• Sonuç bulunamadı

Belâgat İlminin Geçirdiği Evreler

Bütün beşeri ilimler yazıya geçirilmeden önce, insanların dünyasında var olmuştur. Güzel söz söyleme sanatı olan belâgat da sistematik bir ilim haline gelmeden önce Araplar arasında bilinmekteydi. Güzel söz söyleme sanatı, hemen bütün toplumlarda bilinen bir şey olup, bu alanda pek çok söz söylenmiştir. Yunanlı filozof Aristo (M.Ö. 384-322)’nun Poetika (Şiir sanatı) ve Retorika (Ḫiṭâbet) adlı meşhur eserleri, daha milattan önce bu sanatların Yunanlarca bilinir olduğunun bir göstergesidir.

Bir ilim dalı olarak henüz gelişmesini tamamlamadan önce Arap belâgatı birtakım evreler geçirmiştir. Arap belâgatının geçirmiş olduğu bu dönemsel evreler belâgat tarihini anlamak açısından oldukça büyük önemi haizdir. Zira yazılmadan ve okunmadan önce insanların düşüncelerinde bulunan bilgiler, bu ilimlerin yazıya geçirilmesinden sonra da söz konusu ilmi öğrenen ve öğretenlerin üzerinde etkisini sürdürmüştür. Belâgat da bundan müstağni değildir. Câhiliye Arapları, güzel söz söylerken belli kurallara tabi olmuşlar ve bu kurallar belâgatın yazıya geçirilerek kurallarının belirlenmesinde etkili olmuştur. Yani daha sonraki yüzyıllarda müstakil bir ilim dalı olacak belâgatın birçok konusu kavram olarak bu dönemden gelmektedir. Her millet gibi Câhiliye dönemi Arapları da söz söyleme sanatı içerisinde güzel olanı yeğlemişler ve bunu yaparlarken belirli kurallara tabi olmuşlardır. Dolayısıyla Câhiliye Arapları, kuralları ve eğitim yöntemlerini yazma ve bunları sistematik olarak öğretme aşamasına geçmeden önce, uzunca seneler seçme ve eğitimiyle uğraşmışlardır.

Sonuç olarak, belâgat henüz bir ilim haline gelmeden önce, meleke olarak her toplumda, özellikle şair ve hatiplerde bulunmuştur. Bu nedenle daha sonraları birer belâgat terimi olarak kabul edilecek olan teşbîh, mecâz, istiâre, taḳdim, te’ḫir, cinâs gibi ifade şekilleri her dil ve kültürde daima kullanılmıştır.370 Bütün bunları göz önünde

bulunduran el-Ḫûlî belâgatın geçirmiş olduğu evreleri Câhiliye dönemi ve İslâmî dönem olmak suretiyle iki kısma ayırarak incelemektedir.

370 el-Ḫûlî, Menâhicu tecdîd, s. 72-73; Bulut, Belâġat; Meânî-Beyân-Bedî‘, s. 19; Kılıç, “Belâġat”, DİA,

5. 1. Câhiliye Dönemi

Arap çölü, ikinci Câhiliye371 döneminde, daha sonraki yüzyıllarda belâgat veya beyân olarak adlandırılabilecek çalışmalarla doludur. Câhiliye çağından günümüze kadar ulaşan şiir ve nesir örnekleri372 o dönem Arapları arasında belâgatın yüksek düzeylerde

olduğunun göstergesidir. Bedevî Araplar, özellikle barış zamanlarında emniyet içerisinde olduklarını hissettiklerinde, gece-gündüz çeşitli toplantı ve sohbetlerde bir araya gelerek konuşur, şiir söyler eğlenirlerdi. Özellikle panayırlarda kurulan şiir müsabakalarında dönemin en büyük şairleri hakemlik yapar ve sözün iyisini kötüsünden ayırırlardı. Dönemin en büyük ve en meşhur panayırlarından olan Ukâẓ panayırında Nâbiġa eẕ- Ẕubyânî için kurulan çadırda onun kendini ispat etmek isteyen şairlerin şiirlerini değerlendirdiği vb. örnekler buna misal olarak verilebilir.373

Ayrıca mutaassıp bir millet olan Câhiliye Arapları kendi aralarında övünür, birbirileriyle atışır ve lanetleşirlerdi. Bunu yaparlarken ise ellerinde bulundurdukları mal ve teçhizatın yanı sıra, şair ve hatiplerin güzel sözlerini de kullanırlardı. Bir sözün diğerinden daha belîġ, bir şiirin diğerine göre daha iyi olması nedeniyle onlar, bir grubu över diğerini ise yererlerdi. Dolayısıyla söz ve güzel konuşma sanatından bu tarz bir

371 Arap edebiyatı tarihçileri Câhiliye dönemini, birinci Câhiiye ve ikinci Câhiliye dönemi olmak üzere

ikiye ayırmışlardır. Arapların tarih sahnesine çıkışlarıyla başlayıp milâdî V. yüzyıla kadar devam eden ve hakkındaki bilgiler, genellikle tahminlerden ibaret olan dönem, birinci Câhiliye dönemi olarak adlandırılmıştır. Bu dönemin en belirgin özelliği, söz konusu döneme ait her hangi bir edebî ürüne rastlanmamasıdır. Milâdî V. yüzyıldan itibaren başlayan ve yaklaşık olarak İslâm’ın zuhuruna veya hicretin vuku bulduğu 622 yılına kadar süren döneme ise ikinci Câhiliye dönemi denilmiştir. Günümüze kadar ulaşan Câhiliye edebî ürünlerinin tamamı bu döneme aittir. Bk: Mehmet Yalar, “Arap Şiiri”, İslâm Medeniyetinde Din İlimleri Tarih ve Problemler, editör: İsmail Güler, İstanbul, İSAM Yayınları, 2015, s. 311-312.

372 Câhiliye dönemine ait Arap şirinin güvenilirliği, bu şiirlerin gerçekten isnat edildikleri şairlere ait olup

olmadığı ve ayrıca bu edebiyat numunelerinin hakikaten Câhiliye çağına mı ait olduğu, yoksa sonradan nazmedilerek söz konusu döneme nisbet edildiği hususunda henüz II. (VIII.) yüzyıldan itibaren başlayan tartışmalar XIX. asırda Theodor Nöldeke (ö. 1930), David Samuel Margoliouth (ö. 1940), Ṭâhâ Ḥuseyn vb. gibi bazı müsteşrik ve Arap araştırmacılarca tekrar gündeme getirilmiştir. Başlangıçta sadece bazı şiirlere veya bazı şiir râvîlerine yöneltilen bu şüphelerin hududu giderek Câhiliye dönemine ait bütün edebî ürünleri kapsayacak kadar genişledi. Zikri geçen müsteşrikleriden etkilenen Ṭâhâ Ḥuseyn, Câhiliye edebiyatı olarak adlandırılan edebî ürünlerin, Câhiliye Arapları’ndan daha çok Müslüman Arapların hayat tarzı ve zevklerini yansıttığı gerekçesiyle bu döneme ait olmayıp, aksine İslâmî dönemde uydurulduğu tezini savunmuştur. Geniş bilgi için bk: Ṭâhâ Ḥuseyn, Fi’l-şi‘ri’l-Câhilî, s. 15 vd.; Demirayak, Arap Edebiyatı Tarihi (Câhiliyye Dönemi), s. 107-112.

373 Abdullâh b. Muslim b. Ḳuteybe, eş-Şi‘r ve’ş-şu‘arâ, 2. baskı, thk: Ahmed Muhammed Şâkir, Kahire,

faydalanma, hayatta ve karşılıklı ilişkilerde etkisini gösteren bir tür belâgat örneğidir. Bütün bunlar Câhiliye dönemi Arapları arasında belâgatın ne denli yaygın olduğuna birer örnek teşkil etmektedir. Sonuç olarak, her ne kadar söz konusu dönemde insanların okuyacakları bir kitap, başvuracakları bir kaynak bulunmasa da, sözün iyisini kötüsünden ayırmak veya güzel konuşmacılar yetiştirmek için belirli kurallar ve yöntemler benimsedikleri söylenebilir. Bunu yaparlarken başvuracakları tek kaynak ise kendi doğal zevkleriydi.374

5. 2. İslâmî Dönem

Hz. Peygamber’in Araplara getirdiği İslâmî davet aynı zamanda bir belâgat etkinliği veya ondan bir parçaydı. Çünkü İslâmî davetin kaynağı olan Kur’ân, söz sanatı alanında Arap kelamının o zamana kadar ulaşamadığı bir dereceye ulaşmıştı. Bu davet, Arapların kullandığı bir türden olmasına rağmen, Kur’ân’ın dilini diğer Arapçaya üstün tutmuş ve “İnsanlar ve cinler bu Kur’ân’ın bir benzerini getirmek için bir araya gelseler,

birbirilerine destek olsalar da onun benzerini getiremezler.”375 âyeti ile edebiyatlarıyla övünen topluma açıkça meydan okumuştur. Kur’ân’ın bir benzerine getirmek çağrısıyla yüz yüze kalan Arap toplumu ona iman eder ve İslâm’ı kabul ederler. el-Ḫûlî’ye göre- Arapların İslâm’ı kabul etmeleri daha çok eleştirel bir yargı ve edebî bir kabuldür.376 Burada belirtilmesi gerekir ki ilahî hitabın ilk muhatapları olan Arap toplumunun İslâm’ı kabul etmelerinde Kur’ân’ın belâgat, fesâhat ve beyânı önemli rol oynamakla birlikte bu tek sebep değildir. Zira söz konusu dönemde Kur’ân’ın edebî yönü karşısında hayranlık duymalarına rağmen Müslüman olmayan pek çok kimse bulunmaktaydı.

Arapların İslâm’ı kabulleriyle belâgat da yeni bir döneme girmiş oluyordu. Zira bu yeni dönemde edebî eleştiri alanı Câhiliye dönemindekine kıyasla daha genişti. Eskiden bir kabile başka bir kabileye karşı övünür ve lanetleşir iken, yeni dönemde Araplar milletlere meydan okuyor ve dünyayı aciz bırakıyorlardı. Bu dönemde Arabistan’ın çeşitli

374 el-Ḫûlî, Menâhicu tecdîd, s. 73; Ayrıca bu konuda kapsamlı bilgi için bk: er-Râfʻî, Târîḫu âdâbi’l-‘Arab,

I, s. 95 vd.; ez-Zeyyât, Târîḫu’l-edebi’l-‘Arabî, s. 19.

375 el-İsrâ, 17/88.

bölgelerinden gelen şairler, Hz. Peygamber’in şairleriyle bir araya gelir, birbirileriyle atışırlardı. Bütün bunlar yapılırken değişmeyen tek şey ise bunun, daha önce çölde yaygın olan üsluptan zevk ve fıtrat ürünü bakımından farklı olmayan edebî bir yargı ve belâgat ürünü olmasıydı. Hz. Peygamber, söz eleştirisindeki bu sanatsal eğilime karşı çıkmamış bilakis onu desteklemiştir.377 Hz. Peygamber’e güzellik/estetik nerededir? diye sorulunca

“dildedir” şeklinde yanıtlamış ve bununla belâgatı (beyân) kastetmiştir.378

Hz. Peygamber’den sonra gelen Ḫulefâ-i Râşidîn döneminde de söz eleştirisi sanatı ihmal edilmemiş aynen devam ettirilmiştir. Zira bunların kendileri birer iyi hatip ve edebiyat eleştirmeniydi. Onlar da sözün iyisini kötüsünden ayırt etmek maksadıyla belirli kıstaslar belirliyorlar, kendilerinden önceki edebiyat eleştirmenleri söz sanatına ne şekilde itimat etmişse öyle itimat ediyorlardı. Nitekim Hz. Ömer’in döneminin en iyi şiir eleştirmeni ve Arap dili ve şiiri hakkında en fazla bilgi sahibi olan kişilerden biri olduğu kaynaklarda aktarılmaktadır. Ayrıca bir diğer râşid halife olan Hz. Alî’nin de zamanının en iyi şairlerinden biri olduğu zikredilmektedir.379

Emevîler dönemine gelindiğinde ise artık İslâm Devleti’nin sınırları genişlemiş ve Araplar göçebe hayattan yerleşik hayata geçmeye başlamışlardır. Yerleşik şehir hayatına geçilmesi Arapların sahip bulundukları fıtrî ve doğal mülahaza kabiliyetlerinin azalmasına ve neticede faṣîḥ Arapçanın zayıflamasına sebep olmaya başlamıştır. Bütün bunların sonucu olarak Emevîler döneminde Arap dilinin ve ruhunun muhafaza edilmesi ihtiyacı hâsıl olmuştur. Bu sebeple ileri gelen aileler ve devlet adamları çocuklarının Arap ruhunu koruyabilmeleri amacıyla ya onları çöle gönderiyor veya çölün edebî dilini öğretmeleri için kendi saraylarına “müeddip” ismi verilen mürebbiler getirtiyorlardı. Emevîler döneminde ortaya çıkan bu müeddip sınıfının görevi çölde saf bedevilerde bulunan şiir, nesep, eyyâmu’l-‘Arab vb. edebî malzemeleri saf Arap ruhunu kaybetmiş şehirli gençlere aktarmaktı. Daha açık bir şekilde ifade edilecek olursa söz konusu müeddip sınıfı, saf Arapça ve edebî zevkten yoksun bir kuşağın ve Araplık ruhunun kaybolmaması için

377 el-Ḫûlî, Arap- İslam Kültüründe Yenilikçi Yaklaşımlar, s. 73.

378 İbn Reşîḳ, el-‘Umde, I, 241; el-Ḫûlî, Menâhicu tecdîd, s. 75.

resmen mücadele ediyorlardı. Ayrıca onlar anlattıkları edebî metinleri açıklıyor, edebî açıdan eleştiriyor ve eleştirilerinin sebeplerini de izah etmeye çalışıyorlardı. Yeri gelmişken işaret edilmesi gerekir ki söz konusu dönemde henüz edebî eleştirinin kural ve kaideleri bir ilim olarak belirlenmediğinden müeddiperin bu konudaki dayanakları esinlendikleri edebî ortam ve genel usullere uygun olmasıydı. Bu müeddip sınıfı, edebî metinlerin feṣâḥat, belâgat ve beyân yönünden bahsederken onları örnekler ve delillerle açıklamaya çalışıyorlardı. Böylece onlar önceden tamamen edebî zevke dayanan ve belirli kaideleri bulunmayan söz eleştirisine bir değişiklik getirmişlerdi. Nitekim bazı müeddipler tarafından kaleme alınan risaleleri edebî eleştiri yöntemindeki bu değişikliği apaçık bir şekilde ortaya koymaktadır. Ayrıca söz konusu risalelerin belâgatla ilgili başlıklarla adlandırılması da bu alanda bir değişikliğin filizlendiğinin göstergesiydi. Mu’erric es-Sedûsî (ö. 195/810-11)’nin el-Me‘ânî, Ebû Ḥâtim es-Sicistânî (ö. 255/869)’nin Kitâbu’l-feṣâḥa ve Muberred (ö. 286/900)’in el-Belâġa adlı risaleler, bunlara örnek olarak gösterilebilir. Ama onların şehirli gençlere sözün iyisini ve kötüsünü öğretirlerken benimsedikleri bu belâgat çabası edebî zevke dayanmakta olup köklü bir değişiklik olarak görülmemelidir. Zira gerek söz konusu müeddiplerin pek çoğunun doğal edebî zevke sahip bedevi olmaları gerekse onlarla sıkı ilişkilerinin bulunması ve onların şiir meclislerine katılmaları onların edebî eleştiri yaparken kullandıkları belâgat açıklamalarını doğal olmaktan çıkarmıyordu.380