• Sonuç bulunamadı

BÖLÜM 2: MISIR’DA DEVRİM SÜRECİ: İÇ VE DIŞ

2.2. Devrim Sürecinde Dış Aktörler

2.2.2. Küresel Aktörler

2.2.2.1. Amerika Birleşik Devletleri

Amerika Birleşik Devletleri, modern Ortadoğu’ya en yoğun biçimde müdahale eden dış aktördür. Özellikle II. Dünya Savaşı’nın ardından ortaya çıkan iki kutuplu küresel

97

siyasette ABD diğer Batı ülkelerinden boşalan siyasi alanı doldurmaya başlamıştır. Eisenhower’in Fransa, İngiltere ve İsrail’in Mısır’a müdahalesine karşı mesafeli duruşu, artık bölgede yeni bir hegemonun olduğu ve bu oyun kurucunun asıl aktör olduğunu vurgulamasını bir yansımasıdır (Abukhalil, 2012). Benzer şekilde Soğuk Savaş döneminde de ABD, Mısır özelinde Rusya ile bir çekişme yaşamıştır. Cemal Abdülnasır’ın ölümüyle Mısır’da en etkili dış atkör olarak ABD kalmıştır. Enver Sedat ve Hüsnü Mübarek dönemleri, ABD’nin Mısır siyasetini etkileme anlamında altın yılları olmuştur.

Amerika Birleşik Devletleri’nin genelde Ortadoğu ve özelde de Mısır’a yönelik politikasının temelinde yatan etkenlerden bazıları olarak petrol arzının garantide olması, İsrail’in güvenliği ve bölgedeki radikal rejim ve grupların kontrol altında tutulması gösterilebilir. Bu üç unsuru garanti altına almak için Washington, Ortadoğu’da istikrarı demokrasiye tercih edegeldi. Kendisine sadık rejimlerin demokratik değerlere saygılı olup olmamasına bakmaksızın destek oldu (Amos, 2012). Bu durumun en açık yansıması ABD’nin Mısır’la ilişkileri olmuştur. 1970’lerden 2000’lere kadar Mısır’daki baskı rejimlerine tepki göstermeyen Washington, insan hakları ihlallerine, yolsuzluklara ve keyfi yönetime göz yumarak bu ülkeyle stratejik işbirliğini devam ettirmiştir.

Ancak 2000’li yıllara girildiğinde, küreselleşme, artan uluslararası etkileşim ve gelişen internet teknolojileri gibi nedenlerle ABD artık bir politika değişikliğine gitmenin zaruri olduğunun farkına varmıştır. Bunda 11 Eylül saldırılarının da etkisi olmuştur. ABD’nin Ortadoğu’ya yönelik politikalarının “ilkesizliği” sonuç olarak yine kendisine tepki olarak geri dönmüştür. Bu bakımdan Washington’da özellikle Mısır başta olmak üzere tüm bölgeye yönelik bir politika değişikliğine gidilmesi yönünde sesler yükselmiştir. Öyle ki o dönemde ABD Dışişleri Bakanı olan Condoleeza Rice’ın 2005 yılında Kahire Amerikan Üniversitesi’nde yaptığı konuşmada yaptığı “ABD, 60 yıl boyunca Ortadoğu’da istikrarı demokrasiye tercih etti. Ancak gelinen noktada ikisini de elde edemedi” (Rice, 2005: Rice, 2011) şeklindeki itirafı, Washington’un politika değişikliğine gideceğinin işareti olarak yorumlandı.

ABD’nin Mübarek dönemi Mısır politikasına bakıldığında demokratikleşmeden ziyade otokratikleşmenin teşvik edildiği bir durum gözlemlenmektedir. Washington bölgedeki müttefiki İsrail’in güvenliğinin sağlanması ve Ortadoğu’daki ABD çıkarlarının

98

korunması adına Mısır’da otokratik rejimi desteklemiş, bu çerçevede her yıl 1.3 milyar dolar askeri yardımı Mısır’a iletmiştir. Jason Brownlee’nin (2012: 3) haklı biçimde tanımladığı gibi Mısır’daki otokratik rejim Enver Sedat döneminde temelleri atılmış, Mübarek’le genişletilmiş ve Amerika’nın desteği ile güçlendirilmiştir. Bunun bir sonucu olarak 25 Ocak 2011’de yaşanan beklenemeyen isyanlarla endişeye kapılan ABD, karşı-devrim sürecinde eskiye dönüşün işaretlerini görerek Sisi rejimine destek vermeyi tercih etmiştir.

Mısır’da önceki yıllarda Hüsnü Mübarek rejimine koşulsuz destek olan ABD, 2000’li yıllarda demokrasi çağrıları yapmaya başlamıştı. Hüsnü Mübarek’e insan hakları ihlallerini sonlandırması, seçimlere hile karıştırılmaması ve muhaliflere baskıyı azaltması yönünde cılız da olsa çağrılar yapılmaya başlanmıştı. Öyle ki Mısır’da ilk kez düzenlenen çok partili cumhurbaşkanlığı seçimlerinde aday olan Eymen Nur’un daha sonra gözaltına alınmasına ABD yönetimi tepki göstermiş ve Nur’un salıverilmesini sağlamıştı. Benzer şekilde 2005 yılında Müslüman Kardeşler adaylarının bağımsız olarak seçimlere girmesine izin verilmiş ve hareket mecliste 88 sandalye kazanmıştı. Ancak Mübarek, Müslüman Kardeşler’in bu derece aktif olmasından çekinerek 2010 seçimlerinde harekete karşı baskıyı artırmış ve meclise hiçbir aday sokamamalarını sağlamıştır. ABD, yaptığı açıklamalarla bu durumdan da rahatsızlığını ortaya koymuştu. Her ne kadar ABD, Mübarek rejimine yönelik zaman zaman eleştiriler getirse de, Washington’un bölgesel çıkarları bağlamında tartışmasız en önemli destekçisi Kahire idi. 2009’da Wikileaks belgelerinde yayınlanan bir yazışmada ABD’nin Kahire Büyükelçisi Margaret Scobey, “Mübarek ve diğer askeri liderler, Mısır’a sağladığımız mali yardımı İsrail ile barış için “dokunulmaz bir tazminat” olarak görüyorlar. Bu durumun bizim açımızdan en önemli çıktısı Süveyş Kanalı ve Mısır hava sahasında tam anlamıyla bir hakimiyete sahip olmamızdır” (Guardian, 2011) diyerek Mısır’ın kontrol altında tutulmasının ABD’nin bölgesel politikaları için önemini ortaya koymaktadır. Bu bakımdan Hüsnü Mübarek’in rejiminin devamı hem ABD, hem de onun bölgedeki önemli müttefikleri Suudi Arabistan ve İsrail için hayati önemdeydi. Bu yüzden 25 Ocak 2011’de Mısır’da halk ayaklanması başladığında duruma hazırlıksız yakalanan ABD ilk etapta ne tür bir tepki vereceğini bilememişti. Washington, bir taraftan insan hakları ihlalleri ve siyasi baskısı nedeniyle verilen desteğin artık savunulamaz hale

99

geldiği Mübarek rejimi, diğer taraftan da uzun yıllar baskıya maruz kalmış ve barışçı yollardan devrim isteyen kitleler arasında tercih yapmak durumunda kalmıştı. Tunus’ta da olduğu gibi Obama yönetimi, değişim değil statükonun yanında yer almayı tercih etti. Öyle ki Tunus’ta Ben Ali’nin iktidarının devam etmesini açıktan söylemiş, ancak protestolar sonunda Ben Ali, Suudi Arabistan’a gitmek zorunda kalınca Obama, artık değişimin kaçınılmaz olduğunu ifade etmişti. Mısır’da da benzer bir senaryo devreye girmişti. Obama yönetimi, uzun yıllar Hüsnü Mübarek’e en yakın figürlerden olan ve ABD ile yakın ilişkiler yürüten istihbarat başkanı Ömer Süleyman’ın “düzenli geçişi” sağlamasını savunmuştu. Bu çerçevede devrim gösterilerinin yoğunlaştığı günlerde Ömer Süleyman’ın ekibinden bazı figürlerle görüşen Obama yönetimi böylesi bir senaryonun hayata geçirilmesi konusunda anlaşmıştı (Cooper ve Landler, 2011). Yıllar boyunca Mısır’da baskı rejiminin en önemli aktörlerinden olan ve özellikle ABD ile yakın ilişkileri bulunan Ömer Süleyman’ın Mübarek sonrası dönemde iktidarı eline alması devrimci kitleler için kabul edilemezdi. Mısır’da işkencenin sistematik bir biçimde uygulanmasını ve ABD istihbaratı ile yürütülen ortak sorgulama ağına Mısır’ın da dahil edilmesini sağlayan Ömer Süleyman’ın iktidarda kalması Amerikan güdümündeki “Mübarek düzeninin” olduğu gibi devam etmesi anlamına gelecekti. Tunus’ta olduğu gibi Mısır’da da otokratik rejiminin kesin olarak yıkılacağı ortaya çıkınca Obama yönetimi devrimci kitleleri kutladı ve değişimi kabullendi (CNN, 2011). Devrim sonrası süreçte ABD yönetiminin Mısır’da devrimci aktörlerin yanında olduğunu söylemek mümkün değildir. Her ne kadar insan hakları, demokrasi ve siyasi özgürlükler konularını dillendirse de Washington, Mısır’da iktidarın gerçek sahibi olan orduyu desteklemeyi sürdürmüştür. Bunun en açık örneklerinden birisi ABD’nin dış yardımları için bir koşul olan “demokratik bir yönetim” şartının Mısır özelinde gözardı edilmesidir (Khorshid, 2012). 2012’nin Mart ayında Amerikan kongresi Mısır’a askeri yardımların devamının planlandığını açıklamıştır (Myers, 2012). Bununla birlikte ABD yönetimi, devrim sonrası süreçte sivillere yönelik şiddetli tutumuna devam eden Mısır ordusuna ve güvenlik birimlerine demokratik protestoların dağıtılmasında kullanılan ekipmanların gönderilmesine izin vermeye devam etmiştir. 8 Nisan 2011’de Pensilvanya merkezli Combined Systems Inc. firması 21 ton cephaneyi Wilmington’dan Süveyş’e göndermiştir. Aynı firma 8 Ağustos’ta da 18 ton mühimmatı New York’tan Port Said’e göndermiştir. Bu mühimmatın içeriği olarak kayıtlarda fişek, mermi ve

100

biber gazı olarak geçmiştir. 13 Ekim’de ABD donanmasına ait Sunny Point’deki limanından yola çıkan geminin 7 ton biber gazını 26 Kasım’da Mısır’a ulaştırdığı belirtildi. Uluslararası Af Örgütü’nün raporuna göre 1 Aralık 2011’de bir Mısır Dışişleri Bakanlığı yetkilisi tarafından yapılan açıklamada Obama yönetiminin Mısır’da Yüksek Askeri Konsey’in iktidarda olduğu dönemde bu ülkeye biber gazı ve diğer isyan bastırma mühimmatları ihracına onay verdiği ifade edilmiştir. Ekim ayında Maspero’da ve 19 Kasım’da Muhammed Mahmud sokağı olaylarında Mısır ordu birliklerinin onlarca protestocuyu açık bir biçimde öldürmesine rağmen ABD Dışişleri Bakanlığı sözcüsü 29 Kasım’da yaptığı bir açıklamada “Mısır ordusu tarafından ABD şirketlerinden satın alınan isyan bastırma mühimmatlarını kötü amaçlarla kullandığı tespit edilememiştir” denmiştir (Amnesty International, 2011).

Devrim sonrası süreçte Yüksek Askeri Konsey’in Mısır’da demokrasiye geçişi engellemeye yönelik tutumuna rağmen özellikle askeri liderlikle yakın ilişkilerini sürdüren ABD yönetimi, devrimci aktörlerin demokrasi taleplerine gereken desteği göstermemiştir. Bu yüzden kimi araştırmacılar ABD’nin Mısır’a ekonomik ve askeri yardımının devrimin hedeflerinin gerçekleşmesinin önünde bir engel olduğunu belirtmişlerdir (Adely, Mullim ve Shashahani, 2012).

Mısır’da 2011’de gerçekleşen devrime hazırlıksız yakalanan ABD’nin 2012’deki cumhurbaşkanlığı seçimleri sürecine gelindiğinde dahi Mısır’daki yeni durum karşısında elle tutulur bir strateji geliştirdiği söylenemez. Bu duruma, Mısır ve Ortadoğu’da yaşanan siyasi depremin sonuçlarının kestirilemiyor olmasının neden olduğu belirtilebilir. Bu bakımdan 2012’deki cumhurbaşkanlığı seçimleri sürecinde ABD yönetimi Mısır’da sürecin takipçisi olmakla yetinmiştir. Bu dönemde ABD’nin Mısır’a yönelik uzun yıllar sürdürdüğü ve ülkede sadece küçük bir elit kitlesi ile yürüttüğü siyasetini değiştirmesi ve devrim sonrası ortaya çıkan yeni aktörleri de içine alan daha geniş bir strateji geliştirmesi önerisinde bulunulmuştur (Katulis, 2012). Mısır’da devrimin ardından gerçekleştirilen ilk cumhurbaşkanlığı seçimleri sürecinde ABD yönetimi Müslüman Kardeşler hareketini ve diğer devrimci grupları doğrudan desteklemese de, eski rejim aktörlerinin Mısır siyasetinde yeniden ön plana çıkması için herhangi bir girişimde de bulunmadı. Obama yönetiminin bu tutumuyla Mısır’da demokratik bir seçimin gerçekleşmesine ve devrimci aktörlerin ülke siyasetinde rol

101

oynamalarına “olumlu” yaklaştığı şeklinde yorumlanabilir. Nitekim, 2012’nin Haziran ayında gerçekleştirilen cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ardından Başkan Obama, seçimi kazanan Müslüman Kardeşler adayı Muhammed Mursi’yi arayarak tebrik etmiştir (Kirkpatrick, 2012). Beyaz Saray’dan yapılan bir başka açıklamada ise iki başkan adayının da yürüttüğü demokratik yarıştan dolayı tebrik edildiği belirtilmiştir.

Obama’nın Müslüman Kardeşler yönetimini tebrik etmesine rağmen, Washington’daki bazı kesimler Müslüman Kardeşler iktidarının hem ABD hem de İsrail çıkarılarına aykırı hareket edebileceğini iddia etmekteydi. Bunların ABD siyasetindeki etkinliği Obama yönetiminin Mısır’a yönelik uzun vadeli strateji geliştirmesini engelliyordu. Mursi hükümetine desteğini sunan ve birlikte çalışma isteğini iletmesine rağmen Obama, Eylül ayında verdiği bir mülakatta “Mısır ne müttefikimiz ne de düşmanımızdır” diyerek uzun yıllar Mısır’la sürdürülen stratejik ilişkinin sona erebileceğini ima etmiştir (Chadbourn, 2012).

Obama yönetiminin Mursi liderliğine yönelik mesafeli tavrı Mısır Cumhurbaşkanı’nın BM Genel Kurulu için yaptığı New York gezisi sürecinde de ortaya çıkmıştır. Zirve boyunca birçok liderle görüşen Barack Obama, Ortadoğu’da ABD yönetimi için en önemli ülkelerden olan Mısır’ın yeni seçilmiş Cumhurbaşkanı ile görüşmemeyi tercih etmiştir. Mursi’nin ofisinden yapılan açıklamada Mısır cumhurbaşkanının programının çok yoğun olduğu ve bu yüzden Obama ile görüşmediği belirtilse de, ABD yönetiminin bu yönde bir talebi olmadığı ileri sürülmüştür. Obama’nın bu tutumunda Müslüman Kardeşler yönetiminin yarattığı rahatsızlığın yanında, 11 Eylül’de Kahire’deki Amerikan Büyükelçiliği’nin göstericiler tarafından basılması ve yine bir süre önce Muhammed Mursi’nin ABD ile Mısır ilişkilerinde önemli roller oynayan Savunma Bakanı Muhammed Tantavi ve Genelkurmay Başkanı Sami Anan’ı görevden alması gibi nedenlerin etkili olduğu belirtilmiştir (Youssef, 2012).

Mısır’da Muhammed Mursi karşıtı koalisyonun genişlemesi ABD’nin Müslüman Kardeşler hareketine mesafeli duruşunu devam ettirmesine neden olmuştur. 2013’ün ilk aylarından itibaren Mısır’da artan gösteriler nedeniyle Washington, Kahire ile ilişkilerinde stratejik adımlar atmaktan çekinmiştir. Bununla birlikte Washington, bölgedeki stratejik çıkarlarını ve İsrail’in güvenliğini garantiye almak adına bir taraftan Müslüman Kardeşler hareketi kadrolarıyla ilişkilerini devam ettirirken diğer taraftan da

102

muhalif kesimler ve eski rejim aktörleriyle iletişimini sürdürmüştür. Dolayısıyla ABD’nin Muhammed Mursi döneminde hem iktidardaki aktörler hem de muhalif gruplarla ilişkilerini sürdürerek dengeli bir politika izlediği söylenebilir (Dunne, 2013). Devrim sonrası geçiş sürecinde ABD’nin Mısır politikasını özetleyebilecek olan bu tutum, 3 Temmuz 2013’teki askeri darbe sonrasında da devam etti ve Washington, meşru seçimle işbaşına gelen Muhammed Mursi’nin Abdülfettah El-Sisi tarafından gerçekleştirilen darbe ile görevinden uzaklaştırılmasına tepki göstermeyerek yeni yönetimle işbirliğine gitmeyi tercih etti (Dunne, 2014).