• Sonuç bulunamadı

Antik Çağ’ın Şifacılarından Orta Çağ’ın Cadılarına

2. BÖLÜM

2.6. Antik Çağ’ın Şifacılarından Orta Çağ’ın Cadılarına

Jeffrey Russell, cadılık konusuna farklı açılım getirir: birincisinde cadılığı büyücülük olarak tanımlar; ikincisinde cadılığı satanist (şeytancılık)46 olarak adlandırır; üçüncüsünde cadılar antik tanrıların işçisidir ve büyü yaparlar. Daly ve Caputi’ye göre ise cadı; evrenin ritimleriyle ahenk içinde olan temel bir kahin, dönüştürücü güçlerle çalışan bilge kadın ve şifacıdır (Friedman, 1978: 180). İngilizce’deki “cadı”47 yani “witch” sözcüğü de “bilge kadın” anlamına gelen “wicca”48dan türemiştir. Bilge kadınlar ebelik yapar, şifalı bitki ve otların iyileştirici özellikleri konusunda geniş bir bilgiye sahip oldukları için hastaları iyileştirirlerdi. Yani cadılar, ilk doktorlardı (Mascetti, 2000: 53).

      

46 Russell’ın Müslümanlardaki Şeytan hakkındaki açıklaması şöyledir: “Kuran’da Şeytan’ın iki ismi vardır. Her

zaman tekil haldedir ve bir kişi adıdır. Kuran’da “İblis” yedisi gözden düşmesi bağlamında olmak üzere dokuz kez yer alır. Bazı yorumcular İblis’in, isyanının bir sonucu olarak öteki adını -Şeytan- aldığını; bazıları ise, Kuran’ın Tanrı’yla ilişkisinde Şeytan’a işaret etmek için İblis adını, insanlarla ilişkilerinde ona işaret etmek için Şeytan adını kullandığını ileri sürdüler. İblis ile Şeytan’ın aynı kötü varlığın adları olduğu açıktır. Şeytan sözcüğü, olasılıkla, “çok uzak olmak” ya da “kızgın doğan” köklerinden gelen pagan Arapça bir terimdir. Yahudi ve Hıristiyan etki altında Muhammed terimi İbranice kökteşi satan “muhalif” ya da “engel” sözcüğüyle ilişki içinde tanımladı. Kuran, onu lanetlemiş, reddedilmiş ve taşlanarak cezalandırılmış olarak betimler.” (Russel, 2001: 58-59) Ali Osman Ateş, bir grup İslâm âlimlerine göre İblîs’in a’cemî bir isim

olduğunu, ancak İslâm âlimlerininin çoğuna göre de, Arapça bir isim olduğunu belirterek, “cinlerin ve şeytanların babası olan ve hılkat mayası şehvetten yoğrulduğu” ifade edilen İblîs hakkında İslâm âlimlerinin çeşitli görüşlerine yer verir (A. O. Ateş, 1996: 21 vd.). Ayrıca Ali osman Ateş, cin kelimesini de şu şekilde açıklar: “Örtmek, gizlemek anlamına gelen Cenne kökünden türemiştir ve görülmeyen varlıklara bu isim

verilmiştir. Melekler, Cinler, kabirde bulunanlar ve ev yılanları bu özelliklerinden dolayı bu ad altında zikredilmektedir. Cânn kelimesi de yine cin ve şeytan anlamında kullanılmaktadır. Cahiliye döneminde Arapların, meleklere de cin dediklerini bilmekteyiz. Cin kelimesinin Latince “Genius” kelimesinden alındığı da iddia edilmektedir. “Cân” kelimesi de Cin ile eşanlamlıdır. Gûl, İfrit ve Silâtlar cinlerin çeşitli şekilleridir” Bkz. A. O. Ateş, 2011:19.

47 14. yüzyıla kadar “cadı” kelimesine literatürde çok ender rastlanmakla birlikte, Lamia, Empusa, Striga veya

eşanlamlısı olan Unholde sıklıkla kullanılan kavramlardır. Ancak Avrupa'nın kuzeyinde ve Almanca konuşan bölgelerde halk dilinde cadı kelimesi tüm diğer büyücü-demon tanımlarını kapsayacak bir “üst anlam”a sahip olmuştur. Cadı kavramına ilişkin en eski bilgi 9. ve 10. yüzyıllardan kalma Eski Yüksek Almanca bir Glossarium’da yer alan Hagazussa’dır. Hagazussa, sarmaşık anlamma gelen hag ve kadın (demon) anlamındaki zussn kelimelerinin birleştirilmesiyle; “sarmaşık kadını”, “sarmaşığa binen kadın” anlamındaki Zaunrekerin ortaya çıkmıştır. Terminolojik olarak sarmaşığa binen cadının varlığına karşın, cadılıkla özdeşleşen sarmaşık değil “süpürge” dir. Cadıları süpürge üzerine binmiş uçarken tasvir etmek 15. yüzyıldan itibaren cadılık tasarımlarının vazgeçilmez bir parçası haline gelir. TDK Sözlüğü’nde Farsça kökenli olan Cadı; “geceleri dolaşarak insanlara kötülük ettiğine inanılan hortlak”, mecazi anlamda; “huysuz, çirkin, ihtiyar kadın” olarak geçer. Osmanlıca-Türkçe Sözlüğü’nde ise; “1. cadı, büyücü. 2. gulyabani, hortlak, karakoncolos, vampir. 3. (sıfat) çirkin kocakarı, acuze” olarak tanımlamaktadır. Bkz. Akın, 2011: 145 vd.

48 Tamamen İrlanda inançları üzerine kurulu Witta, İrlanda dilinde Wicca’ya karşı gelen “bilge” anlamını

taşımaktadır. İrlanda söylencelere göre MS 4. yüzyıda St. Patrick tarafından Hıristiyanlaştırılmıştır. Ancak, her ne kadar Hıristiyanlaşsa da İrlanda halkının eski geleneklerini koruduğu, Witta akımının da günümüzde bu eski gelenekler ve İrlanda mitolojisi üzerine kurulu bir Irish Wicca olduğu belirtilmektedir. Tanrı ve tanrıça isimleri değişse de, Boynuzlu Tanrı ve Üç yüzlü Tanrıça ile bayramları ve tabii ki pratikleri ile Witta büyük ölçüde Wicca akımlarına benzemektedir. Ayrıca, “satanizm” Yahudi-Hıristiyan kültürünün ortaya çıkardığı bir akım olup, Wicca ya da paganizm içerisinde hiç yeri yoktur. Bkz. Altunay, 2012: 24-25, 131.

Dünyanın her yerindeki kültürel söylenceler, yaşam ve ölümün gizemlerini yalnızca kadınların bildiği, dolayısıyla yalnızca onların büyülü şifacılık sanatını uygulayabilecekleri bir zamandan söz ederler (Achterberg, 2009: XIII).

Paleolitik Çağ’da Fransa'nın güneydoğusundan Sibirya’dan Baykal Gölü’ne, Kuzey İtalya’dan Ren Nehri’ne kadar oldukça geniş bir alanda ele geçen kadın heykelcikleri kadın kutsallığını, dolayısıyla tanrıçaların büyüsel-dinsel güçlerini temsil ettikleri varsayılır (Eliade, 2003b: 33-34). Çok sayıda kadın heykelinin oluşu doğal olarak kadının doğaüstü güçlere sahip olduğu inancını kuvvetlendirir. Arkeolojik kazılar, tarihi vesikalar ve bugünkü durum gerçekten de kadınların, dünyanın her yerinde büyücülük, kâhinlik, otacılık, şamanlık konusunda ön safta bulunduğunu kanıtlıyor (Bayat, 2010).

Paleolitik döneme ait bu inanç geleneğinin Sümer, Mısır, Hitit, Roma ve Yunan gibi eskiçağa damgasını vuran uygarlıklarda da devam eder ve kadınların şifacılıkda ne kadar etkin oldukları şüphe götürmez bir gerçek olarak karşımıza çıkar.

Sümer’in İnanna’sı sevgiyi, şifayı ve doğumun mucizesini içinde barındıran tanrıçaydı. İnanna’nın kişiliğinin bir kısmını taşıyan Gula, Asurlar için baş şifacı ve ölümle yeniden dirilişin tanrıçası sayılıyordu. İnanna’nın Akadlardaki adı İştar olup, Hurrilerde Şavuşka olarak bilinirdi. Mısır tanrıçası İsis ile özdeş olan İştar, Filistin’e geçerek Kenan’ın bereket tanrıçası Astarte, İsrailce Aşeret, Aştorah ve Astarte olarak varlığını sürdürdü (Bryce, 2003: 162; Haas, 2002: 440; Challaye, 2007: 119.)

Yunan pantheonunun şifacıları; çocukları ve kadınları gözeten Demeter, hasta dişleri ve gözleri sağaltan Persephone, kısırlık sorunları için tapınılan Genetyllis, çocuk hastalıklarının uzmanı olan Hekate, körlüğü sağaltan Athena, zehirler ve onların panzerleri üzerine özel bilgileri olan Medea ve Kirke; cerrah Leto ve tanrıların ebesi Eiliethyia idi. Hera ise Argaos’un baş şifacısıydı. Mısır Tanrıçası İsis ise, yabancı bir tanrıça olmasına karşın, Korinthoslu Yunan toplumunda şifacıların en büyükleri arasında sayılırdı (Achterberg, 2009: 34). İslamiyet’ten önceki Türk kavimlerinde hayırsever bir tanrıça olan Umay49 da doğmamış ve küçük çocukların ruhlarını koruyandı (Baldick, 2011: 52-53).

      

49 Umay adının muhtemelen Moğollardan alındığı, çünkü “umai” Moğolca’da genelde “plasenta” ya da

“rahim” için kullanılan bir terim olduğu, ayrıca Kaşgarlı Mahmut’un, “Umay’a tapanın çocuğu olur” diye bir atasözünden bahsettiği, “plasenta” anlamına gelen Umay’ın rahimdeki bebeğin refakatçisi olduğu belirtilmektedir. Bkz. Baldick, 2011: 52 vd.

Ancak devlet öncesi dönemde kadının büyüyü gücüne sahip olması erkekleri korkutmuştu. Onlar erkekleri bilmedikleri büyücülükle tehdit edip, cinsel yaşamlarını denetleyebilirdi. O çağda büyü o kadar yaygındı ki her insan her gün tılsım, büyü ile ilgili olgulara tanık olabilirdi; bunlara inanmayan kişi herhalde tasavvur edilemezdi. Toplumsal ve ekonomik gücü ellerinde toplayan erkekler, yasaklar koyarak kadınların elinden büyü silahını aldılar ve erkeklere verdiler. Büyü kadınlar tarafından bilgiyle, ruhsal tedaviyle, çeşitli hastalıkları otları kullanarak sağaltmayla birlikte gelişmişti ve toplumda en itibarlı meslekti. Bu nedenle erkekler büyüyü ellerinden alarak -o çağın zihniyetinde- kadınları itibarsızlaştırdılar. Kadınlar okula gidemediler, meslek sahibi olamadılar, eve kapatıldılar, örtüldüler. Onların erkekten gelen ikinci sınıfa dâhil oldukları şeklen de sağlanmış oldu. Kadının geri püskürtülme ve denetlenmesine ilişkin bu safhaların tümü Sümer-Akad’dan bize ulaşan yazılı belgelerde açıkça görülmektedir. İlk Sami toplumu olan Akadların etkisi arttıkça ve Sümerler onların içinde eridikçe kadın aleyhine uygulamaların derecesi de arttı. Erkekler bütün dünyada ‘Baba’ dilini insanların ortak dili kılmayı başardılar. Dolayısıyla erkek iktidarı döneminde kadınların işitsel dili, kültürü, inanç sistemini, uygarlığı ilk kuranlar oldukları unut(tur)uldu (Cıbıroğlu; 2011:20-2).

Tanrıçaların çoğunlukla şifanın koruyucuları sayılmalarına karşın, zaman içerisinde ne yazık ki, dişil şifacılık panteonu da göz ardı edildi. Sümer’deki kadınların tıbbından hiç söz edilmedi. Bazı öykülere göre de kriz ve felaketlerde, kutsal bilgilerin koruyucusu kadınların bu saygın konumu, kasten ve zorla ellerinden alındı. Başka yerlerde, başka dönemlerde, kadınların şifacılık mesleğini yasal olarak uygulama hakları, değişen adet ve dinsel öğretilerle yavaş yavaş aşındı (Achterberg, 2009: 17). Oysa ki, bazı Mısır papirüslerinde tıp bilgisinin özellikle İsis ile İmhotep tarafından yazılmış eserlerden öğrenildiği iddia edilmekteydi (Sayılı, 1982: 138).

Kara büyü Mezopotamya’da kesin olarak yasaktı. Hatta büyücüler toplumca sıkı bir şekilde takibe alınırdı (Sayılı, 1982: 419). Mezopotamya’da olduğu gibi Hitit50 Kanunları ve Roma 12 Levha Kanunları’nda büyü yapılmasına yönelik cezalar vardı. Bu cezalar bazen ölüm

      

cezası verilecek kadar ağır suçlardan sayıldı (Tosun ve Yalvaç, 2002; Dinçol, 2003; Dürüşken, 2001).

Tek tanrılı dinlerin ilki olan “Tevrat” ise, büyü ve falcılığı yasaklamış, yapanların da öldürülmelerini emretmişti (Kitabı Mukaddes, 2010):

Çıkış 22: 18 “Afsuncu kadını yaşatmayacaksınız.”

Levililer 20: 6 “Ve cincilerin ve bakıcıların ardınca zina etmek üzre, onlara dönen cana

karşı döneceğim, ve kavmimin arasından atacağım.”

Levililer 20: 27 “Ve cinci yahut bakıcı olan erkek, veyahut kadın, mutlaka

öldürülecektir; kanları kendi üzerinde olacaktır.”

Ancak, Hıristiyanlık Çağı’na gelindiğinde “kara büyü” adı altında şifacı kadınlar çok daha vahim sonuçlara katlanacaktı.

Hıristiyanlığın, 4. yüzyılda Roma İmparatorluğu’nun resmi dini olarak kabul edilmesiyle birlikte, putperestlerin dünyasındaki tanrıların varlığı kabul edilmemiş; onların tanrıları “Şeytansı” demonlar olarak görülmüş, dolayısıyla putperestlikte var olan her türlü sağaltma yöntemi kara büyü olarak değerlendirilmeye başlanmıştır (Akın, 2011: 86). Cadılık, büyü ve büyücülük (Zauberei) kavramlarının içerdiği anlamlar birbirine karıştırılmış, doğal büyü ile kara büyü (cadılık) eşanlamlı olarak kullanılmıştır. Bununla da kalınmamış Kilise, Şeytan’ın yeryüzündeki işbirlikçisi olarak cadıyı hedef göstermiştir (Akın, 2011: 86).

Büyü yoluyla zarar verme her ne kadar ceza gerektiren bir edimse de, başlangıçta kadınlar üzerinde yoğunlaşan özel bir cinsiyet suçu değildi. 1204 yılında Ortaçağ Engizisyonunun cadı avcılığını yasallaştırmasıyla birlikte, Hıristiyanlığı tehdit eden Şeytan’ın işbirlikçilerinin büyücüden cadıya, eylemlerin de kişisel cürümden tarikatlara yayılması, 1230’lu yıllarda gerçekleşdi (Akın, 2011: 92). “Cadı Avı Çağı” boyunca görülen cadı davalarında, sanıkların sorgulanma sürecinde mahkeme en çok cadının Şeytanla olan işbirli- ğinin niteliğine ilişkin ipuçlarına yoğunlaştı. Aziz Augustinus’un “Şeytanla işbirliği” öğretisinden beri Hıristiyanlığa karşı kurulmuş bir kumpasın varlığına inanılmakla birlikte, resmin tamamlanması için ipuçları gerekli olmuştu. Cadının Şeytanla girdiği efendi-köle ilişkisinin temelinde kadının zayıf karakteri ve sapkınlığa varan cinsel açlığının yattığı inancı, 16. yüzyıldan itibaren görülen tüm cadı davalarının ana eksenini oluşturdu (Akın, 2011: 107- 109):

“0 Şeytanla cinsel ilişkiye giren, onun hizmetçisi olarak emirlerini yerine getiren, sonuçta onun adma insanlara zarar veren bir fahişedir (Teufelshure). Bu tasarıma göre, Şeytan, kandırılmaya yatkın, zayıf karakterli kadınlara insan kılığında yaklaşarak onlarla sevgili olur. Bu yolla Tanrı’yı ve Hıristiyanlık inancını reddederek, kendine bağlanmalarını ve emrine girmelerini sağlar.”

Papa VIII. Innozens’in emriyle Dominikli engizisyon mahkemesi üyesi olan Heinrich Kramer ve James Sprenger tarafından yazılan ve ilk basımı 1486’da gerçekleştirilen “Malleus Maleficarum” (Cadı Çekici) adındaki bu sadist kitap, yüzyıllar boyunca her davada hâkimlerin ve büyücü avcılarının vazgeçilmez dayanağı oldu (Ehzenreich ve English, 1992: 16-7). İncil ve Tevrat’taki kadın düşmanlığını anlatan Justinus Martyr, Athenagoras, Tatian, Minicius Felix, Tertullian, Irenäus gibi din âlimlerinden verilen örneklerle zenginleştirilen ve pratik bilgilerle donatılan söz konusu kitap cadı avcılığını doruk noktasına taşıdı (Aksan, 2013: 366).

Büyücülüğün51 uğursuzluğu üzerine kurulu olan bu kitapta kadınlar; “şeytanla yapılan anlaşma; süpürge sopalarına binilerek yapılan uzun mesafeli geziler; dinsel tatil günlerinde yasadışı toplantı düzenleme; Şeytan’a tapma; Şeytan’ın kuyruk altının öpülmesi; incubus’larla, yani buz gibi soğuk penislerle donatılmış erkek şeytanlarla cinsel ilişki; succubus’larla, yani kadın şeytanlarla cinsel ilişki” yapmakla suçlanıyorlardı. Bunlara, “komşunun ineğinin öldürülmesi; dolu fırtınaları estirilmesi; ürünlerin yok edilmesi; bebeklerin çalınması ve yenmesi” gibi dünyasal suçlar da ekleniyordu. Ancak birçok kadının

cadı olarak öldürülmesine yol açan asıl suç onların bir “sabbat toplantısı”na katılmak için havada uçmaları idi (Harris, 1995: 176). Aslında Katolik Kilisesi başlangıçta havalarda uçan cadı gibi şeylerin varolmadığını ısrarla belirtmiş, 1000 yılında böyle uçuşların gerçekten meydana geldiğine inanılmasını yasaklarken, 1480’den sonra bunun tam tersi olarak, bu sefer de; uçuşların meydana gelmediğine inanılmasını yasaklanmıştı. 1000 yılında Kilise cadıların süpürgeye binmelerini (Şekil 38) Şeytan’ın ürettiği bir imge diye savunmuş, oysa ki, beş yüz yıl sonra, Kilise süpürge sopasına binme olayının yalnızca bir imge olduğu savında bulunanların asıl kendilerinin “Şeytan”la birlik olduklarını resmen ileri sürmüştü (Harris, 1995: 182).

      

51 Latincede “büyücü” anlamına gelen “striga” sözcüğü ve Batı Avrupa’da büyücülerin koruyucusu haline gelmiş

olan Roma tanrıçası “Diana” Striga, Rumencede gerek yaşayan, gerekse ölü “büyücüler” için (ölüler vampirdir) kullanılan strigoi “büyücüler” sözcüğünden türetilmiştir. Bkz. Eliade, 2013: 263.

Cadılık alametleri; kadınların Pazar ayininde fazla içten dua etmesi (fazla günah işlediği varsayımından hareketle), gündüzleri uyuklaması (geceleri şeytan ile ayin yapması nedeniyle), gece uyuyamaması ve yara bere içinde olması, fazla güzel olması (karşılık vermediği erkeğin “güzelliği ile beni büyüledi” demesine neden olacağından) ve fazla çirkin olması idi. Bütün bunlar kadınların şeytan ile birlikteliğinin ispatıydı (Aksan, 2013: 361-362). Sorgulamada cadıların varlığını kabul etmek cadı olmak, inkâr etmek ise yalan söylemek anlamına geliyordu. Yani sorgulamaya tabi tutulan kişi her halükarda cadılık ile suçlanarak mahkûm oluyordu (Aksan, 2013: 366). Cadı avcıları, askıya, vücut organlarını germeye ve başparmakları aletle ezmeye ek olarak, keskin uçları alttan ateşle kızdırılan iskemleler, iğneli ayakkabılar, iğneli kemerler, kızdırılmış demirler, kızdırılmış kerpentenler, aç bırakıp öldürme ve uykusuz bırakma gibi işkence araçları da kullandılar (Harris, 1995: 179). Bunların dışında diri diri yakma, diri diri gömme ve suda boğma infazıydı. Yakılarak infaz 16. yüzyıl boyunca özellikle kadınlara karşı cadı avının tüm hızıyla sürdüğü bölgelerde yoğun biçimde uygulanmıştı. Özellikle odunun yavaş yandığı durumlarda uzun süre acı çekmesini engellemek için, odun yığınına çıkarılmadan önce boğularak öldürülmesi sıklıkla olmasa da başvurulan bir yöntemdi (Akın, 2011: 212 vd.). Sorgulama için yetkililerin huzuruna çıkarılan “büyücüler” cadı değil “otacı-kahin” olduklarını hemen kabul ediyor; ancak işkenceden sonra “Şeytan’ın köleleri” olduklarını itiraf ediyorlardı. Aslında ritüelin özü karanlıkta kalmıştı (Eliade, 2013: 260).

Pagan Roma nasıl Hıristiyanlara eziyet etti ise şimdi Hıristiyanlar pagan geleneklere eziyet ediyorlardı. İşkence sonrası çok sayıda “itiraflar”ın varlığına karşın, kendilerinin cadı olduklarını ileri süren kadınların öyküleri hakkında bilinenler gerçekten çok azdır. Bazı tarihçilere göre şeytan’la anlaşma, süpürgeye binip uçma ve sabbat toplantıları yakılan cadıların değil, onların uydurmasıydı (Harris, 1995: 177).

Teologlara göre, 16. ve 17. yüzyıllarda gerek Engizisyon, gerekse reform geçirmiş kiliseler tarafından girişilen “cadı avı”nın asıl hedefinin Hıristiyan inancının doğrudan temellerini tehdit eden, Hıristiyanlığa aykırı şeytani pagan ritüellerinin yok edilmesi idi. Son zamanlarda yapılan araştırmalar cadı suçlamalarının saçmalığını ortaya çıkarmış olsa da; Şeytan’la yakın ilişkiler, orjiler, çocuk katli, yamyamlık, maleficia (kötücül büyü) uygulamaları gibi suçlamaları ile birçok insan bu iğrenç ve canice davranışları itiraf edip, odun yığınında yakılmaya mahkûm edildi (Eliade, 2013: 258-259).

Ne yazık ki, bu uydurma senaryolar ile 15. yüzyılın sonlarıyla 16. yüzyılın başlarında Almanya, İtalya ve diğer birçok Avrupa ülkesinde canlı canlı odun yığınları üstünde tutuşturularak binlerce kadın öldürüldü. 16. yüzyılın ortasında bu dehşet dalgası bütün boyutlarıyla Fransa ve İngiltere’yi de sardı. Bir tarihçi, Almanya’nın birkaç kentinde bu infazın yılda 600’ü bulduğunu ya da “pazar günleri dışında” gün başına iki infazın gerçekleştirildiğini söylüyordu. Werzberg bölgesinde, yalnız bir yılın içinde, 900 büyücü öldürülmüştü. Como ve çevresinde bu sayı yalnızca 100’de kalabilmiş ama Toulouse’da bir günün içinde 400 infaz yapılmıştı. 1585 yılında Bistums Trier’in iki köyünde yalnız bir kadın hayatta kalabilmişti. Birçok vakanuvisin tahmininden çıkabilecek toplam infaz sayısı milyonları buluyordu. O günlerdeki en büyük kentlerin nüfusları 150-200 bini aşmıyordu. Öldürülenlerin de yüzde 85’i kadın; yaşlı kadın, genç kadın ve çocuktu (Ehzenreich ve English, 1992: 15-16).

Ortaçağ Avrupa’sında Cadılar ve Cadı Avı adlı kitabında Haydar Akın, kadınların cadılıkla suçlanma nedenlerini sadece cinsiyet faktörüne indirgeyerek diğer nedenleri gözardı etmek 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren, hızla gelişen feminist hareketin düştüğü bir hata olduğunu, yaklaşık dört yüz yıllık bir döneme yayılmış olan cadı avı tarihini tek bir nedenden yola çıkarak açıklama çabalarını, kaynağı akademik çevreler olsa bile dikkate alınmasının mümkün olmayacağını, kadınların cadılığa katılımını feminist araştırmacıların çokça abarttığını ileri sürmektedir (Akın, 2011: 160).

Oysa Kadın Şifacılar adlı kitabın yazarı Jeanne Achterberg bu konuda farklı düşünüyordu. Achterberg’e göre, bazı yerlerde kadınlar, bir erkeğe karşı on kadın oranında yakılyordu. Yakılan erkeklerin sayısının çok yüksek olduğu İskoçya’da bile bu oran hâlâ beş kadına bir erkekti. 12. yüzyıl Rusya’sında yetkililer cadı ararken, belli bir alandaki kadınların tümünü topluyordu. Cadının kalıplaşmış örneği hiçbir zaman erkek olmamıştı. Cadı avı bir insanlık suçuydu, ancak bu suç insanlığın yarısına karşı işlenmişti. Ve kilise babaları cadılığın bir kadın suçu olduğuna çok önceden karar vermişti (Achterberg, 2009: 106). Achterberg’e göre, doğum sırasında diğerlerine rahatlatıcı kocakarı ilaçlarını verme cesareti gösterenler de şiddetle cezalandırılmıştı. Çünkü doğum sancıları kadına günahkar bir doğası olduğunu anımsatmak içindi ve bu Havva’nın ilk günahından dolayı kadına verilmiş bir cezaydı. Dolayısıyla Engizisyon ve cadı avları sırasında yüz binlerce kadının işkenceyle öldürülmesi için geçerli bir mazeretti (Achterberg, 2009: 85).

Cezalandırılan büyücüler, yoksul ve eğitimsiz olduklarından ne acıdır ki, kendi tarihlerini kendileri nakledemediler. Bu yüzden, bütün tarih yazımında olduğu gibi, bu işi de okumuş seçkinler yürütünce, bugün hala onların ardıllarınca da benimsenen bir “bozguncu cadı” tipi ortaya çıktı (Ehzenreich ve English, 1992: 16-17).

Cadılığın klişe görüşü peri masallarıyla kurulmuş ve filmlerde yaşlı, çirkin, iki büklüm duran, uzun burunlu, zaman zaman kırmızı gözlü ve geceleri süpürgeyle uçan popüler kadın tasvirleriyle devam etti. Author Lois Banner Avrupa’nın geleneksel görüşleri için şöyle bir yaklaşım getirir: “Burun cinsellik bağlantılı fallik bir semboldü. Kırmızı gözlerde aynı şekilde cadının içinde ki cinsellik hırçınlığının ateşinin sembolize edilmiş halidir”. Böylece cinsellik korkusu ve kadınlardan nefret eden klişeler Hıristiyan öğretilerinin temelini oluşturdu (Aktaran: Friedman, 2011: 178 vd.).

Avrupalı erkekler, ruhban sınıfına ait din adamları, kendi yarattıkları hayale inanarak cadıların varlığını kanıtlamaya ve onları düşmana dönüştürerek yok etmeye çalıştılar. Ancak Silvia Bovenschen’in dediği gibi; kendi yarattıkları cadıdan korkup, yaşayan gerçek kadınları da yakıp öldürdürdüler (Aksan, 2013: 358).

Bütün bu olumsuzluklara rağmen, cadı avcılığına rahiplerden ve ruhban sınıfından karşı gelip direnenler de oldu. Balthasar Bekker, Johan Weyer, Christian Thomasius gibi muhalifler kendi hayatları pahasına bu direnişi devam ettirerek, yayımladıkları eserlerle karşı cephe oluşturdular. Yani, Hıristiyan din adamlarınca başlatılan cadı avı, yine onlar tarafından