• Sonuç bulunamadı

1.1.4. Şekerlemeler, Tatlılar

1.1.4.1. Akîde Şekeri

Akide şekeri, ağdadan yapılan, çeşitli renkte, kokulu, katı, ağızda geç eriyen bir şeker çeşididir (Ayverdi, 2010: 30). Çok çeşitli meyve ve baharatlarla tatlandırıldığı veyahut fındık, fıstık ilave edildiği çeşitleri de mevcuttur (Işın, 2010: 24).

Akîde şekerinin Osmanlılarda, yeniçerilerin yönetime karşı memnuniyetinin kanıtı olarak simgesel bir işlev gördüğü kayıtlarda bulunmaktadır. Yeniçeriler, divan üyelerine saray helvahânesinde özel olarak üretilen akîde şekeri dolu tabaklar göndermişlerdir. Aynı zamanda merasimi yapılan akîde (şekeri), kapıkulu askerlerinin aldıkları ulûfeden hoşnut olduklarının göstergesi olmuştur (Ünsal, 2011: 61).

Divan şiirinde akîde şekerinin tatlılığı sebebiyle sevgilinin diline ve dudaklarına benzetildiği örnekler görülmekle birlikte (Cengiz, 2010: 22; Saral, 2017: 26) taranılan divanlarda sadece Sâbit divanında bir sokak tahayyülünde yer aldığı görülmüştür. Sâbit Ramazâniyesi’nde, kırmızı akîde şekerleri ile mercan arasında renk ilişkisi kurmuş aynı zamanda mercân kelimesini tevriyeli bir şekilde kullanmış, akîde şekerinin tablalara dizilip İstanbul’un her köşesinde satılmak için yer almasıyla İstanbul sokaklarını mercan sokağına benzetmiştir:

Tonanup âl ʽakîdeyle şeker tablaları

İtdi her gûşe-i İstanbulı sûk-ı Mercân (SD, K.45/13)

32

Âşûrenin menşei ile ilgili iki görüş bulunmaktadır. Birinci görüşe göre; Hz. Mûsâ’nın ve kavminin, Firavun’un zulmünden kurtulduğu ve yahudilerin oruç tutmakla mükellef olduğu gün. İkinci görüşe göre Hz. Nûh’tan itibaren bütün sâmî dinlerde mevcut olan ve Cahiliye devri Arapları arasında da Hz. İbrahim’den beri önemli görülüp oruç tutulan gün olduğudur. Bunlarla birlikte âşûre aynı zamanda müslüman Türklerin dini halk geleneğinde önemli bir yer tutmuş olan özel merasimlerle pişirilip muharremin onuncu günü başlamak üzere daha sonraki günlerde dağıtılan buğday tatlısına da ad olmuştur. Yiyecek çeşidi olarak yapılması hakkında da değişik görüşler mevcuttur. Bir yoruma göre Hz. Peygamberin torunu Hz. Hüseyin’in Kerbelâ’da şehit edilmesi sebebiyle onun anısına pişirilip dağıtılan tatlıdır. Başka bir rivâyete göre ise Hz. Nûh peygamberin gemisinin 10 Muharrem’de karaya oturması ile Hz. Nûh peygamberin gemiden çıkışının şükrünü yerine getirmek amacıyla gemide bulunan hububatlardan yaptığı çorbanın adıdır (Yavuz, DİA, “Âşûrâ”, C. 4/ 1991: 24-26; Pala, 2009: 40).

Âşûre; yarma buğday, kuru fasulye, nohut, pirinç gibi tahıllarla kuruyemiş, baharat ve meyvelerle pişirilir. Buğday, fasulye ve nohudun bir gece öncesinden ıslatılması ile pişirme basamaklarının başladığı âşûre tatlısı, uzun süren yapımından sonra sıcak olarak kâselere dökülür ve üzerleri kuruyemiş ve meyvelerle süslenir. Âşûrenin yapılışında iklime, inanışlara, alışkanlıklara ve yörenin tarımsal ürünlerine bağlı olarak farklılıklar bulunabilir. Örneğin; bazı yörelerde pirinç, kestane, bakla, çam fıstığı, susam, fıstık, fındık, süt, gül suyu, kuş üzümü, vanilya gibi gereçlerden biri veya birkaçı ana malzemelerle birlikte kullanılırken bazı yörelerde de dini inanışlar nedeniyle kurban etinden ayrılıp saklanan küçük bir parça aşureye konulur (MEGEP, 2006b: 3-7).

Edebiyatta özellikle Kerbelâ hâdisesini anlatan eserlerde, Muharremiyelerde ve Alevî-Bektaşî edebiyatında sıkça kullanılan âşûrenin (Pala, 2009: 40) bir örneğini de Hevâyî divanında tespit ettik.

Âşûreyi nazım şekli ile değişiklikler yapma isteğinde kullanan Hevâyî, kendisine seslenir. Âşûreye konulan çok çeşit yiyecek gibi şiire de her unsuru katma der:

Her mısraʽında iki kez eğlen Hevâyî tur biraz

33

(Ey) Hevâyî, her mısrasında iki kez eğlenip dur. Recezin şartı tasmitdür, (şiiri) âşûre aşına döndürme.

1.1.4.3. Baklava (Baklavâ)

Baklava, çok ince yufkadan yapılarak arasına kaymak, fıstık, ceviz, badem vb. konulup pişirilen ve üzerine şeker şerbeti dökülen bir tür tatlıdır (TDK Sözlük, 2009: 188). Baklava yufkalarının farklı şekillerle katlanarak veya sarılarak yapılmasıyla ilginç isim taşıyan çeşitleri de vardır. Bu çeşitlerden bazılarını şöyle sıralamak mümkündür: ay baklavası, bülbül yuvası, cendere baklavası, cennet künkü, sarığı burma, tırtıl baklavası (Işın, 2010: 43).

Baklavada kullanılacak yağın seçimi baklavanın kokusuna ve lezzetine önemli ölçüde etki ettiği için yağın acımamış, taze ve katkısız olması gerekmektedir. Tatlılarda kullanılacak olan yağ, el yakmayacak derecede ısıtılıp, eritilmelidir. Baklavanın hamur yufkaları olabildiğince ince açılmalı, hazırlanan baklavalar sıcak fırına konmalı, altın sarısı renk alıncaya kadar pişirilmeli; baklavanın içi hamur kalmamalıdır. Şurubunda şekerleme olmamasına dikkat edilmeli, şurup soğuk iken fırından çıkan baklavaya dökülmelidir (MEB, 2011a: 16).

Osmanlı sarayında üretilen hamur tatlıların en önemlisi olan bazen kayıtlarda “rikak” şeklinde de geçen baklava, iftar ve bayram sofralarının vazgeçilmezi arasında yer almış; ulûfe ödemelerinin yapıldığı günde ve Ramazan ayının on beşinde Hırka-i Şerif ziyaretinin ardından yeniçerilere dağıtılmıştır (Bilgin, 2008a: 60). Osmanlı döneminde kutlamaların ve bayramların en makbul tatlısı olan baklavanın ayrıca II. Bayezid döneminde cevizli, 17. yüzyılda bademli, 18. yüzyılda ise fındıklı, börülceli, taze peynirli, kaymaklı ve çeşitli içlerle yapıldığı da kaynaklarda yer almaktadır (Işın, 2010: 42).

Divan şiirine baklavanın, Ramazan ayında tüketilişinin anlatıldığı, oruçlu kişinin baklavaya meylettiğinin işlendiği, baklavanın sevgilinin dudağı gibi tatlı olması ile benzetme unsuru olarak yer aldığı, güllaç ve helva gibi baklavanın da bademle yapılmasının anlatıldığı örnekler mevcuttur (Saral, 2017: 28). Taranan divanlarda ise baklava, Hevâyî ve Nâbî’de tespit edilmiştir.

34

Sevgilinin şenliğinde, şöleninde bir hafta kalan Hevâyî, her türlü yemeğe rağmen baklavanın bir türlü gelmediğinden yakınır:

Hırs-ı dil yek-hefte kaldı sûr-ı dilberde yine

Her yemek söylendi ammâ baklava yollanmadı (HD, G.155/3)

Nâbî içinde güç, kuvvet bulunmayan şöhretin, itibarın ve büyüklüğün lezzet barındırmadığını, baklavaya konulan nişastanın baklavanın rengini ağartması ile örneklendirerek dile getirir:

Der-mândesüz ne lezzeti var şân u şevketün

Rûyını baklavanun ağardur nişesteler (NaD, G.83/5)

1.1.4.4. Bal (ʽAsel, Engebîn, Engübîn, Nûş, Şehd)

Bal; bitkilerin çiçeklerinde bulunan nektarların ya da bitkilerin canlı kısımları ile bazı eşkanatlı böceklerin salgıladığı tatlı maddelerin bal arıları tarafından toplanması, organizmalarında bileşimlerinin değiştirilip petek gözlerine depo edilmesi ve buralarda olgunlaşması sonucu meydana gelen koyu kıvamda tatlı bir üründür (Özmen ve Alkın, 2006: 155)

Bilinen tarih boyunca bütün toplumlar tarından sevilen bal, kanser dahil pek çok hastalığa şifa olmuş oldukça faydalı bir besin kaynağıdır. İçeriğinde bulunan yüksek şeker oranı nedeniyle, enerji ihtiyacını karşılamanın yanı sıra yara ve yanıkların tedavisinde, cilt ve mide rahatsızlıklarında kullanılmaktadır. Bal, bunlarla birlikte midedeki fazlalıkları dışarı atar, vücuda kuvvet verir, mideyi kuvvetlendirir, iştah açar, karaciğeri ve göğsü temizler, öksürüğe iyi gelir. Bal, dişleri ve diş etlerini temizleyen bir macun olup ağızdaki yaraları da gideren bir merhemdir. Bal, saçı besleyip güzelleştirdiği gibi bitleri de öldürür. Ayrıca birçok yemek tarifine çeşni olarak eklenen bal, özellikle hamur işlerinde, tatlı ve ekmek yapımında kullanılan temel malzemelerden biridir. Taze sebze-meyve ve etin bozulmadan muhafaza edilmesinde etkili olduğu gibi tarımda, parfüm yapımında, kozmetikte, cenaze törenlerinde, mumyalamada ve boya işlerinde de kullanılan balın peteklerinden arda kalan kısmından ise aydınlatma, mühür

35

yapımı, resim, boyama, bronz işleri ve ilaç yapımında kullanılan balmumu üretilir (Ekin, 2016: 106; Ulusoy, 2012: 90; Lenger, 2013: 55; Karabulut, C. 1/ 1994: 78-81). Divan şiirinde bal, sarı renginden ötürü âşığın yüzüne, tadı ve iyileştirici etkisi dolayısıyla da sevgilinin dudağına ve sözlerine benzetilmiştir. Cennetten akan ırmaklardan biri olması sebebiyle telmih ile yer aldığı, balın yağ ile ve de süt ile birlikte yenilmesinin konu edildiği, balın birçok hastalığa şifa olmasına yer verildiği, balın olduğu yerde sinek ve karıncanın da bulunmasının anlatıldığı örnekler mevcuttur. Ayrıca “Ağzına Bal Çalmak, Bal Belasız Olmaz, Bal Tutan Parmağını Yalar, Bal Yağ ile Beslemek, Balla Kaymak Gelmek” gibi atasözü ve deyişlerle de yer aldığı örnekler görülmüştür (Pala, 2004: 33-34; Cengiz, 2010: 24-25, 190-192; Saral, 2017: 30-32, 215). Taranılan divanlarda da sevgilinin dudağının bala benzetildiği, bal ile zehirin birlikte anıldığı, sevgilinin bal dudaklarının Hz. Süleyman ve karınca kıssasına telmihle yer aldığı, sevgilinin bal dudaklarının hep yabancılara nasip oluşu ve yazılan şiirin tadının bala benzetildiği kullanımlar tespit edilmiştir.

Aşağıda yer alan Nâbî beyitinde bala benzetilen sevgilinin dudakları zehir ile birlikte anılır. Bal, tatlılığı ile herkesin sevdiği, hoşlandığı bir yiyecek, cana can katan bir tattır. Zehir ise insan hayatını yok etmeye kadar götüren bir karışım olup bazı zehirler damakta bıraktığı acı ile anlaşılabilmekte bazıları ise anlaşılamamaktadır. Şair, zehir ve balın bu iki zıt özelliğinden hareketle sevgilinin bala benzeyen dudaklarının tadını içtiğinden beri zehir ile balı ayıramadığını dile getirir:

Şehd-i lebin nûş ideli Nâbiyâ

Zehr nedür bâl nedür bilmezüz (NaD, G.287/6)

Taradığımız divanlarda bal ve zehiri birlikte kullanan diğer şair ise Nefʽî’dir. Kasidesinde övdüğü şahsın etkili gücünü, kudretini, eğer yaratılış farklılığı oluşturmak isterse tatlı balın zehire, acı zehirin de bala döneceğini söyleyerek anlatır:

Hükmü ger tedbîl-i meşreb istese ol dem eder

36

Kur’an-ı Kerim’de Neml süresi 18. ve 19.ayetlerde Hz. Süleyman ve karıncanın konuşması yer alır ve bu kıssa ile karınca da bir şöhrete sahip olur. Hâletî de bu kıssaya telmihle sevgilinin bal dudağını arzu eden kimsenin itibara sahip olacağını söyler. Hz. Süleyman ile konuşmadan önce pek değer verilmeyen bir hayvan olmasına rağmen karınca Hz. Süleyman ile birlikte nasıl değer gördüyse sevgilinin bal dudağını anan kişinin de itibar ve değer göreceğini bu kıssa ile lef ü neşr yaparak ifade eder:

Arz idüp şehd-i lebin her kime ki şân vire yâr

Mûr-ı nâçiz ise mahsûd-ı Süleymân eyler (AHD, G.222/4)

Aşağıdaki beyitte Sâbit, sevgilisinin âşığına yani kendisine ettiği cefâyı sevgilinin bal dudakları ile anlatır. Sevgilinin o bal dudakları yabancılara Kevser şarabı içirtmiş, kendisi arzu edince de bakışıyla hançere bulanmış kan içirtmiştir:

Şehd-i lebi ağyâre mey-i Kevser içürdi

Ben rağbet idince nigehi hançer içürdi (SD, G.334/1)

Hevâyî ise balı kendi şiirlerine övgüde kullanır. Yazdığı şiirlerde baldan bir lezzet olduğunu söyler:

Çâşnî vardır Hevâyî sözlerinde baldan

Çiftlik-i ʽirfânda yârâna yine kendü çıkar (HD, G.45/4)

1.1.4.5. Güllâç (Gülâc)

Güllaç, nişastadan yapılan çok ince kuru yufkaların süt harcı ile ıslatılarak dizildiği; yufka arasına gül suyu döküldüğü; iç olarak ceviz, fındık, fıstık veya badem katıldığı, asıl adı “güllü aş” olan ve 13. yüzyıldan beri yapıldığı bilinen bir tatlı çeşididir (TDK Sözlük, 2009: 805; MEGEP, 2007: 27-28; Işın, 2010: 131).

Divan şiirinde güllâcın yaprak yaprak ve şeffaf oluşunun anlatıldığı, sevgilinin dudağına ve inceliğiyle kitap yaprağına benzetildiği, içine gül suyu katılmasının konu edildiği, diğer tatlılarla karşılaştırılıp, onlardan üstün tutulduğu, hamsenin çok yapraklı olmasıyla güllâç arasında ilişki kurulduğu örnekler mevcuttur (Saral, 2017: 34). Taranan divanlarda ise sahurda yiyecek olarak tercih edilmeyişi, aşkın açtığı yaralar ile güllâç

37

yaprakları arasında ilişkinin kurulduğu ve sıra sohbetinde pişirilmesinin konu edildiği örnekler tespit edilmiştir.

Güllâcın aşk sofrasında terbiye edildiğini söyleyen Sâbit, güllâç yapraklarının süt harcıyla ıslatılması sonucu oluşan yuvarlak şekil ile aşkın sînede açtığı yaraları birbirine benzetir:

Sımât-ı ʽışka müreşşah gülâcdur Sâbit

Dürüldi sînede âgeşte dâğun evrâkı (SD, G.326/6)

Hevâyî, karısının sıra sohbetinde güllaç yapmamasından yakınır: Yapılalı yufkayı görmedi evimizde yassı ağacımız

Sıra sohbetinde de pişmedi karının eliyle gülâcımız (HD, G.61/1)