• Sonuç bulunamadı

4. YAZILI VE GÖRSEL KAYNAKLARIN ÜST ÜSTE DÜŞÜRÜLMESĐ

4.3 Vakfiyelerde Betimlenen Sivil Mimarlık Birimleri

4.3.2 Đskân Edilen Birimler

• Menzil لزنم (a. nuzül’den) yollardaki konak yeri, ev, bir günlük yol, konak (DE). Esna-i seyir ve seyahatte gece nüzul olunan yer, konak, ikamet olunan yer, mesken, ikametgâh, hane (KT). Đnecek yer (RM).

Çalışmanın 4.2 bölümünde açıklandığı gibi çalışmada menzil kavramı çeşitli diğer birimleri kapsayan bir üst küme olarak ele alınmıştır. Ancak FV 214.sayfa 96. bölümde geçtiği gibi Ayasofya’ya bitişik 25 bab menzilden bahsedilmektedir. Bunlar ve bunun gibi hangi diğer birimleri ihtiva ettiği belirtilmeyen menziller müstakil menziller olarak istatistik verilerine işlenmiştir. Bunun ötesinde vakfiye metninden bu müstakil menzillerin niteliklerine ilişkin herhangi bir bilgi çıkmamaktadır.

• Höcre (Hücre) هرجح (a) Göz, odacık (DE). Küçük oda, odacık; Eski tarzda odaların kapı tarafında kanatsız küçük dolap ki bardak sair ve zıyne mahsus idi (KT). Küçük oda (RM).

• Oda هطوا (t) evin münkasım olduğu bölmelerin biheri, hücre (KT).

FV ile ĐVTD deki birimlerin artışları karşılaştırıldığında aralarındaki en büyük farkı hücrelerdeki artış oluşturmaktadır. FV de hücrelerin diğer tüm birimlerin içindeki oranı %13ken, ĐVTD de bu oran %25’tir. Duruma ilk bakışta FV’nin sultani, ĐVTD’nin ise diğer kimselerin vakıflarının toplu tahriri olduğu düşünüldüğünde bu hücre artışı beklenmedik bir hal almaktadır. Zira doğal olarak bir sultan vakfında hücreler gibi sivilden çok kamusal mahiyet taşıyabilen birimlerin, sıradan insanların vakıflarına göre daha baskın olmaları beklenebilir.

Tanyeli (1996), ĐVTD üzerine yaptığı bazı mahalleleri içeren kısmi bir sayımda hücrelerin sayıca baskın olmalarından hareketle, kentteki bekâr nüfusun fazlalığını vurgulamış ve buradan hareketle dönemin toplumsal yapısı üzerine çıkarımlarda bulunmuştur. Yukarıda 3.2 numaralı bölümde değinildiği gibi 16.yy için kentteki bekâr nüfusunun artmasını beklemek mantıksız değildir. Bilhassa 16.yy’ın sonralarına doğru Anadolu’daki tarım sistemindeki bozulmalar sonuçlarını gösterecek, “çift bozan reaya” Đstanbul’a gelmeye başlayacak, ayrıca ateşli silahların öneminin artması nedeniyle kentte meskûn olan Yeniçerilerin sayıları artacaktır. Ancak ĐVTD’deki hücreler incelendiğinde, bunların çok büyük bir kısmının tahrir defterindeki büyük vakıflar nedeniyle sayılarının toplamda yüksek çıktığı görülür. ĐVTD’deki büyük vakıfların yüksek sayılı hücre ya da dükkânlarının kentin

genelinde var olmasını beklemek yanıltıcı olacaktır. Yukarıda istatistik tablolarında ve dükkân maddesinde kısmen tartışıldığı gibi hücre ve dükkân tipi yapılar, muhtemelen topluca inşa edilen dolayısı ile kuvvetli bir bütçe gerektiren görece büyük yatırım araçlarıdır. Araştırma kapsamına alınmalarının nedeni ise sonuç itibariyle içlerinde iskân edenlerin var olması ve kentin genelinde olmasa da vakfiyelerdeki sayılarının artışının yorumlanabilmesidir. Dikkat edilmesi gereken nokta, vakfiyelerin kentin tümünün ifadesi olmadığı ancak vakıf edilen menzillerle örneklem oluşturduklarıdır. Vakfiyeler sayesinde eğer tüm kent hakkında genellemeler yapılacaksa - ki bu gayet mümkün gözükmektedir - vakfiyelerdeki hangi birimlerin kentin yapı stokunda türdeş olarak bulunamayacağı düşünülmelidir. ĐVTD’de sıradan menziller yaklaşık olarak 5’in üzerine çıkmayan sayıda iskân edilen birimlere sahiptir. Oysa diğer taraftan 156 nolu vakfiyede Firuz Ağa 115 adet hücre ve müteaddid oda, 299 nolu vakfiyede Mevlana Alaüddin Ali 97 bab hücre, 396 nolu vakfiyede Hüseyin Ağa 50 bab hücre, 764 nolu vakfiyede Mustafa Çelebi 405 adet hücre vakfetmiştir ki bu tür vakıfların örnekleri rahatlıkla çoğaltılabilir. Ayrıca bu büyük vakıflar incelendiğinde hücre artışı ve Đstanbul’un toplumsal yapısı üzerinde doğrudan bağlantılar kurmanın da sakıncalı olabileceği gözükür çünkü büyük vakıf sahiplerinin çoğunun başka illerde de benzer şekillerde hücreler serisinden oluşan vakıfları vardır. Büyük vakıfların sahipleri toplum içinde istisnai zengin kişilerdir bu nedenle mülk sayılarını ve yatırım araçlarını tüm kenti ifade etmede genelleştirmek yanıltıcı olacaktır.

Toplu vakfedilen hücreler genelleştirilmeden kendi kavramları içerisinde incelendiğinde ĐVTD’de ilginç örneklerle karşılaşılabilir. Sadece bir yerde rastlanılmış olmakla birlikte yukarıdaki tartışmaya koşut olarak ismen bekârların zikredildiği hücrelere rastlanır. 303 numaralı vakfiyede Daye Hatun’un “Höcerat-ı Azeban (bekarlar) 7 bab der mahalle-i Yahudiyan” şeklinde bir vakfı vardır. Yine 156 numaralı vakıfta Firuz Ağa’nın kendi ismini taşıyan mescidinin mahallesinde hücrelerinden 33’ü “höcerat-ı gureba” ismini taşımaktadır. Hücrelerin sakinlerinin kökeniyle adlandırıldığı bir örnek de vardır: 116 numaralı Hüseyin Ağa vakfı Çelebioğlu Mahallesinde 18 bab “höcerat-ı yahudiyan” içermektedir. Genel olarak toplu hücreler yolcular, askerler, bekârlar, Yahudiler, tarikat müritleri gibi kimseler için ayrılmış görünüyor. Ancak Âşık Paşa Mescidi Mahallesinde, mescidin yakınlarda 1626 numaralı vakıfta “nisa-i salihat içün ta’yin” edilmiş 3 bab hücreye

rastlanmaktadır. Bağımsız bir biçimde “salih” (dinin emrettiği şeylere uygun harekette bulunan. DE) bayanların kullanımına tahsis edilmiş bu örnek oldukça ilginçtir.

Topluca vakfedilenler dışında sıradan menzillerin içinde yer alan hücreler de vardır. Bunların diğer iskân edilen birimleri gibi sıklıkları şiddetinde tüm kentte var oldukları genellemesini yapmak makuldür. Şart-ı vakıflarda bu tür hücrelere de dükkânlar gibi, menzilin bütüne tamirat geliri sağlamak gibi görevler atandığına rastlanır. ĐVTD 1676 numaralı vakıfta Gülşah Hatun iki avlusu bulunan vakfının birimlerini şartlara bağladıktan sonra “harici babda olan höcre” için “…bu höcre dahi menzil-i mezburın meremmeti için kiraya virilüb mahsulı hıfzoluna…” şartını koşmuştur. 432. vakfiyede “…höcre-i mezkurenin gallesi menzil-i mezburın ta’mirine sarfolına…” şartı vardır. Dükkânlarla hücrelerin menziller için oluşturduğu ekonomik benzerliğin dışında fiziksel olarak dönüşümleri de söz konusudur. 466 numaralı vakıfta defteri tahrir eden kişi eski defterde 8 hücresi olduğu kayıtlı bir menzil için “…Haliya sekiz bab höcrelerin dördi dört dükkan olub…” şeklinde bir kayıt düşmüştür. Ancak topluca vakfedilmemiş sıradan menzillere bağlı hücrelerin hepsinin dükkânlar gibi dışarısıyla bağlantı kurmak zorunda olan birimler olduğu düşünülmemelidir. Hücrelerin aile bireylerine vakfedildiği, iç avlularda yer alan hücreler de mevcuttur. ĐVTD 727. vakıftaki iki avlusu olan bir menzil şu şekildedir: “…Haneha-i höcerat-ı dâhiliyye 5 bab ve hâriciyye 6 bab ve muhavvatatan ve bi’r-i- ma ve kenayif…”

ĐVTD’de hücrelerin strüktürleri üzerine özel bir bilgi mevcut değilse de kervansaray, han, medrese, tekke, zaviye kapsamında sayılmış hücrelerin bir kısmının yığma olduğu akla gelmektedir. Ünver (1946), bu duruma istisna olabilecek ĐVTD’de adı geçmeyen “balahane” isminde ahşap üst kat birimlerinden bahseder. Balahaneler, gurfe bölümünde irdelenecektir. Dernschwam (1992), Şekil 4.13’te Schweigger’in bir çizimini yaptığı Elçi Han’ı yığma strüktürünü tarif ettikten sonra, hücreleri şöyle tasvir etmiştir: “Hücrelerin her biri 16 ayak uzunluğunda* (yaklaşık 5m) ve 16 ayak genişliğindedir… ara duvarları tek sıra tuğla ile örülmüştür. Her hücrenin yine tuğla ile örülmüş küçük bir ocağı var... Zemin de tuğla ile döşenmiştir… Adetleri veçhiyle hücrelerin dört duvarı da önce hımış ile yani önce çatılarla çatılmış sonra duvar

olarak örülmüştür.” ĐVTD’de 1393 numaralı vakıftaki 14 bab tahtânî hücrenin “ihrak-ı kebir”de yandığı yerinin mukata’ya verildiği kaydı mevcuttur. 14 bab hücrenin tamamen yanması yine ahşap strüktürü düşündürtür. Hücrelerle ilgili bir diğer fiziki özellik, bunların “hane”lerden küçük olmasını akla getiren bir vakfiye kaydıyla belirir. ĐVTD 2013 numaralı vakfiyedeki kayıt şöyledir: “Haneha-i tahtânî 4bab Haliya 7 bab hücerat olmışdır…”. 4 adet hane, 7 adet hücreye dönüştürüldüğüne göre bu vakfiyedeki hücrelerin boyutları hanelerin yarısı kadardır.

• Zulle Gölgelik, tahta örtülü sofa (RM). Zıll ظلِّ (a) Gölge, saye (KT). Gölge, koruma, sahip çıkma (DE).

• Sofa افوص Evin ortasında olub odaların kapuları oraya açılan müşterek divan, divanhane; Kapu çeşme ve saire yanında oturmağa mahsus taşdan sed (KT). Suffe هفوص (a) sofa (DE).

• Sundurma همريدنوص (t) evin açık çatı altı, hayvanların barınması ve alet ve edevat, zirai ve saire vaazına mahsus üstü örtülü ve önü açık mahal (KT). • Dehliz زيلھد (a) hol, koridor (DE).

• Hayat, طايح (a) [Arapça divar (duvar) demek olan hâit’in (طياح) çoğulu] Üstü kapalı avlu, sokak kapısıyla nerdiban (merdiven) arasındaki aralık, taşlık (KT). Hıyat, طايح (a) Perdeler, maniler, engeller (DE). Hıyata, هطايح hıyat. Kapının önünde ve saçaklarında altındaki yer (RM).

Hayat kelimesi, köken olarak “yaşam” anlamındaki “hayy” (ىح) kökünden gelen hayatla (تايح) ilişkisizdir. Kelimenin kökeni irdelendiğinde DE ve KT’de hayat’ın kökeni olarak “hâit” kelimesi verilmiştir. Hâit طئح ise KT’de “duvar, cidar” anlamındadır ve de sözlüğün bu maddesinden hâitin kökeni olarak “havt” طوح kelimesi verilmiştir. Havt kelimesi aynı zamanda yukarıda tartışılmış “muhavvata”nın da köküdür. Güncel Türkçede “ihata etmek” deyimi de bu kelimelerle aynı kökendendir. Bu manada yaklaşıldığında günümüz Türk Evi terminolojisinde kuramcıların kullanageldikleri üst kat galerisi gibi dışarı doğru açık olan bir yapı birimi, kelimenin kökeniyle bağlantısız gözükmektedir. Kelime kökeninden çıkartılabilecek sonuç odaların dışında oluşturulmak istenen korunmuş, mahrem bir alan, bir tür iç avludur. Türk Evi evrim kuramlarında genellikle iddia, kırsal karakter taşıyan açık bir dış sofanın ya da hayatın mahremiyet gereklilikleri ve kentin kalabalıklaşmasıyla zamanla kapatılması ve ardından kapatılan alanlarda da

odaların olduğu merkezi plana yaklaşan modellerin türemesidir. Bu durumda ilkin açık olup sonradan “ihata edilen” bir alanın başlangıçtaki isminin hayat olması çelişkili olacaktır. Akla hayat denen birimin mahremiyet sağlanması lüzum eden noktalarda (sokağı, komşuyu gören açılar) kısmi bir ihatası olabilecek birimler olması da gelmektedir. Safranbolu’da, Bursa’da halen var olan hayatlı evlerin kısmen ya da tamamen hafif strüktürlerle dış sofaları kapatılmış örnekleri mevcuttur.

Hayatla ilgili araştırmanın konusu olan 15–16.yy kaynaklarına bakıldığında, Türk Evi evrim şemalarına göre hayatın en çok karşılaşılan birimlerden olması beklenirdi. Ancak FV’de ve incelenebildiği kadarıyla AVTD’de hayat terimiyle karşılaşılmamış, ĐVTD’de ise 2431 menzil içinde sadece 2 yerde bu terime rast gelinmiştir. (62 ve 1349 numaralı vakıflar) Đlginç olan bir diğer nokta ise yine beklenenin aksine bu iki vakfın da tek katlı menziller olmasıdır. 62 numaralı Bâli bin Abdullah’ın vakıf menzili; “Hane-i tahtânî ve kenif ve hayat ve muhavvata der mahalle-i mezbure…” şeklinde bir asl-ı vakfa sahiptir, şart-ı vakfında ise menzille ilgili herhangi bir fiziksel ayrıntı yoktur. Cebeci Mustafa’nın 1349 numaralı vakfında, asl-ı vakıf “Hane-i tahtânî ve sofa ve hayat ve serdab ve kenif ve arz-ı hâliye ve muhavvata”, şart-ı vakıf “…(vakfedilen nakdin ribhinin bir kısmı)…menzil-i mezburın meremmatına sarfoluna…” şeklindedir. 1349 numaralı vakıftan anlaşıldığına göre sofa ve hayat aynı menzilde birlikte yer aldığından en azından bu vakıf için farklı anlamlarda kullanılmış olmalıdır.

Çalışma kapsamında incelenen 15–16.yy kaynaklarında hayat kavramına ĐVTD’ iki bin küsur menzil içinde iki kez rastlanması dışında hiç karşılaşılmaması iki şekilde yorumlanabilir: Ya 15–16.yy’lar Türk Evi evrim şemalarının ilk kısmını oluşturan hayatlı evler için fazla erkendir, ya da hayat kavramı dönemin yazılı kaynaklarında başka biçimlerde ifade edilmiştir. Đleride tartışılacak bazı ipuçları var olsa da dönemin verileri ne yazık ki plan şemaları sunacak düzeyde kesin veriler içermemektedir. Hayat kelimesinin kökenindeki sakıncadan sıyrılarak terim mimari bir mekân olarak değerlendirilse bile kaynaklardan böylesi bir mekânı takip etmek çok zordur. Bu nedenle evrim şemalarındaki hayatlı evin 15–16.yy’ların baskın plan şeması olduğunu iddia etmek dönemin kaynaklarına göre olası görünmüyorsa, reddetmek de olası değildir. Bununla birlikte vakfiyelerde hanelerin kişilere vakfedildiği ve bunların kapalı mekânlar olduğu düşünülürse birden çok haneden oluşan menzillerde menzil-içi dolaşım sorunu çözülmeyi beklemektedir. Zemin katta

muhavvata içindeki haneler için yatay dolaşım ikinci planda kalabilecek bir durum olsa da üst kattaki haneler için plan şemasını belirleyen bir durumdadır.

Dönemin sivil mimarlığına somut bir örnek olarak Topkapı Sarayı’nda bulunan “Fatih Köşkü” ya da “Đç Hazine” gibi adlarla tanımlanan yapı, çeşitli araştırmacılar tarafından ele alınmıştır. Bu yapı, hayatlı ev tipiyle örtüşen bir plan düzenlemesine sahip olmasıyla araştırmacılar tarafından erken dönemlerdeki hayatlı konutların varlığına işaret etmek için yararlanılagelmiştir (Şekil 4.16).

Şekil 4.16 : Fatih Köşkü, S.H.Eldem (Kuban, 2007) ve “beytî”lik durumu. Kuban (2007) yapının bitiriliş tarihini 1462/63 olarak vermektedir. Tanyeli (1990) ise 1476 tarihli bir dökümde geçen Hazine-i Cedide’nin bu yapı olabileceğini belirtir ve daha erken kaynakların muğlâklığından bahseder. Hatta Tanyeli bu yapının Fatih devrine ait olduğunu gösteren tek kaynağın da 19.yy tarihli Tarih-i Atâ olması dolayısı ile yapının yapılış tarihinin çok sabit olmadığına değinmektedir. Yapıya yapılan ekler ve özgünlük tartışmalarının yanı sıra, yapının özgün işlevine ilişkin de tartışmalar mevcuttur. Bu çalışmayı ilgilendiren kısım doğal olarak yapının iskân edilme durumudur. Yapının ilk olarak iskân birimi mi yoksa doğrudan hazine olarak mı yapıldığı tartışmalıdır. Tanyeli 1476 tarihli belgeye dayanarak yapının daha başta hazine olarak yapıldığını düşünmektedir. Necipoğlu (2007), bu yapının ilkin konutken daha sonra Yavuz Sultan Selim zamanında Mısır’dan gelen ganimeti koymak için hazineye dönüştürülmesi fikrine delil yokluğu nedeniyle şüpheyle bakar ve yapının kare biçimli yontma taştan yapılmış kırma çatısının avlunun karşı köşesindeki çok kubbeli Has Oda’ya göre ikincillik ifade ettiğini düşünür. Fatih Köşkü’nün alt katında bulunan odaların hazine olarak kullanıldığına dair de birçok

yazılı belge mevcuttur. Ancak yapının baştan beri bir hazine olarak tasarlanmış olma fikri kabul edilirse, bir hazine dairesinde niçin ocakların, helânın, manzaralı bir köşe sofasının, hemen yapının yanında hamamın var olduğu soruları cevaplanmalıdır. Eğer yapının sonradan hazineye dönüştürülmek üzere baştan konut olarak yapıldığını fikri kabul edilirse bu kez de, kapalı birimler olması umulan “oda”ların neden birbirleriyle bağlantıları olduğu*, odaların sanki hazine sergileme işlevi düşünülerek yapılmış gibi gözüken nişlerinin neden sarayın başka birimlerinde bulunmayan çoklukta bu yapıda var olduğu cevaplanmalıdır. Ayrıca Fatih Külliyesinin vaziyetinde çok eksenel ve katı bir geometri izleyen dönemin mimarisinin bu köşkte neden çevre verilerini gözetir bir tutumla tasarlanmış olduğu da açıklanmayı beklemektedir. Kuban (2007), “Fatih’in Sarayı”nın eksenel bir düzenleme olmadığını söyler, bunun nedeninin de mevcut yapılar ve arazinin topografyasının olanak vermeyişi olabileceğini belirttikten sonra, böyle bir “aksiyal sistem vizyonunun varlığı”nın da büyük bir ihtimalle mevcut olmadığını iddia eder. Ancak Çinili Köşk, Fatih Külliyesi gibi yapıların oldukça eksenel vaziyet planları ve Fatih Külliyesi’nin yerinde de kısmen bazı eski yapıların var olması (Havariyun Kilisesi) ve buna rağmen eksenellikten vazgeçilmemiş olması düşündürücüdür.

Necipoğlu (2007) ve Tanyeli (1990) konut ve hazine işlevleri arasında gidip gelen bu yapıya sadece depolama yapılan bir yerin ötesinde bir tür özel hazine işlevi biçmişlerdir. Böylelikle iskân ve depolamanın uzlaştırılabileceği umulur. Buna göre hazinenin böylesine hâkim bir konumda ve dışarıdan algılanan bir karakterde oluşu simgesel anlamlar taşımaktadır. Necipoğlu, vurgulu hazine binasını Fatih’in dünyanın her yerinden nadir sanat yapıtları ve kitaplar toplamasıyla üst üste düşürerek “evrenin fatihi olma” ereği ile yorumlar. Tanyeli, sonradan gelen padişahlar için atalarının hazineleri ile dolu olan bu yapının bir tür “proto-müze” olduğunu belirtir.

Fatih Köşkü’nün dönemin konutuna örnek teşkil eden bir model olarak ele alınması özgün işlevin muğlâklığına koşut olarak sorunludur. Ayrıca dönemin sivil mimarlığını tanımlayacak olan sıradan insanın konutunda bu yapıda olduğu gibi manzaranın bu derecede belirleyici olması beklenemez. Yapının yan yana sıralanan

* Ögel (1988) Odalar arası bağlantının 16.yy.da sağlandığını düşünürken, Tanyeli (1990) odalar arası geçişi sağlayan kapıların çeşitli mimari niteliklere dayanarak “kesin olarak” özgün olduğunu, yapının bodrum katında da odaların birbirine bağlantılı olduğunu iddia eder.

birimlerden oluşması da sarayın üçüncü avlusuna (içoğlanları avlusu) sınır oluşturan bir hattın mimari olarak tanımlamasının bir sonucu olarak ele alınabilir. Yapının vakfiyelerde rastlanılması umulurken neredeyse karşılaşılmayan “hayat” kavramının bir tezahürü olarak yorumlanması, ancak başlangıçtaki konut işlevinin kesin olarak bilinmesiyle mümkün olacaktır. Tartışmalardan sıyrılarak Fatih Köşkü’ne dönemin gelişkin bir konutu olarak bakılırsa, Kuban’ın (1995) Türkler için model olduğunu düşündüğü “beytî” plan şemasının burada belirmesini beklemek mümkündür. Aşağıda sofa kısmında ele alınacak verilerde de dönem için T planlı konutların varlığına ilişkin ipuçları mevcuttur. Fatih Köşkü’nde “beytî” bir planlamanın olması yapının dönemden beklendiği üzere daha eksenel bir anlayışla tasarlanmış olduğu sonucunu da destekleyebilir. Tanyeli’nin (1990) özgünlüğünden emin olduğu odaları birbirine bağlayan kapılar gerçekten özgünse, aslında Fatih Köşkü’nde alt kata inişin olduğu kubbeli oda, bunun yanındaki oda ve köşe sofası “beytî” bir birliktelik içinde algılanabilirler (Şekil 4.16). Odaları birbirine bağlayan kapıların konumları, köşe sofa ile kubbeli oda arasındaki odanın bir “eyvan” gibi çalışmasına olanak sunmaktadır.

“Hayat” kavramına vakfiyelerde neredeyse rastlanmayışı yukarıda önerilen ikinci şekilde ele alınırsa yani aynı kavramın dönem için başka kelimelerle ifade edildiği düşünülürse ilk önce eline alınacak kavram zulle olarak görünmektedir. Hayata yaklaşıldığı gibi zulleye de kelime kökeninden hareketle yaklaşılırsa aslında gölgelik gibi bir kavram bugün “hayat”ın güncel kullanımıyla örtüşen bir yapıdadır. Zarar görmüş olmak gibi özel durumlar yoksa duvarlı bir yapının çatılı olmaması zayıf bir ihtimaldir. Bu durumda bir yapının adına gölgelik denmesi duvarları olmamasıyla açıklanabilir. Ağır (2001), zullenin dış sofa* , Latince terimler içinde yer alan solarium ve loggia kavramlarıyla ilişkisini sorgulamıştır. Daha eski olan solarium ile loggia kavramlarının Veneto-Bizans sivil mimarisi örneklerinden Venedik’teki Fondaco dei Turchi binasının üst katındaki galerili alanda ilişkilendirilebileceğini belirtmiştir. Zullenin 1624’de yazılmış RM’deki tanımıyla solarium ve loggianın örtüşebileceğini düşünür (Ağır, 2001). Fondaco dei Turchi’deki gibi üst kat cepheleriyle Süleymaniye, daha geç olmakla birlikte Yeni Camii gibi anıtsal

yapıların kıbleye dik cepheleri arasında benzerlik izlenebilir. Bu durumda zulleyi bir Akdeniz geleneğinin parçası olarak yorumlamak akla gelmektedir.

RM’de Mehmet Ağa’nın zulle için gölgeliğin yanında “tahta örtülü sofa” şeklindeki ifadesi irdelenebilir. Bu ifadeye göre zulle örtüsü özelleşmiş bir sofa gibi açıklanmış olmaktadır. “Tahta örtü”yle yapıya eklenerek oluşturulmuş bir tür sundurma düşünülebilir. Matrakçı’nın 1543 tarihli Tarih-i Feth-i Şikloş’taki, güneydoğu Fransa’da yer alan Antib Kalesi ve Diç Kalesi çizimlerinde böylesi “tahta örtülü” ekleri olan yapılara rastlamak mümkündür (Şekil 4.17) *.

Şekil 4.17 : Solda Diç, sağda Antib Kalesi’nden ayrıntı, Matrakçı, Süleymanname, 1543 (Sinan Çavuş, 1987).

Döneme ve Đstanbul’a ait Şekil 4.17’daki çizimlere benzer bir görsel kaynak mevcuttur (Şekil 4.18). Yukarıda muhavvata konusunda da başvurulmuş Freshfield albümündeki 1574 tarihli çizimin bu kez sol tarafında gerçekten de RM’de tariflenen

* Bu tasvirlerin adı geçen kentleri ne kadar yansıttıkları sorulabilir. Bu durumda Matrakçı’nın çizimlerindeki gerçekçilik mefhumu incelenmelidir. Başka çizimlerle değil de Matrakçı’nın kendi çizimleri içindeki farklar gözetildiğinde coğrafyanın etkisi izlenebilir. Örneğin ileride üzerinde durulacak BMS’de kentler ve bunların mimari tasvirlerinin coğrafyaya bağlı olarak değiştiği görülmektedir. Feth-i Şikloş’ ta görülen Fransa ve Đtalya kentleri, beşik çatılı binaların baskın oluşu, binaların rengi, çatılardaki mavi renk gibi unsurlarla Matrakçı’nın örneğin Đstanbul ya da Tebriz çizimlerinden farklıdır. Sarıkla resmedilmiş Büyük Đskender minyatürleri düşünüldüğünde, minyatür tasvirlerinin, yapıldığı anı merkez alan bir ifadeyle oluşturulmuş örneklerin varlığı akla gelir. Ancak geçmişi ya da mitolojik sahneleri değil de sanatçının sefer-i hümayunlar, elçi kabulleri gibi yaşadığı zamanda gelişen olayları tasvir ettiği düşünüldüğünde tasvirlerin, ‘tasvir edilen odaklı’ yaklaşımları