• Sonuç bulunamadı

A. Yeşilçam Sineması

III. 1990 SONRASI TÜRK SİNEMASINDA SANAT FİLMLERİ

5. Bekleme Odası

Dostoyevski’nin Suç ve Ceza romanını filme çekme arzusundaki yönetmen Ahmet, başkalarının gözünde, çalışkan, ilkeli ve idealist, kendisine göreyse inançsız ve kibirli bir kişiliktir. Sevgilisi Serap, Ahmet’in duyarsız, yıkıcı tavırlarını hayatında başka bir kadının varlığına bağlar. Bir gece, ondan neler olduğunu öğrenmeye çalışır.

Sorulardan sıkılan Ahmet, hayatında iki aydır bir başkası olduğuna dair bir senaryo uydurur. Bunun üzerine Serap gözyaşları içinde evi terk eder.

Bu arada Ahmet’in asistanı Elif, filmin çekim hazırlıklarını sürdürmektedir.

Onun yaptığı deneme çekimlerini izleyen Ahmet, adaylardan hiçbirini Raskolnikov karakteri için uygun bulmaz. Hırsızlık yapmak niyetiyle evine girmek üzereyken yakaladığı, ancak polise teslim etmeyip serbest bıraktığı gence ulaşmak için polisteki sabıka kayıtlarını araştırır.

Kerem, bir sabah erken saatlerde evine gelerek Ahmet’e, sevgilisi Elif’in günlerdir ortalarda olmadığını anlatır. Aralarında uzun bir konuşma geçer. Kerem başta, Ahmet ve filmleri hakkında övgü dolu ifadeler kullanır. Konuşma ilerledikçe, Ahmet’le tanıştığından beri Elif’in karakterinde ve tavırlarında çok olumsuz değişiklikler olduğundan söz eder ve Ahmet’ten artık Elif’le çalışmamasını ister.

Polisten gelen telefon üzerine Ahmet, Emniyet Amirliği’ne gider. Teşhis etmesi için getirilen gençler arasında aradığı kişi (Ferit) de vardır. Fakat polislere yanıldığını söyler. Amirlikten çıkışta Ferit’le konuşur. Raskolnikov karakterini onun oynamasını istemektedir. Ferit’in kafası karışmıştır, ne diyeceğini bilemez. Ahmet ona telefon numarasını bırakır, karar verince aramasını ister. Eve döndüğünde kapıda tek başına oturmakta olan Elif’i bulur, onu içeri alır. Sabaha karşı telefon eden bir adam, Serap’ın yoğun bakımda yatmakta olduğunu, intihar girişiminde bulunduğunu

anlatır. Ahmet hastaneye gitmek üzere evden çıkar, ancak bir süre arabada oturup eve geri döner. Genç kadınla (Elif’le) sevişirler ve aralarında bir ‘ilişki’ başlar.

Ferit, filmde rol almayı kabul eder. Ahmet, Elif ve Ferit evde prova kayıtları yaparlar. Kerem, Ahmet’in evine, Elif’le konuşmaya gider, Elif’in ona dönmesini istemektedir. Genç kadın olanları Ahmet’e anlatır. Onun umarsız, duyarsız tavırlarına üzülür ve sinirlenir. Eşyalarını toplayıp orayı terk eder. Ahmet kadının arkasından gider, onu sevdiğini, kıskandığı için o şekilde davrandığını söyleyerek genç kadını geri getirir. Elif geceyi Ahmet’le geçirir; sabah bir mektup bırakarak ondan ve işinden ayrılır.

Ahmet Ferit’e ulaşmak için Elif’e telefon eder, ancak bir sonuç alamaz.

Sonunda Ferit’in evini bulur ve genç adamın gasp suçundan hapse girdiğini öğrenir.

Ferit’in kardeşine film çekimlerinin iptal edildiğini söyler.

Elif’in evden ayrılışından sonra, Serap’ın çekmece duran fotoğrafını çıkarıp bakar. Bu sırada Serap telefon ederek onunla görüşmek istediğini söyler. Akşam için randevulaşırlar, ancak Serap sözleştikleri yere gelmez. Telesekretere bıraktığı notta, son anda onu bir daha görmek istemediğine karar verdiğini söyler.

Elif’in daha önce deneme çekimi için randevu verdiği Sanem isimli genç ve güzel oyuncu adayı kadın, Ahmet’in evine gelir, onun filmi çekmekten vazgeçtiğini öğrenir. Tam apartmandan çıkmak üzereyken Ahmet, çay içmek üzere genç kadını içeri davet eder.

Ahmet, bilgisayarın başında Bekleme Odası isimli senaryo üzerinde çalışmaktadır. Sanem de evdedir, aralarında bir ‘ilişki’ başlamıştır.

a) Nietzsche Üzerinden Bekleme Odası’nı Okumak

Ahmet, senaryosu üzerinde çalışmaya devam ettiği Suç ve Ceza’yı çekmek konusunda tereddütlüdür. Film çekmeye, hatta sokağa çıkmaya dahi gücü olmadığını söyler. Elif, Ahmet’in isteksiz tavırlarının ardında Nietzsche hayranlığından öte bir şeyler olduğu kanısındadır. Bu sözler aracılığıyla Ahmet’in filozofa duyduğu hayranlık somut biçimde ifade bulur. Ayrıca Ahmet, Kerem’in Nietzsche ve Heidegger üzerene tez hazırlamakta olduğunu öğrenince, genç adamı takdir eder.

Ahmet karakterini ve filmin anlamsal dünyasını çözümlemek için Nietzsche anahtar bir konumdadır.

i) Nietzsche’nin Felsefesine Genel Bakış

1844–1900 yılları arasında yaşamış Alman düşünür Friedrich Nietzsche, Aydınlanma düşüncesinin mantıksal sonuçlarına ulaşırken Aydınlanmanın silahı olan aklı en keskin biçimde kullanmış ve ‘Tanrı’nın öldüğünü’ öne sürmüştür. Tanrı’nın ölümü karşısında, hümanizmin de anlam ifade etmediğini, zira insanın metafiziksel bakımdan ilk ve temel olma savının, Tanrı’nın yokluğunda bir temeli bulunmadığını savunmuştur. Hümanizme karşı çıkışında, insanı tanrılaştıran, ona hayvani varoluşunu aşma olanağı veren başarıların kökeninde, hakikatin değil de yanlışın ve yanılsamanın bulunduğunu göstermeye çalışmıştır.

Nietzsche, düzenli bir görünüşler dünyası fikrinin, uyumlu ve birlikli bir gerçekçilik inancının, koca bir yalan olduğuna, Batı metafiziğinin en azından Sokrates’ten beri gerçekçiliği çarpıttığına, metafiziğin insanlığın temel yanlışlarını sanki temel hakikatlermiş gibi ifade eden sözde bir bilim olduğuna inanmıştır. Aklın da duyuların tanıklığını çarpıtmak için kullanıldığını söyleyen düşünür, görünüşlerin fenomenal dünyası dışında hiçbir şeyin olmadığını savunmuştur.

19. yüzyılın güç ve güvenlik çağı olarak algılanışının aksine Nietzsche, modern insanın benimsediği değerlerin geleneksel dayanaklarının çöktüğünü düşünmüş, teknik ilerleme, insanlığın geleceğine ilişkin iyimserliğin doğuşuna neden olurken o, insanlığı bekleyen korkunç savaşları sezmiştir. Onun düşüncesinde Hıristiyanlığa duyulan inanç çökerken, Darwin’in evrim teorisine giderek daha çok kişinin inanır hale gelmesi, insanlar ve hayvanlar arasındaki ayrımı ortadan kaldırmıştır. Bu bağlamda vahşi ve korkunç savaşların ortaya çıkışı hiç kimseyi şaşırtmamalıdır.

Düşünüre göre, insan özü itibariyle iyi ve yetkin değildir. Bir kaplanın sırtına atlamak için can atan, tamahkâr, tatminsiz ve kötücül bir varlıktır. Bununla birlikte insanlar yüzyıllardan beridir bu doğru bilgiyi, insanın iyi ve yetkin bir Tanrı tarafından özel olarak yaratılmış eşsiz bir türün üyesi olduğu ve Tanrı’nın insanı yerleştirmiş olduğu evrenin teolojik bir sistem oluşturduğu kurgusu ya da sayıltısıyla bastırmıştır. Masaldan başka bir şey olmayan bu bilgi, insanları karşı koyma ve ondan habersiz olma arzularına rağmen, bilincimize âdeta zorla girmektedir. Bütün uzlaşımsallık ve geliştirilen tüm değerler, insanların dünyanın gerçek doğasını görmesini engellemeye hizmet eden araçlardan başka bir şey değildir. İnsan görünenin gerisindeki çıplak gerçekliği görmekten ve dünyanın amaçsız, anlamsız olduğunu teşhis etmekten kaçındığı için, yüzeyde kalmayı, rahatlık veren düşüncelere sığınmayı, ortalama değerlerle yaşamayı yeğler.

Nietzsche ‘Tanrı’nın öldüğünü’ söyleyerek ve ebedi dönüş öğretisini ortaya koyarak, insanının yeğlediği bu hayatı yıkmayı denemiştir. Tanrı’nın öldüğünü söylemek, insanların evrende bir düzen bulunduğuna artık daha fazla inanmayacaklarını söylemek demektir. Ona göre, nesnel bir düzen gibi görünen şey,

insanın evrende bir amaç ve anlam bulunduğuna inanma ihtiyacının, kaosa yansıtılmasından başka bir şey değildir. İşte, evrende olup biten her şeyin yeni baştan birçok defa ortaya çıkacağını dile getiren ebedi dönüş öğretisi, insanın amaçtan ve anlamdan yoksun bu dünyaya birçok kez geleceğini vurgulayarak durumu biraz daha ağırlaştırmaktadır. Nietzsche’nin düşüncesinde Tanrı yoksa insanın çaba ve mücadelesini boşuna olmaktan kurtarıp temellendirecek bir şey de yoktur ve ilerleme denilen şey tam bir yanılsamayı ifade eder.

Nietzsche’ye göre 19. yüzyılın fabrikada çalışan köle insanı, tıpkı Platon’un mağara eğretilemesinde olduğu gibi, bir mağaranın dibinde zincire vurulmuş olarak ve duvardaki gölgeleri gerçek sanarak yaşamaktadır. Nietzsche de Platon gibi zincirlerden kurtulmanın olanaklı olduğunu kabul eder, ancak ondan ayrıldığı nokta mağaranın dışında başka bir dünya olduğuna inanmayışıdır.30 Nietzsche’nin düşüncesinde, zincirlerden kurtuluştan, mağaranın ağzına doğru tırmanıştan söz edilebilir, ancak mağaradan çıkış söz konusu değildir. İşte mağaranın karanlığı içinde, zincirlerden kurtulup anlamsız olduğunu bile bile bu tırmanışı tekrarlayan, bu acımasız hakikati kabul edebilecek kadar güçlü olup gülebilmeyi beceren insan, Nietzsche’nin üstün insanıdır. Bu üstün insan sanılanın aksine Hitler değildir.

Varoluşun boşluğunu ve anlamsızlığını görebilen, mağaradaki karanlık içinde her şeye rağmen tırmanmayı seçen az sayıdaki bireydir. Üst insan kendisi, tutkuları, güçlü yanları ve zayıflıkları üzerinde egemenlik kurarak, başkalarının ya da kendisinin tutku ve güçsüzlüklerine köle olmaktan kurtulup efendi haline gelmiş

30 Platon’a göre, az sayıdaki insan ne kadar zahmetli olursa olsun, zincirlerden kurtulup mağaranın dışına, İdealar Evrenine yükselebilir. Bunu da insanlar herhangi

insandır. Üst insan varlığın doğasını, varoluşun özünü temaşa ettikçe, bulantı duyan fakat bu bulantıyı aşacak kadar güçlü olan insandır.

Örnek olarak Büyük İskender’i, Sezar’ı, Napolyon’u, Leonardo’yu ve Michelangelo’yu sayan Nietzsche’ye göre, üst insan eğilip bükülmeyecek derecede güçlü ve katı, geleneksel kurum ve değerleri yıkabilecek kadar cesur, bulamadığı düzeni meydana getirebilecek kadar yaratıcı ve kötümserliği olumlamaya dönüştürecek kadar seçkin biri olmak zorundadır. Üst insanı belirleyen en önemli özellik olarak yaratıcılığı sayan düşünür, yaratıcılıktan daha çok sanatsal yaratıcılığı anlamak ister. Yaratıcılığı da güç istemine bağlar ve güç isteminin, doğaları farklı da olsa tüm insanlarda ortak bir öğe olduğunu öne sürer. İnsanoğlu yalnızca kendini korumak ve yaşamak istemez; onun asıl istediği güçlü olmaktır. Bu evren de güçlü olma isteğinin hüküm sürdüğü bir evrendir.

Güç istemi, güçlü olma arzusu, kendisini hiçbir sınır tanımadan her yöne fırlatmak, her tarafa saldırmak şeklinde gösterir. Ancak bu hayvani, vahşi bir şeydir.

Oysa insanı farklı kılan, insan yapan şey, kendisindeki güç istemini koruyup yönlendirebilme yeteneğidir. Nietzsche’ye göre güç isteminin en yüksek ifadesi ise, insanın, ideal bir düzen yaratma adına, kaosa düzen yükleme aracıyla kendisini disipline etmesidir. Üstün insan başkalarından çok kendisini aşabilen, başkalarının değil de kendisinin efendisi olabilen insandır. Üst insanı, insanın kendi kendisini gerçekleştirebilmesinin bir modeli olarak gören Nietzsche, bu bağlamda sanatsal yaratıcılığı, insanı Tanrı’ya en fazla benzeten özellik olarak değerlendirmiştir. Tanrı yoksa düzen de yoktur, yaratıcı ya da üst insan kendi içindeki kaostan minyatür bir düzen yaratıp bunu dış dünyadaki kaosa aktarabilen kişidir.

İnsan için mutluluğun hazda değil, güçlü olmakta yattığını öne süren filozofa göre, böylesi bir mutluluğa varmak sert bir disiplin gerektirir. İnsan hayvani içgüdülere, basit hazlara kapıldığı sürece gerçek ve üstün güçten yoksun kalır.

Duygularını, eğilimlerini yücelterek hayvanların içinde bulunduğu durumdan sıyrılan, bu şekilde yükselen ve gerçek insan varlığına ulaşan ideal insan Nietzsche’nin üst insanıdır ve ona göre üst insan insanoğlunun amacıdır.

Üst insana yakışan güçlü, korkusuz ve acımasız olmak, yaratıcılığa yönelmektir. İnsan ahlaki değerleri olduğu gibi benimsememeli, yeni değerler yaratmalıdır. İnsanoğluna iyinin ve kötünün ne olduğunu anlatacak, açıklayacak ve kabul ettirecek üstün otoriteler bulunmamaktadır; insan yapayalnızdır ve hayatının anlamını bağlanacağı değerleri yeni baştan özgürlük içinde kendisi yaratmak zorundadır.

Hıristiyanlığın ve genel olarak idealizmin ahlak anlayışının bir sahtekârlık ve bir yanıltmaca olduğunu söyleyen Nietzsche, acıma ve sevgi ahlakını üst insanı yolundan çeviren, onu güçsüz insanlar düzeyine indiren ve küçülten bir tuzak ve ikiyüzlülük olarak görmüştür. Köle ahlakı olarak nitelendirdiği bu değerler bütünü yerine, efendi ahlakını önermiş ve bu yolla insanlara yeni amaçlar ve değerler getirmeye çalışmıştır (Cevizci, 1997: 502–505; Danto, 2002).

ii) Nietzsche Bekleme Odası’nda

Nietzsche’ye göre insan doğası gereği kötü bir varlıktır. Bu bağlamda Ahmet karakteri hakkında birbiriyle bağlantılı iki düşünce öne sürülebilir. Ahmet, tıpkı Nietzsche gibi insanın (ve kendisinin) doğasında tamahkârlık, tatminsizlik, kötücüllük gibi özelliklerin varlığını kabul etmiş, bu bağlamda kötülük, yıkım, suç gibi temaları sorgulayan filmler yapmayı seçmiştir. Diğer yandan Ahmet’in ‘ideal

değerleri’ bir kenara bırakıp kendi değerler sistemini yaratmaya çalıştığı (ki Nietzsche’ye göre de yapılması gereken budur), bu nedenle de kötülük ve iyilik hakkında genel–geçer gibi görülen yargıları ters yüz etmek için filmlerinde bu temalara eğildiği de düşünülebilir. Kısacası, Ahmet kendi gözünde (tıpkı diğer insanlar gibi) doğası gereği kötüdür ve durumun bilincindedir. Fakat aynı zamanda kendine yeni bir değerler sistemi kurmaya çalışmaktadır.

Ahmet’in, Nietzsche’nin üstün insanına yaklaşan ve ondan uzaklaşan birtakım özellikleri de bulunmaktadır. Bu bakış açısından, onun mağara eğretilemesindeki zincirlerini kıran, ancak mağaranın ağzına doğru tırmanmaya çalışırken, kadınlara cinsellik odaklı bakışında olduğu gibi, yenemediği zaafları yüzünden sürekli aşağı düşüp yeniden tırmanışa geçmek zorunda kalan bir kişi olduğu da iddia edilebilir.

Ahmet, Kerem’le aralarında geçen konuşmada, Suç ve Ceza’yı filme çekmek istemesinin, Dostoyevski hayranlığıyla değil, suç ve kötülük konularının ilgisini çekmesiyle alakalı olduğunu söyler. Kerem’e göre roman, inanç ve diriliş üzerine kuruludur, oysa Ahmet “İnsanına göre değişir bu” diyerek aynı kanıda olmadığını belirtir. Belki de romanı insan doğasındaki kötülük kavramıyla ilişkilendirmek ya da iyilikle kötülük hakkındaki kalıplaşmış yargıları sorgulamak niyetindedir.

Kerem, yönetmenin daha önceki filmlerinde de yer alan yıkım, kötülük, inançsızlık, suçluluk gibi temalarla Ahmet’in neden bu kadar ilgili olduğunu anlamlandıramaz. Onu her şeyi ciddiye alan, çalışkan, idealist, ilkeli ve mütevazı biri olarak algılamaktadır ve çevresindeki pek çok insanın da bu görüşleri paylaştığını söyler. Ahmet dışarıdan böyle görülmesine şaşırır. Ona göre kibirli, kendini beğenmiş biridir ve Kerem’in sözlerini hoşuna gitse de ‘kim olduğunu, kaç para

ettiğini’ bilen biri için fazla abartılı bulur. Kim olduğunu, kaç para ettiğini bilmek sözü daha çok olumsuz çağrışımlar yapmaktadır. Ahmet’in bu sözlerle kendine karşı gerçekçi ve bilinçli bir yaklaşım sergilediği söylenebilir. Kötü olduğunun farkındadır, ancak bu farkındalık onu mütevazı değil, kibirli yapar. Nietzsche’nin felsefesinde daha önce de değinildiği üzere, uzlaşımsallık ve geliştirilen tüm değerler, insanların dünyanın gerçek doğasını görmesini engellemeye hizmet eden araçlardan başka bir şey değildir. İnsan görünenin gerisindeki çıplak gerçekliği görmekten ve dünyanın amaçsız, anlamsız olduğunu teşhis etmekten kaçındığı için, yüzeyde kalmayı, rahatlık veren düşüncelere sığınmayı, ortalama değerlerle yaşamayı yeğler. Oysa Ahmet insan doğası ve dünyanın anlamsızlığı hakkındaki

‘gerçekleri’31 görmeyi başardığı için ayrıcalıklı, dolayısıyla kibirlidir.

Evrende bir amaç ve anlam bulunduğuna dair ‘yanılsamadan’ sıyrılmıştır. Bu nedenle bu ‘anlamsız’ hayattan da hiçbir özgül beklentisi yoktur. Evine kapanmış, zorunlu haller ve kadınlara karşı ‘aşamadığı’ ilgisi dışında kendisini insanlardan da soyutlamıştır. Ahmet’in, yaşamı Nietzsche’nin felsefesinde karşılığını bulur şekilde algılayışı, Demirkubuz’un şu ifadelerinden de çıkarılabilir:

“(...) Bekleme Odası bana bir meseleyi sunma olanağı veriyordu, o da kısaca şu: Beklerken buna zamanın geçmesini, ölümü ya da pek çok şeyi beklerken diyebiliriz, kadınlar dışında yaşamla ilgili bütün angajmanlarını halletmiş birinin hayatla oyalanmasını anlatır film. Beklediği spesifik hiçbir şey yok, çok abartırsak ölümü beklediğini söyleyebiliriz belki” (aktaran Öperli, 2004:

30).

Kerem, Ahmet’le geçen konuşmasının devamında Elif’in sinema dünyasına girdikten sonra çok değiştiğini anlatır. Ona göre, Elif önceden açık, dürüst, ilkeleri, değerleri olan biriyken Ahmet’le tanışmasından sonra insanı sürekli tehdit eden, her

31 Nietzsche’ye ve onun görüşlerini paylaşanlara göre doğru kabul edilen görüşler,

şeyi küçümseyen, hiçbir şeyi beğenmeyen, saygısız, bencil birine dönüşmüş, hiç öyle biri olmadığı halde kendine ağır, melankolik bir hava vermeye başlamıştır. Üstelik yaptığı işlerle insanları aşağılamaktadır. Kerem’in tek isteği Elif’in biraz adaletli olmasıdır. Ahmet’e göreyse bu bir insandan istenebilecek en zor şeydir ve hiç kimseden hiçbir şey beklememek en iyisidir, “Ayrıca adalet duygusu en çok hak arayanların elinde zavallılaşır”.

Kerem konuşmanın sonunda çözülür ve Ahmet’e bütün bunların onun yüzünden olduğunu söyler. Bu noktada, Kerem’in başlangıçta söylediği ilkelilik, idealistlik gibi sözlerin, aslında sadece Ahmet hakkındaki ‘dışarıdan görünen genel kanıyı’ ya da Elif’in bakış açısını yansıttığı düşünülebilir. Çünkü Elif’teki tüm olumsuz değişiklikleri Ahmet’le tanışmasına bağlamaktadır. Kerem’e göre Elif, Ahmet’i rol modeli32 olarak seçmiş ve ona öykünmesiyle bütün iyi özellikleri, yerini kötülere bırakmıştır.

Ahmet Kerem’in bu tespitlerine itiraz etmez, hatta doğru olabileceğini söyler.

Merak ettiği şey, sevgilisi olarak Kerem’in başaramadığı şeyi nasıl olup da bir başkasının başarabildiğidir. Genç adam bunu başarabilecek kişinin, her şeyi ortada olan bir sevgili değil, gizemli bir yabancı olduğunu düşünmektedir. Ahmet Kerem’in sözlerinden incinmez ya da ona sinirlenmez. İnsanı sürekli tehdit eden, bencil, kibirli, hiçbir şeyi beğenmeyen, saygısız biri olmak (az önce belirtildiği üzere Kerem Elif’teki değişim üzerinden Ahmet hakkındaki asıl kanılarını bu sözlerle dile getirir), onun için olumsuzlukla özdeş değildir, hatta ‘efendi ahlakı’ ile uyumludur.

Nietzsche’nin öngördüğü üzere Ahmet kendi değer yargılarını yaratmıştır.

32 Rol modeli kişinin hedeflerini, tutumlarını veya davranışlarını, örnek aldığı, özdeşim kurduğu ve taklit etmeye çalıştığı insan ya da gruplar anlamına gelir

Sevgilisi Serap’ın, hayatında biri olup olmadığı sorusuna başlangıçta cevap bile verme gereği duymaz. Sinirli bir hareketle sigarasını yakar, kadının konuşmaya başlarken kapattığı televizyonu açarak bir futbol maçı izlemeye başlar. Serap sevdiği adamın yıkıcı tavırlarının ardındaki nedeni öğrenmek için sorularına devam eder.

Ahmet sırf sorgulanmaktan sıkıldığı için iki aydır bir başkasıyla birlikte olduğunu ve onu sevdiğini söyler. Serap’ın acı çekmesini umursamadan televizyona bakmaya devam eder.

Serap yatak odasında gözyaşlarına boğulmuştur. Ahmet banyodan çıktıktan sonra yatak odasına yönelir. Bir süre durup bakar. Sonra arkasını dönüp televizyon izlemek üzere salona gider. Serap elinde valizi evi terk ederken tek bir kelime dahi etmez. Serap’ın intihara kalkıştığını ve yoğun bakımda yatmakta olduğunu öğrendiğinde de hastaneye gitmek niyetiyle evden çıksa da vazgeçip geri döner.

Hümanizme, sevgi ahlakına inanmaz, Nietzsche’nin üst insanını yolundan çevirdiğini öne sürdüğü acıma duygusuna da sahip değildir. Sevgilileri, Ahmet’e aşkla, sevgiyle ve tutkuyla bağlanmakta ve doğal olarak birtakım insani beklentiler içine girmektedirler. O ise yoğun bir amaçsızlık ve anlamsızlık duygusu içinde, beklentileri umursamadığı gibi, ruh halinin kadınlar üzerindeki yıkıcı etkileriyle de ilgilenmez.

Ahmet’in bir yönetmen olarak, hayatını belirleyen en önemli kavramlardan biri sanatsal yaratıcılıktır. Elif ve Kerem’in sözlerinden anlaşıldığı üzere, belirli bir izlerkitlesi olan, filmleri saygı gören bir yönetmendir. Ancak Ahmet filmlerinin saygı gördüğüne inanmaz, söylenenleri palavra olarak niteler. Yaptığı her filmden sonra pişmanlık duyduğunu söyler, Elif’in film yapmazsa ne yapacağı sorusuna karşılık olarak da “Bilmiyorum, aşağılanmanın daha basit bir yolunu buluruz herhalde” der.

Kerem ve Elif’in sözlerinin yanı sıra, Ahmet’in ilgi alanlarına ve yaşam biçimine de bakarak onun sanat filmleri yapan bir yönetmen olduğunu çıkarabiliriz.

Sanat filmleri yapmak Ahmet’e, Nietzsche’nin öngördüğü biçimde güç kazandırmaz.

Çünkü varsayabiliriz ki filmleri, İtalyan Yeni Gerçekçilerinin Hollywood’a, Godard’ın geleneksel sinemaya karşı duran filmleri gibi, var olan düzeni bozan yapıtlar olamamış, belli çevrelerin ‘sözde’ saygısını kazanmakla yetinmiştir. Güç istemini karşılamadığı için Ahmet, yaptığı her filmden sonra pişmanlık duymakta, yaptığı işi bir çeşit aşağılanma olarak görmektedir.

Ahmet, evrende bir amaç ve anlam bulunmadığı ‘gerçeğini’ görmüştür, insana sadece insan olduğu için değer vermekten, acıma duygusundan uzak durur, sanatsal yaratıcılığa sahiptir, ancak tüm bu niteliklerine karşın Nietzsche’nin üst insanı değildir. Düşünürün hayvani içgüdülerden, basit hazlardan arınmaksızın gerçek ve üstün güçten yoksun kalınacağı düşüncesine göre, Ahmet gerçek güçten yoksundur.

Elif’le seviştikleri gece parmaklarının ucuyla kadının sırtını okşaması dışında, ona karşı herhangi bir sevgi ya da şefkat belirtisi göstermez. Genç kadına karşı buyurgan tavırlar sergiler. Geceleri birlikte geçirmek ışında, aralarındaki ilişkide bir değişiklik olmaz. Elif hâlâ ona ‘siz’ diye hitap etmektedir. Kerem’in Elif’le konuşmaya geldiği günün gecesinde, Ahmet genç kadını balkonda, karanlıkta tek başına otururken bulur. Aç olup olmadığı dışında, Kerem’in o gün eve geldiğini bildiği halde hiçbir şey sormaz. Yemeğini yedikten sonra televizyonu açar, kanaldan kanala geçer. Elif de tıpkı Serap gibi Ahmet’in umursamaz, duyarsız tavırları karşısında dehşete kapılır. Oysa Ahmet’in ne kadınlardan sevgi ve şefkat beklentisi vardır, ne de kadınlara karşı duygusal bir yaklaşımı. Çünkü kadınları (ya da o ana

dek hayatına giren kadınları) cinsel birer arzu nesnesi olarak görür ve birlikte olduğu kadına bunun dışında anlamlar yüklemez. Duygularını ve eğilimlerini yücelterek ideal bir konuma getirmez. Hayatına döngüsel biçimde girip çıkan kadınlara bakışı, haz isteminin ön plana çıkmasıyla ilişkilidir. Tutkularını, hayvani güdülerini disipline edemediği için (Nietzsche’nin perspektifinden bakarsak) güçsüzdür.

Elif’e, Serap’ın kendisini aldattığını, bu yüzden kadının ağzını burnunu kırdığını ve ayrıldıklarını anlatır. Kendisini aldatılmış, terk edilmiş, öfkeli ve zavallı erkek konumuna getirir. Elif, Ahmet’in evinde kalmaya başladıktan sonra ona Serap’tan haber alıp almadığını sorar. Ahmet, birlikte olduğu adamla İzmir’e yerleşeceklerini, ikisi için kurdukları hayalin, başka bir erkekle gerçekleştirilmesinden ve eski sevgilisinin başka biriyle olmasından üzüntü duyduğunu söyler. Kendisini aldatılmış, terk edilmiş, acı çeken erkek konumuna yerleştirerek Elif’i bir kez daha kandırır. Ahmet, gerçeği (Serap’ın sırf sorularından sıkıldığı için ona hayatında başka biri olduğunu söyleyerek evden gitmesine neden olduğunu, kadının cinsellik dışında onun için hiçbir şey ifade etmediğini) anlatmak yerine, Elif’e makul gelecek ve Ahmet’in yıkıcı ruh halinin nedeniymiş gibi görünebilecek yalanlar uydurur. Böylece durumu idare etmekte, Elif’in kafasında ona karşı oluşacak kötülük yargısını da bertaraf etmektedir. Üstelik Elif’in evde kalmasını sağlamak için, ondan özür dilemekten, doğru olmadığı halde onu sevdiğini ve kıskandığını söylemekten de geri durmaz. Kendisine bir değerler sistemi yaratsa da yarattığı değerlerin arkasında durabilecek kadar cesur değildir.

Behçet Güleryüz Ahmet karakterini sebepsiz kötülükle ilişkilendirmektedir:

“(...) Başkarakter yönetmen Ahmet’in seyirciyi rahatsız edici tavrı daha yüce idealler için yaptığı bir kötülükten kaynaklanmıyor aksine filmde Ahmet’in tutumu özellikle hayatındaki kadınlara karşı davranışlarında bolca örneklendirdiği gibi sebepsiz bir kötülük içeriyor. Kötülüklerin teması bu

Benzer Belgeler