyor.” (Ağaoğlu, 2014: 16). Yazar, hâkim bakış açısıyla Aysel’in zihninin bulanık olduğu gerçeğini ortaya çıkarır. Artık kafası daha da karışık olan Aysel, geçmişiyle hesaplaşma yoluna gider. Yazar, Aysel’in hayatını şöyle özetler: “Günün başlangıcı: Yeni tasarılar, alınan kararlar, beklentiler, aldanışlar, engelleri hiçe sayışlar, yiğitleniş, kovalanan geçmiş, anlatılacak bugün, aranan gelecek, içte direnişler…” (Ağaoğlu, 2014: 16). Bir güne sığdırılan eserde Aysel’in bilinç akışı bu şekilde verilerek genel psikolojisi yansıtılmak istenir. Çalışmasıyla ilgili yaptığı açıklamada, “Hepimiz biliriz ki, aydınlarda an’lık bunalım denen durum, onların gelecek düşüncesiyle ilgilidir.” (Ağaoğlu, 2014: 21) şeklinde bir söz kullanan Aysel, gelecek endişesinin şimdiyi bastırabileceğini vurgular.

Eser içerisinde Aysel’in Tezel’le konuşuyormuş gibi verdiği bölümler de vardır. Aysel, Tezel’e şöyle söyler: “Ah Tezel, galiba düş gücüm zayıfladı. Daha doğrusu, diri, güzel şeyleri daha zor tasarlayabiliyor, ama sık sık yetmişlerimde, seksenlerimde, hatta yüz yaşımda olabiliyorum.” (Ağaoğlu, 2014: 29). Aysel’in kendisiyle ilgili söylediği sözler, bilinçlilik duygusunun gelişmesiyle alakalı olarak

151

verilir. İnsanları anlamanın ileri yaşında daha kolay olduğunu vurgulamış ve değişken ruh yapısına dikkat çekmiştir.

Aysel eskiyi hatırlar ve Ayşen olayını öğrendikten sonra Ömer’le arasında geçen diyaloğu şöyle aktarır:

“Ömer:

‘Ödeştiğimize inanıyorsun. Onun için bu kadar kolayca, sözüm ona bu kadar anlayışlı, kıyıya çekiliyorsun.’

Aysel:

‘Bunu sen söylersin diye bekliyordum. İyi ya işte, ödeştik Aysel! Böyle demek istedin gerçekte.’” (Ağaoğlu, 2014: 80). Ömer’le yaşadıklarının etkisinden kurtulamayan Aysel, dününü bugününe sığdırmaya devam eder. Aysel’in yazar dostu hakkında söylenilenler de bilinç akışı tekniğine örnektir: “Ama yazar, önünde sonunda düşleyebilirdi. Ütopyaları yardımına çağırabilirdi. Bilincinin ise somut gerçekleri sayıya dökmesi gerekiyor. İnsanları birer rakam olarak görmesi…” (Ağaoğlu, 2014: 275). Söylenilenler geniş düşünme yetisinin yazarlarda daha fazla olduğunu ortaya koyarken yazarın da bu noktada daha başarılı olabileceğinin açıklayıcısıdır.

3.3. İç monolog

Modern roman tekniklerinden olan iç monolog, kişinin kendi kendine konuşması ve hesaplaşması şeklinde görülür. Kişilerin iç yaşantısı gözler önüne seren bu yöntem, onun dünyasını açığa vurur: “Figür olmayan anlatıcının hâkim bakış açısıyla uyguladığı ‘iç çözümleme’nin yol açtığı yapaylığı ve dolaylılığı aşma ve figürün görülmeyen yaşantısını, onun etkinliğinde verme çabaları doğrultusunda bulunmuştur.” (Sazyek, 2004: 11). Bu teknik son dönem romanlarda ağırlıklı olarak kullanılmakla beraber bu yöntemi ilk kullanan isim Edouard Dujardin’dir. Marcel Proust, James Joyce, William Faulkner, Franz Kafka gibi modernist yazarlar, iç monolog tekniğine ustalıkla yer verirler. Türk Edebiyatı’nda ise ilk örneğini Recaizade Mahmut Ekrem Araba Sevdası’yla vermeye başlamış devamında ise Adalet Ağaoğlu, Hasan Ali Toptaş gibi isimler eserlerinde bu tekniğe yer vermişlerdir.

152

İç monologda amaç kişinin ruh halini, psikolojisini ve düşüncelerini okuyucuya sunmaktır. Bu anlatım tekniğinde kişi karşısında biri varmış gibi kendi kendine konuşur. Bu süreçte ise okurla eser kahramanı baş başa bırakılır. Böylelikle okurun esere dâhil olması sağlanır. Adalet Ağaoğlu Dar Zamanlar üçlemesinde iç monolog tekniğinden faydalanarak eserlerine tiyatro havası verir. Ayrıca eser kişilerinin ruh hallerini bu teknikle daha başarılı bir şekilde yansıtır.

Ölmeye Yatmak’ta Aysel, otel odasında yalnız kaldığı süre zarfında kendi kendine konuşur. Tabi bu konuşmalar iç monolog şeklindedir. Aysel, iç dünyasında kendi kendine konuşarak okuyucuyu esere katmış ve ona sıkıntılarını aktarmıştır: “Derse gitmeyeceğim. Habersiz derse gitmeyişim sekreteri şaşırtır. Dersimin olduğu saatte çocukları koridorda dolaşırken görür. ‘Aysel Hanım gelmedi’ derler. Sevinirler. Parklara çıkarlar. Kantinde otururlar. Ölmüş olduğum kimsenin aklına gelmez. Sekreter belki eve telefon eder. Sonra, daha sonraki günler ne olur? Hiç öğrenemeyeceğim nasıl olsa. Burada yatıyorum işte. Ölümün tamamlanmasını bekliyorum.” (Ağaoğlu, 2016a: 29).

Odada öğrencisi Engin’den hamile olduğunu düşünmesi üzerine şunları söyler: “Cafcaflı sözleri, üstüne ilk keşfediliyormuş kokusu püskürtülen düşünceleri bir yana bırakmalı. Ortada yalın bir şey var şimdi: Gebeysem bu çocuk ondandır.” (Ağaoğlu, 2016a:49). Aysel’in kendisiyle hesaplaşmaları bu şekilde verilerek hangi psikoloji altında ölmeye yattığı sorgulanır. Evini düşünen Aysel’in bu düşüncelerden kurtulamayışı da verilir. “Evin suyu kesikti. Evden çıkarken muslukları açık bırakmış olmalıyım. İçerisini su basmıştır. Alt kata sızmıştır. Kapıcıya haber vermişlerdir.” (Ağaoğlu, 2016a: 69). Burada evcimen bir kadın gibi görünen Aysel’in evine dair hassasiyeti verilir. İlerleyen bölümlerde ölümü beklediğini söyleyen Aysel’in düşünceleri ise şöyledir: “Midemde pis bir bulantı başladı. Ya bunları düşünmekten ya da ölüm yaklaştığından. Yatağın içine kusmak istemiyorum. Beni burada ölü bulduklarında tertemiz olmalıyım. Çırılçıplak ve tertemiz.” (Ağaoğlu, 2016a: 114). Aysel’in ruhsal bunalımları ve kafa karışıklıkları verilmeye devam eder ve Aysel kendi kendine şunları söyler: “İşte battaniyenin altındayım ve sinsi sinsi dışardaki sesi, sonra kapıyı, sonra gargarayı, sonra duşu dinliyorum. Duyuyorum. Ayırdediyorum. Kendimi de de ayırdediyorum ve her şey olduğu gibi duruyor.” (Ağaoğlu, 2016a: 239). Aysel’in iç sesiyle aktarılan bu bilgiler de gösteriyor ki

153

Aysel’in kafası karışıktır ve yazar bu durumu okuyucunun yakından görmesini sağlar. Aysel, daha sonra şöyle devam eder: “Kalkıyorum. Saçlarımın cıvık cıvık bir terle enseme yapışmış olduğunu anlıyorum. Bu ter ne zaman, niçin, hangi uyurgezerliğin bunaltısıyla fışkırmış ense kökümden? Terin, ensemde bir tüy gezdiriyormuşçasına usul usul soğuyuşunu seviyorum. Bundan neredeyse cinsel bir tat alıyorum.” (Ağaoğlu, 2016a: 283). Aysel, kendisi hakkında en ufak bilgiyi bile bu şekilde okuyucuyla paylaşmış olur. Ayrıntıya inerek iç monologlarıyla ruh halini verir. Ölmeye yatışının sonuç vermeyişi üzerine de şunları söyleyen Aysel, yavaş yavaş bu fikirden caymaya başlar: “Ölüm gecikiyor. Ölüm geciktikçe de insan eski alışkanlıklarına dönmeye vakit buluyor. Yeniden giyinme düşüncesine saplanışım bundan olmalı. Ya da yeni bir direnme gücü icat etmek…” (Ağaoğlu, 2016a: 308).

Aysel’in iç monologlarının esere kattığı anlam, romanın canlılık kazanmasında önemli bir unsurdur: “Aysel’in otel odasında ölmeye yatmış durumundaki düşüncelerinin alıntılanmış iç konuşmalar olarak, yani birinci tekil şahıs ağzından doğrudan aktarılması onun bakış açısına, olayları yorumlayış biçimine belli bir doğallık ve inanılırlık kazandırıyor.” (Irzık: 2003: 47).

Bir Düğün Gecesi, iç monologlarla oluşturulmuş bir eser olduğundan eser içerisinde konuşan herkes bu yönteme başvurur: “İç monolog tekniği, romanda ağırlıklı olarak kullanılmıştır. Anlatıcı olan roman kahramanlarının tümü içlerinden konuşurlar. Bu durum romanda iç monolog, iç diyalog ve bilinç akışının yoğunluklu olarak kullanılmasını sağlamıştır.” (Duğancı, 2006: 73). İç monoloğun esere katkısı düşünüldüğünde yazarın, kişilerin psikolojisine bu şekilde daha iyi yer verdiği görülür.

Eser genel itibariyle iç monolog şeklinde ilerler ve herkes konuştuktan sonra sözü Ömer devralır. Ömer’in düğünde herkesten kaçışını anlattığı sahneler eserde şöyle verilir: “Yirmi yıllık kayınvalideme yakın gelmemeye özen göstererek içki tepsisini ikinci bir umut ışığı gibi dolaştırmaya başlayan garsona yaklaşmaya çalışıyorum.” (Ağaoğlu, 2016b: 17). Ömer’in hislerini yansıtan bu cümleler onun genel psikolojisini de yansıtmış olur. Zira Ömer, etrafındakilere yabancılaşmış ve kendi kabuğuna çekilmiştir. Geçmişini hatırladığı zaman Aysel’ e ait düşüncelerini açığa vururken bulur kendini. “Aysel ‘Engin’den mektup var, cezaevinden’ der

154

demez, hırçın bir Ömer yakaladım içimde. Sanki bu mektuplar oradan ilk geliyor! Böylece, büyük savaşımlarla kazanılmış çok insanca, açık ve aydınlık bir dostluğun bağrına saplayıverdim hançerimi: ‘Bu ne sevinç!’ Aysel’e yanıtım bu oldu.”

Benzer Belgeler