• Sonuç bulunamadı

Basra Körfezi, özellikle Sâsânîler ile Bizanslılar arasında devam eden ticarî çekişmelerin sonucunda, Abbasîler dönemine gelindiğinde çok canlı bir hal aldı. Bizans ile Sâsânîlerin bu bölgedeki ticarî üstünlüğü ele geçirme yarışı nedeniyle yaptırmış oldukları yollar, körfez bölgesinin ticarî anlamda çok geniş bir yol ağına sahip olmasını sağladı. İslam devletinin kurulması ise; hem siyasî hem de kültürel anlamda bir birliğin sağlanmasına vesile oldu. Devam eden fetihler neticesinde ise körfezin çehresi tamamen değişti. Abbasîler ticarî anlamda Hindistan’ın kuzeyinden doğuda Çin sınırlarına, batıda ise Fransa’ya kadar olan geniş bir bölgeye hükmeder hale geldiler. Bu yeni Abbasî devleti, mevcut şartlara ayak uydurabilmek ve yeni İslam kültürünü yerleştirebilmek için birtakım düzenlemeler yapmak zorundaydı546

.

İlk dönem Abbasî halifeleri, özelliklede bu devletin gerçek kurucusu olarak nitelendirilen Ebu Cafer el-Mansûr, medeni bir devlet kurabilmenin ön koşulu olarak, ekonomik bakımdan güçlü bir yapıya sahip olunması gerektiğinin bilincindeydi. Bu

543 Endonezyanın batısında kalan ve buranın en büyük adası olan Sumatra, yüzölçümü bakımından dünyadaki altıncı büyük adadır. Bkz; tr.wikipedia.org/wiki/Sumatra

544 Bekr, a.g.e, s. 192, 309; Adevî, Devletü’l İslamiyye, s. 132-133. 545 Bekr, a.g.e, s. 192-194.

bakımdan hem devletin hem de halkın refahını sağlamak için ekonomik birtakım düzenlemelerin yapılması gerekliydi. Devletin bekasına hizmet etmekte iktisadî gücün ne denli önemli olduğuna vurgu yapan el-Mansûr; “ eğer maddi güç bir ülkenin hâkimiyetine katkıda bulunmuyorsa, o ülkenin ne dini ve dünyevi huzurundan, ne de dini ve dünyevi şerefinden söz edilemez. Biz ancak malı devleti güçlendirmek için harcamakta lezzet buluruz, yoksa malın kendisine değer verdiğimizden değil”547

diyerek dile getirmektedir. el-Mansûr’un, yaptığı hesaplarda tek bir Danik’i548 dahi göz ardı etmemesi, onun “el-Mansûr ed-devânikî” veya “Ebu’d-devânik” yani daniklerin babası diye şöhret bulmasına neden oldu549

.

Abbasîlerin iktisadî manada yapmış oldukları en büyük hamle; doğunun ticarî mallarını dünyanın geneline taşıyan çok büyük ticarî yollar inşa etmeleriydi. Abbasîler dönemindeki İslam devletinin haritasına baktığımızda, dünyadaki üç önemli ticâret yolunun, (Emevîler sonrası yapılan fetihlerle birlikte) hem kara hem de deniz ticâret kafilelerini taşıyacak şekilde İslam topraklarından geçtiğini görürüz. Öyle ki bu yolları o dönemde ciddi askerî birlikler koruma altına alarak, ticarî güvenliğin sağlanması hususunda en üst düzeyde çaba sarf ediyorlardı. Bu dönemdeki kara yolu, Çin’den başlayarak Hindistan’ın kuzeyinden Abbasî devletinin topraklarına kadar gelir ve Akdeniz’in doğusuna kadar güvenli bir şekilde uzanırdı. Yine bu dönemde hem Basra Körfezi’nin hem de Kızıldeniz’in doğuya uzanan deniz yolları, Abbasî devletinin kontrolü altında olup, her iki bölgedeki ticarî faaliyetlerin idaresi de Abbasîlerin elindeydi550. Aynı zamanda birer posta yolu olarak da kullanılan bu güzergâhlar, Bağdat-Kayrevân, Bağdat-Şam ve Bağdat-Maşrık arasında uzanmaktaydı. Bağdat- Kayrevân yolu; Musul, Sincâr ve Dicle nehrine paralel uzanan beldelerden Cizre’ye, Cizre’nin içinden Nusaybin, Rakka551

, Menbic, Halep, Hama, Humus, Ba’lebek552, Dımaşk, Taberîye, Remle553, Kahire, İskenderiye ve Kayrevân’a ulaşıyordu. Bağdat-

547 Taberî, a.g.e, c. VIII, s. 88. 548

Genel olarak altıda bir anlamındadır, özel olarak ağırlık ve para birimi olarak 1/6 dirhem ya da (daha sık) 1/6 dinar miskaldir. Bkz; Walther Hınz, a.g.e, s. 13.

549 Hasan İbrahim, a.g.e, c. III, s. 208. 550

Askerî, a.g.e, s. 78; Adevî, a.g.e, s. 132-134. 551

el-Cezîre bölgesinde Fırat nehrinin üzerinde Harran’a üç günlük mesafede yer alan bir şehir olup Hicrî 17./638 yılda Kûfe valisi Sa’d b. Ebî Vakkas’ın gönderdiği kumandan İyâz b. Ganm tarafından barış yoluyla fethedilmiştir. Hamevî, a.g.e, c. III, s. 67.

552 Suriye’nin başşehri Dımaşk’tan oniki fersah uzaklıkta bulunan ve eski medeniyetlere ait birçok bina ve eseri bir arada barındıran Ba’lebek, Hicrî 14./635 yılda Ebu Ubeyde b. el-Cerrâh tarafından barış yoluyla fethedilmiştir. Hamevî, a.g.e, c. I, s. 537 vd; Kazvinî, Asâr, s. 156.

553 Filistin topraklarında yer alan büyük bir şehir olup, Emevi halifesi Velîd b. Abdulmelik iktidara gelince, kardeşi Süleyman’ı kumandan tayin ederek buraya göndermiştir. Daha sonra burası haçlıların

Şam arasında uzanan yol ise Fırat nehrinin batı sahili boyunca uzanan yolda; Hît554 , Enbâr ve Dımaşk’a gidiyordu555. Bağdat ile Maşrık (doğu) arasında devam eden yol ise önce Hulvan’a ardından ise sırasıyla Rey, Nişâbur, Merv, Buhârâ ve Semerkant’tan Çin’e varıyordu. Merv’den itibaren ikinci bir diğer yol ise; Horasan’ın içinden geçerek Mervürrûz ve Tâlikân’a, oradan da Ceyhun Nehrini556

geçerek Fergâna’ya ulaşmaktaydı557

.

eline geçmiş ve Hicrî 587/1191 yılında Selahaddîn-i Eyyûbî tarafından fethedilerek düşmanın eline geçmesin diye tahrip edilmiştir. Hamevî, a.g.e, c. III, s. 79.

554 Irak topraklarında Fırat nehri üzerinde yer alan bir şehirdir. Hamevî, a.g.e, c. V, s. 482-483. 555 Aykaç, a.g.e, s. 60.

556

Bu nehir çeşitli milletler tarafından değişik adlarla anılmaktadır. Örneğin Çinliler Wu-hu, İranlılar Veh-röz/Behröz, Araplar Ceyhun/Belh nehri, Türkler ise "ırmak" anlamında olan Ögüz adını vermişler, Grek ve Latin yazarları da bu son ismi halk etimolojisi ile Oxus'a (öküz) çevirmişlerdir. Halen kullanılmakta olan Amuderya adı, nehrin kıyılarındaki Amül/Amûya şehrinin adından alınmıştır. Nehir Pamir ve Hindukuş dağlarının birleştiği yerde, 4950 m. yükseklikteki kaynağından Aksu (Penç ırmağı) adı altında doğup batıya doğru ilerler ve kuzeyden, başlıca Pamir Vahan suyu, Kızılsu, kâfirnihân ve Suhrân, güneyden de kökçesu kollarını alarak Kunduz-Belh hizasında kuzeybatıya döner. Bu dönüşten sonra kısmen çöller ve bozkırlar içinde, kuzeybatı yönünde ilerler, sonunda Aral gölüne dökülür. 2540 km. uzunluğundaki nehrin kıyılarında önemli yerleşim merkezleri yer alır. İstahrî, a.g.e, s. 296-299; İbn Havkal, Sureti'l-Arz, s. 460-461; Hamevî, a.g.e, c. II, s. 228-229; Emel Esin, “Amuderya”, DİA, c. III, İstanbul, 1991, s. 98-99.

Harita: İsmâil Râci Fârûkî, İslam Kültür Atlası, s. 278.

Abbasîler ortaya çıktıkları ilk dönemlerden itibaren, kendi hilafet bölgelerinin ekonomik canlılığını ve devletlerinin temel gücünü oluşturacak olan ticâret yollarını birbirine bağlama çabası içinde oldular. Çünkü bu yollar onları Dünya ile birbirine bağlamaktaydı. Abbasîlerin, Şam yerine Bağdat’ı kendilerine başkent yapmaları, Basra Körfezi’ni, ticarî faaliyetlerin en yoğun şekilde yaşandığı bir merkez haline getirdi. Abbasîlere karşı koyu bir Emevî taraftarlığı olan Farslıların, Şam’da yoğun bir şekilde

yaşamaları, Abbasîleri bu bölgeden uzak bir yerde başkent kurmaya sevkeden sebeplerden biriydi ve neticede bu durum Abbasîleri, Basra Körfeziyle Kızıldeniz arasında yeni yollar kurmaya yöneltti. Her iki bölgenin de deniz yoluna sahip olması ve ticâretlerinin tek bir kaynağa (Hind Okyanusu) uzanması ve yine tek bir pazarda (Doğu Akdeniz ülkeleri) buluşmaları gibi sebepler, Abbasîlerin burayı tercih etmelerinde etkili oldu. Abbasîler, bu ilk dönemlerde kurdukları yollar sayesinde, Basra Körfezi’nin ve ona uzanan yolların, iktisadî gücü sağlamadaki önemini daha iyi anladılar. Ayrıca bu durum sadece Abbasî devleti açısından değil aynı zamanda tüm dünya açısından da bir birlik sağlamaktaydı. Çünkü Basra Körfezi, yolları ve kuşatmış olduğu toprakları sayesinde, Güneybatı Asya ile Akdeniz’in doğusunu doğal bir bağ ile biri birine bağlamaktaydı. Körfezin deniz bağlantıları sayesinde, hem körfezin kendi topraklarında hem de çevresindeki topraklarda, siyasî ve coğrafi birliktelik meydana geldi. Öyle ki bu birlikteliğin beraberinde getirmiş olduğu huzur, bölgedeki ticarî canlılığın ve istikrarın gelişmesini sağladı558

.

Abbasîlerden önceki mevcut yönetimler, Basra Körfezi’ndeki ekonomik gücü anlamakta ve bu bölgede ticâret için gerekli olan deniz yollarını hazırlamakta aciz kaldılar. Özellikle Sâsânîler ve Bizanslılar, güçlerini sadece birbirlerini yok etmek ve bölgenin hâkimiyetini ele geçirmek için harcadı. İslam devletinden önceki körfez tarihine baktığımızda bu bölgenin büyük devletlerin arasında meydana gelen çekişmelere sahne olduğunu görüyoruz. Öyle ki bu durum Büyük İskender döneminden başlayıp, Bizanslılar ve Sâsânîler arasında cereyan eden mücadele dönemine kadar devam etti. Bu bölgede söz konusu çekişmelerin en büyük halkasını ise Bizans ve Sâsânîler arasında yapılan uzun süreli mücadeleler teşkil etmektedir. Körfezde meydana gelen bu çekişme ve mücadeleler, doğal olarak körfezin çehresini değiştirerek ekonomik anlamda bu bölgedeki birliği ve huzuru olumsuz yönde etkiledi. Birbiriyle çekişen kuvvetlerin Basra Körfezi’nde ortaya çıkardığı en büyük sorun ise; körfezdeki ticarî canlılığın, Kızıldeniz’e yönelmesi oldu. Çünkü körfezdeki gergin ortam, deniz ticâretinin Kızıldeniz’e kaymasına zemin hazırladı. Basra Körfezi’nin yönetimini ele geçirmekte aciz kalan devletler, hemen Kızıldeniz’deki ticârete yönelerek alternatif yol arayışına girmekteydi. Bu durumu fark eden Sâsânîler, Basra Körfezi’nin ticarî canlılığını koruyabilmek için, Kızıldeniz ticâretini ortadan kaldırma çabası içine girdi. Ancak Sâsânîlerin giriştiği bu faaliyet, ticarî idrakten ve ekonomik hakikatlerden

uzaktı559. Çünkü dünya ticâret pazarında her iki yolunda kendine has bir konumu bulunmaktaydı. Yani birini diğerine tercih edip, öbürünü görmezden gelmek neredeyse imkânsızdı. Körfezdeki söz konusu bu çekişmelerin beraberinde getirdiği siyasî istikrarsızlık ve güvensizlik ortamı; ticarî canlılığı etkilediği gibi, Körfezin ticarî anlamda tek merkez olma özelliğini kaybetmesine de neden oldu. Bu durum Abbasî hilafetine kadar aynı şekilde devam etti560

.

Abbasîler, körfez bölgesine geldiklerinde, daha önceden yapılan Arap fetihlerinin varisleri olarak hem Bizanslılardan hem de Sâsânîlerden daha güçlü bir hâkimiyet kurdular. Öyle ki Şam, Irak ve İran, İslam topraklarının sınırları içine girince, Asya’nın batısından, Akdeniz’in doğusuna kadar uzanan geniş bir hâkimiyet sahası kurulmuş oldu. Söz konusu bölgelerde toprak bütünlüğünün sağlanması, beraberinde iktisadî birlikteliği de getirdi. Özellikle Abbasîlerin Körfez bölgesinde ve Körfezin uzandığı mıntıkalarda izlemiş olduğu tek idare ve tek ekonomik merkez siyaseti sayesinde, bölgenin toprak bütünlüğü sağlanarak ekonomik denge korunmuş oldu561. Abbasîlerdeki merkezi yapı hakkında bilgi veren Hatip el-Bağdadi; Halife Hârûnürreşîd döneminde, Basra, İran, Ahvaz, Yemame ve Bahreyn yörelerinin yönetimini halifenin en kudretli komutanlarından olan el-Mu’li’nin, geri kalan diğer bölgeleri ise Abdullah b. Abbas ve Umare b. Hamza’nın üstlendiğini dile getirmektedir562.

Yönetimi tek merkezde toplayan Müslümanlar, Abbasîler döneminde hem Basra Körfezi’ne hem de Kızıldeniz’e hükmeder hale geldiler. Aynı şekilde Akdeniz’in doğu beldeleri de dolaylı olarak İslam devletine bağlıydı denilebilir. Çünkü bölgenin ticâreti tamamen tüccarların bu iki yoldan (Basra Körfezi-Kızıldeniz) getirdiği mallar ile yürümekteydi. Başka bir deyişle Abbasîler, bölge tarihinde daha önce örneği görülmemiş bir şekilde o dönemdeki bölge ticâretinin tek efendileriydiler. Bölge ticâretinde ki ticarî yenilikler, hem Basra Körfezi’nin ticarî canlılığında hem de ekonomik imkânlarının daha belirgin bir şekilde ortaya çıkmasında kendisini hissettirdi. Abbasî devleti, tüm gücünü Basra Körfezi’nin ticarî canlılığı için harcıyordu. Nitekim Basra Körfezi’ndeki ticarî hareketliliğin artmasıyla birlikte güçlenen Abbasî hilafeti, bölgede en güçlü devlet haline geldi. Abbasîler kısa sürede güçlü bir ekonomik yapıya

559

Cevad Ali, a.g.e, c. I, s. 58. 560 Cevad Ali, a.g.e, c. I, s. 59. 561 Bekr, a.g.e, s. 174.

bürünmenin yanı sıra, kendisini dış tehlikelerin uzağında tutmayı da başardı563

. Yine Abbasî kontrolünde Kızıldeniz yolu ise, her ne kadar Şam ve Mısır gibi bölgeler ile bağlantıları olsa da, ekonomik anlamda Basra Körfezi kadar güçlü değildi. Çünkü burası Abbasîler yönetiminde olmasına rağmen, konumu itibariyle Bizans saldırılarına sürekli maruz kalıyor ve bu da gelişimini olumsuz yönde etkiliyordu564

. Bizans taarruzları nedeniyle Kızıldeniz bağlantıları üzerinde tam olarak hâkimiyet kuramayan Abbasîler; güçlerini daha ziyade Basra Körfezi üzerinde yoğunlaştırdılar. Abbasî halifesi Hârûnürreşîd (170-193/786-809), Kızıldeniz’i direkt bir yolla Akdeniz’e bağlamak için bir dizi çalışmalar başlattı. Öyle ki bu yol düz ve mümkün olduğu kadar kısa bir yol olacak, böylelikle Kızıldeniz’i doğrudan Akdeniz pazarlarına ulaştıracaktı. Ancak halife Rum devletinin düşmanlıkları ile ilgili kendisine sunulan raporlar sonucunda bu işten vazgeçti. Çünkü kendisine sunulan raporlarda; Bizanslıların bu bölgede yeni yollar inşa edecekleri ve Abbasîlerin bu yolların kontrolünü ve güvenliğini sağlamada zorlanacağı belirtiliyordu. Halife, bu düşüncesini gerçekleştiremeyince bu kez Kızıldeniz ve Akdeniz’i su yolu ile birbirine bağlamak için girişimlerde bulundu ancak yine istenen netice alınamadı565

.

Tüm bunlardan anlaşılacağı üzere Abbasîler, her ne kadar Kızıldeniz’i Basra Körfezi ve Akdeniz ile birbirine bağlama düşüncelerinde tam anlamıyla başarılı olamamış olsalar da, neticede Basra Körfezi, Kızıldeniz ve Akdeniz üçgenindeki ticarî hareketliliği kontrol altında tutabilmeyi kendilerine en büyük gaye edinmişlerdir. Çünkü bölgenin coğrafi konumundan istifade ederek devletin ticarî faaliyetlerini canlandırmak ve böylelikle Abbasî devletini ticarî bir cazibe merkezi haline getirmek, güçlü bir devlet olabilme yolunda çok önemliydi. Bu yüzden ticarî bir organizasyonun vazgeçilmez unsuru ve ticâretin belkemiğini oluşturan tüccar zümresinin de güvence altına alınması gerekiyordu. Abbasîler tüccarların garantörlüğünü üzerine alarak doğu ile batı arasında değişimi yapılacak ürünleri de bir nevi kaskolamışlardır566

. Tüccar topluluklarının güven içerisinde serbestçe ticâret yapmaları hususunda Hurdâzbîh, Avrupalı Yahudi tüccarları örnek vermektedir. Büyük çoğunluğu Fransa’da Ren nehri çevresindeki beldelerde oturan ve Razaniye Yahudileri567 diye şöhret bulan bu Avrupalı tüccar

563 Askerî, a.g.e, s. 82.

564 Mes’ûdî, a.g.e, c. III, s. 263. 565

Mes’ûdî, a.g.e, c. III, s. 264; Askerî, a.g.e, s. 83. 566 Askerî, a.g.e, s. 83-84.

567 Diğer bir tabirle “Deniz tüccarları” 9. Asırda Provens Yahudilerine verilen addır. Bunlar hadım, cariye ve köleler yanında kunduz, sansar ve diğer kürk türleriyle beraber Fransa’dan gemilere binerlerdi. Deve

topluluğu ile ilgili olarak şu bilgiler yer almaktadır. Bu topluluk, Arapça, Farsça, Rumca, Frenkçe ve Endülüsce dillerini çok iyi derecede biliyor ve doğu ile batı arasında gerek kara gerekse de deniz yoluyla seferler düzenliyorlardı. Batıdan, köle, esir, ipek kumaş, işlenmiş deri, yaban eşeği, yün, kürk, kılıç vb… malzemeler taşımaktaydılar. Bunlar doğuda ise Hind Denizi’ne gider ve daha sonra Çin’in iç yörelerine kadar uzanarak oradan misk, ud, kâfûr, süs eşyaları vb… maddeleri toplayarak İstanbul üzerinden bu malları Avrupa’ya ulaştırarak özellikle Fransa da satarlardı. Eğer isterlerse Fransa’dan çıkardıkları malları ise Batı denizi yoluyla Antakya’ya ulaştırırlar ve buradan da Fırat nehri yoluyla Bağdat’a ulaştırırlardı. Daha sonra Dicle nehri üzerinden Ûbulle’ye gider, buradan ise Umman’a, Sind bölgesine, Hindistan’a ve Çin’e ulaşırlardı. Bütün bu yolların hepsi birbiriyle bağlantılıydı568

.

Yukarıda anlatmış olduklarımıza baktığımızda karşımıza iki gerçek ortaya çıkmaktadır. Birincisi, Abbasîler Körfez ticâretini ve Kızıldeniz ticâret ve denizciliğini birleştirme ve serbestleştirme noktasında çok hırslı davrandılar. Tüccarlar kendilerine tanınan kolaylıklar sayesinde hem Basra Körfezi hem de Kızıldeniz yolunu çok rahat bir şekilde kullanabiliyorlardı. Abbasîlerin bu siyaseti, iki büyük deniz yolu ticâretinin birbirine bağlanması sonucunu doğurdu. Bu durum aynı zamanda yavaş yavaş can alıcı mücadelelerin de ortadan kalkmasına imkân hazırladı. Çünkü eskiden beri süre gelen mücadelelerin temelinde, Basra Körfezi ticâretine hâkim olabilme hırsı yatmaktaydı. Her iki bölgede de büyük bir serbestlik ve güven ortamı oluşunca, neticede buralara hayat ve canlılık geldi569

.

İkinci gerçek ise; Hurdâzbih’in de işaret ettiği üzere Basra Körfezi’ndeki ticâretin canlanmasında Razaniye Yahudilerinin etkisiydi. Onların pek çok dili biliyor olmaları ticâretin canlanmasında etkili oldu. Özellikle de bu Yahudi tüccarların Saklabiye (slavca) dilini kullanmaları570, Basra Körfezi’nin kara yoluyla çok büyük ve ile Suveyş berzahını geçtikten sonra tekrar gemiye binip Mekke ve Medine’yle irtibatlı limanlara uğrarlardı. Buradan da Basra Körfezi’ne, Hindistan ve Çin’e giderlerdi. Dönüşte Misk, sarıçabır, tarçın ve diğer Şark baharatlarını Akdeniz’e getirip kısmen İstanbul’daki Rumlar’a, kısmen de Frank kralının payitahtında satarlardı. Bazen ise karayolu ile Antakya’dan Fırat’a ve Bağdat üzerinden Basra Körfezi’ne giderlerdi. Onlar Farsça, Rumca, Frenkçe, İspanyolca ve Slavca konuşuyorlardı. Rhône nehri kıyılarında tâ Ortaçağların ortalarına kadar oturan Suriyeli tüccarların bu haleflerinin X. asırda artık etkileri kaybolmuştur. Çünkü İslam ticarî denizciliğinin gelişmesi yabancı aracıları yerlerinden oynatmıştır. Mez,

a.g.e, s. 534; Kûsî, a.g.e, s. 32; Hurdâzbih, Yollar, s. 130; Heyd, a.g.e, s. 136-137; Hasan İbrahim, a.g.e,

c. IV, s. 265. 568

Hurdâzbih, a.g.e, s. 130 vd. ; Hasan İbrahim, a.g.e, c. III, s. 144; Curtın, a.g.e, s. 131; Heyd, a.g.e, s. 136-137.

569 Askerî, a.g.e, s. 84. 570 Hurdâzbih, a.g.e, s. 130 vd.

çok canlı bir pazara bağlanmasını sağlamıştır ki günümüzde bu pazar Rusya olarak bilinmektedir. Bilindiği üzere doğu ticâretinin kara yolu Hindistan’dan başlamaktaydı. O dönemde söz konusu bu topraklar Abbasîlerin kontrolü altında bulunuyordu. Hindistan’dan başlayan bu yol yine İslam devleti toprakları boyunca Sicistan ve Afganistan’dan Irak’a kadar ilerliyor ve Basra Körfezi’nde buluşuyordu571. Körfezdeki ticarî merkezlerde toplanan ürünler, daha sonra tüccarlar vasıtasıyla Rusya’ya ulaştırılıyordu. Rus tüccarlar ise beldelerinde elde ettikleri tavşan ve siyah tilki derisi, yün, balık kurusu, bal, bal mumu, Slav köle vb… ürünleri Hazar denizini572

geçtikten sonra Irak’a taşırlar ve İslam devletinin himayesine girerek güvenle ticâretlerini yaparlardı. Hurdâzbih bu tüccarların Irak yolculuğunu anlatırken şöyle demektedir; “Sakalibe bölgesinin bir nehri olan Tennis nehrinde ilerler ve Hazar bölgesinin bir şehri olan Hamlic’e varırlar ve buranın melikine de bu malların 10/1 ‘i oranında vergi verirler. Buradan Cürcân Denizi’ne ulaşırlar, canları hangi sahilden isterlerse oradan çıkarlar ve taşıdıkları ticâret mallarını Cürcan’dan573

sonra develere yükleyerek Bağdat’a ilerlerlerdi. Tüm yolculukları esnasında beraberlerinde tercümanları da olur ve bu güvenli yolculukları için ise İslam devletine cizye öderlerdi”574.

Basra Körfezi böylelikle Abbasîler döneminde, kuzeyin en uzak beldelerine kadar uzanarak, dünya ticâretinin başlıca üç yolu arasında en merkezi bir konuma ulaşmış oldu. Ulaşılan merkezlerin büyüklüğüne dikkat edecek olursak, Abbasîler döneminde herhangi bir düşmanlık oluşmaksızın Basra Körfezi’nin, bu üç büyük yolu birbirine bağlayabilecek bir konuma ulaştırdığını görürüz. Bu ise özellikle tüccarların

571 Askerî, a.g.e, s. 85-86.

572 İslam öncesi dönemde de özellikle Hindistan ve Seylan’dan gelen ticâret yolu; Ceyhun ve Baktirya üzerinden Hazar denizi sahillerine ulaşmaktaydı. Hazar Denizi’nin doğusunda yaşayan ve ticarî açıdan önemli kolonilere sahip olan Soğdlular ise Hazar denizi üzerindeki ticarî faaliyetlerde önemli bir role sahiptiler. Bundan dolayı Sâsânîler ekonomik çıkarlarını göz önünde bulundurarak, Baktirya ve Soğdlular üzerinde sürekli egemenlik kurup, burada yaşayan insanlarla aralarını iyi tutmaya çaba sarfetmişlerdir. Sâsânî ler 560 yılına kadar Hazar Denizi ticâreti üzerindeki egemenliklerini sürekli olarak muhafaza ettiler ancak bu tarihten sonra 550 yılında Akhun hâkimiyetini yıkarak Amu Derya sahasına hâkim olan Göktürkler Hazar Denizi’nin doğusunda bulunan toprakları ele geçirdiler ve Soğd ticâreti üzerinde denetimi sağladılar. Böylece Sâsânîler, Hazar Denizi ticâreti üzerindeki egemenliklerini Göktürklere kaptırdılar. Öyle ki VI. yüzyılda Çin ile Hazar Denizi arasındaki bütün ticâret yolları Göktürklerin sahip olduğu topraklardan geçmekteydi. Bkz; Ahmet Altungök, a.g.e, s. 236.

573

Yezid b. el-Mühelleb b. Ebi Sufra tarafından Emevîler döneminde yeniden inşa edilen bu şehir, Taberîstan’a yakın idi. Taberîstan ile arasında nehir yolu ile ulaşım sağlanmaktaydı. Ekonomisi büyük ölçüde tarıma dayanan Cürcan’da, hurma, zeytin, ceviz, nar, incir, turunç, şeker kamışı, hububat, menekşe, nergis, narenciye, reyhan, iyi cins üzüm, kaşık vb. ev eşyalarının yapımında kullanılmakta olan halaç ağacı yetişmekte idi. Ayrıca bu şehir, kuzeyden gelen ticâret kervanlarının da önemli bir durak merkeziydi. Bkz; Kazvinî, a.g.e, s. 348-349; Makdisî, a.g.e, s. 282; R. Hartmann, “Cürcan”, İA, c. III, İstanbul, 1988, s. 245-246.

bu dönemdeki yolların ehemmiyetini idrak etmelerinden ileri geliyordu. Çünkü körfez yolu, Uzakdoğu mallarının ve kuzeydeki Rus mallarının birbirine ulaşmasında önemli