• Sonuç bulunamadı

Özel yönetim zorunluluğu

B- Kitabında yazılmayan vergiler

2- Özel yönetim zorunluluğu

“Genel Müfettişlik özel yönetim sorunlarında de illerin çalışması-nı birleştirdi. Karakolları yaparak yolların düzen ve güvenliğini sağ-ladı. Bayındırlık işlerine başsağ-ladı. Ülkede hiçbir fabrika yokken un fabrikaları açtı. Belediyelere elektrikler yaptırdı. Doğu İllerimizde de Batı’dakiler gibi Bayındırlık faaliyeti başladı. Diyarbekir’in eski hali-ni bilen varsa şimdi aradaki farkı takdir ile görürler. Keza Osmahali-niye, Elaziz de öyledir. Van’da da Bayındırlık faaliyeti başlamıştır. Van bir şehir haline gelmek üzeredir. Van’ın en büyük mahrumiyeti nüfusu-dur. Nüfus olmayınca doğaldır ki, Bayındırlık da geç olur.” (agy)

Bu açıklamadan bir daha anlaşılıyor ki, Birinci Müfettişlik yönetiminin Doğu’da iki amacı var:

1- Finans-Kapitale yuva yapmak;

2- Bu yuvayı güvenlik, altına almak...

Nitekim, sütunlar dolduran İçişleri Bakanı’nın demecinde, Kürdistan’da ezilen bir köylülük olduğuna, bu köylülüğün derebeylikle olan ilişkisine ve Cumhu riyet Burjuvazisinin Kürt Köylülüğü hakkında düşündüklerine dair bir tek satır değil, kelime bile yoktur. Ezilen Kürt Halkı hak kında, İçişleri Bakanı’nın ağzından dökülen sözler hep şunlardır.

1) “Asi”ler, “şaki”ler, “çete”ler, “eşkıya”lar...

2) “Yola getir mek”, “amansız bir takip”, “birer birer imha etmek”,

“bir tek nefer kalmayıncaya kadar hepsini tepelemek”, vb...dir. (Mec-lis’te Demeci, 27.06.1932)

Sonra hiç sıkılmadan, sürek avından söz eden bir avcı iştahıyla ağzı sulana sulana, Kemalizmin Kürdistan siyasetinden söz eden aynı Bakan, bilinen burjuva teresliğiyle, Doğu İllerinde “Bayındırlık” olması için “nü-fus” istiyor; “nü“nü-fus” için “Bayındırlık” değil!.. Tıpkı yün satabilmek için, kırpılacak koyun sürüsü isteyen burjuva gibi...

Doğu İllerinin özellikle Birinci Genel Müfettişliğe bağlı olan bölgesin-de, Çin-Japon Savaşı gibi, ilân edilmemiş ezeli bir sıkıyönetim kasırgası ortalığı kasar kavurur. Yayın adına, tartışma ilanlarını yayımlamak şartı-nı yerine getiren tek tük il gazetelerinden başka hemen hiçbir şey yoktur.

Diyarbekir’de, köylü “ağa”lara Gazi’nin mucize lerini sayıklamaya yara-yan tek tük methiye broşürleri, Birinci Genel Müfettişliğin ağalık içinde kalan ajitasyonunu yazar; Urfa’da çıkan bir gazete, doğrudan doğruya de-magojik bir perde altında büyük arazi sahipliğinin yayın organlığını yapar.

Bir kelime ile burada, hatta Batı İllerindeki basın derecesinde, hiç olmaz-sa kapitalist unsurlarının bir tür “otokritik”ini beceren, araçlar da yoktur.

Çünkü, Türk Burjuvazisi, pratik alanda bütün uzlaşmalarına rağmen, Kürt Burjuvazisiyle, Kürt Ağalığına güvenemez... Hatta güven değil, tahammül dahi edemez. Halk Partisi, bütün Ağa-Tefeci-Finans-Kapitalist, hatta kıs-men de Aydın sınıflarının en “mezhebi geniş” blokunu tekelleştirmiştir.

Onun dışında legal bir parti değil, hatta “bağımsız”casına bir eleştiri bile Kemalizmin tüylerini kirpi gibi diken diken eder. Batı’da böyle diken üs-tünde oturan “Cumhuriyet” Burjuvazisi, Doğu İllerinde, değil siyasi, hatta Kooperatif kadar “anodin [zayıf]” bir ekonomik örgütü (bizde kollektif şir-ket niteliğini geçmeyen kredi kooperatiflerini) bile “zararlı” bulur. Halkın

en ufak şikâyeti, en fecî kırtasiyecilikten, imha tehditlerine kadar her çeşit metotla bastırılır. Bir köylü bir dilekçe yazdırsa, onun köşesine kimin ta-rafından yazıldığını gösterecek bir imza kondurmaya mecburdur. Tâ ki, gerekirse yazan bulunup pişman edilsin yahut derdini yazdıracak adam bulamasın...

Kürdistan’da yazılan her dilekçe için mutlaka bir misli “fidye” ve iki misli de “posta” masrafı alınır. Bu yüzden, bir dilekçe verebilmek için, o Doğu İllerinde pek seyrek rastlanılan cinsten, cebinde 2-3 lirası bulunan bir adam olmak şarttır. Fakir ve halktan bir Kürt için bütün bu merasimi ye-rine getirmek, “yetkili makama” bir dilekçe vermek için yeterli değildir.

Eğer dilekçe hoşa gitmez bir şikâyettense, kaydiye* ve posta ücretle-rinin alınmasına rağmen, sepete atılır. Çünkü, güya, numara vermek için burjuva demokrasisinin icat ettiği kaydiye işlemi adeti, Doğu İlleri için hayaldir. Hiçbir köylü, verdiği dilekçenin kayıt numarasını hiçbir zaman öğrenemez. Hatta damga vergisinin gelirleri artsın diye, bile bile en ma-sum dilekleri bildiren dilekçeler bile beş on defa tekrarlanmadıkça yerini bulmaz, kaybolurlar. Fakat bir sorunun herhangi bir memurcuğa dokunur biçim aldığı görülmesin; eğer şikâyet eden köylü veya halktan biri ise, şikâyet derhal boğulur ve şikâyetçi hiç ummadığı bir taraftan en bekleme-diği bir darbe ile sersemleşir. Şikâyet ettiğine ve edeceğine bin kere pişman olur... Çünkü bütün Kürdistan memurlarının, en büyüğünden en küçüğüne kadar, nasıl bir rütbe sıralamaları varsa, tıpkı öylece uyulması şart olan bir gizli anlaşmaları, halka karşı, âdeta işaretle anlaşan harikulade bir birleşik cepheleri ve memur dayanışması vardır.

Bu açıklamayı niçin kaydettik?

Türk Burjuvazisinin, en aşağı sömürge işlemine uğrattığı Kürdistan Halkına, hatta kendi kapitalist kanunlarının tespit ettiği vatandaş haklarını bile yasak ettiğini hatırlatmak için... Yoksa bütün Kemalizm yönetimi için şu iki nokta esastır:

1- Şikâyet eden ağa veya burjuva ve (bu ikisinin çıkarına zıt olmamak şartıyla) aydın ise, dilekçe usulen hiçbir arızaya uğramaksızın rolünü oy-nar. Halktan bir kişinin dilekçesi aylar ve yıllarca süründükten sonra bir hasıraltında can verir.

2- Fakat varsayalım ki, Kürdistan Halkından birinin dilekçesi “yüksek mâkamata” erişti...

Ne olacak?

* Kaydiye: Kayıt için alınan para.

Millet Meclisi’nin daima yaptığı gibi, önce “ait olduğu bakanlığa”, oradan “Birinci Genel Müfettişliğe”, oradan: il, kaza, nahiye aracılığıyla nihayet mutlaka, halkın şikâyetçi olduğu memurun veya arkadaşının eline geçecek değil mi? “Millet Meclisi”nin talep ettiği soruşturmayı kendisin-den şikâyette bulunulan memurluk veya o memurluğun bağlı olduğu Ağa-lık yapmayacak mı?.. Bu kadar tehlikeli bir maceraya hangi zavallı köylü katlanabilir?..

İşte bütün bunlar, Doğu İllerinde “zorunlu hizmet”e gönderilen veya gönderilmeyen öyle bir memur tipi yaratmıştır ki, Senegal veya Hin-di Çini’deki Fransız memuru, bunun yanında belki de “insaflı” kalır. Bu yüzden, Kürdistan’da her şey bir konspirasyon havası içinde akar. Ağa memurla, memur burjuva unsurla, koklaşa koklaşa, kulaktan ağza yahut bir romanın adı gibi “Dudaktan Kalbe” fiskos ederek işler pişirilir. Doğu memuru gayet kârlı bir yağmadadır. Yavaş yavaş aşınan eski bir toplum-sal yapı üstünde, aşındıran Kanunu temsil eder ve uygularken, Doğu İlleri memuru, hem Kanunu, hem de aşınan rejimi kemire kemire yaşayan bir sansar gibi işler. Orada burjuva kanunu tam burjuva memurunu ve burjuva memuru da tam burjuva kanununu, kara tencerenin yuvarlanıp isli kapa-ğını buluşu gibi, bulmuştur. Kemalizm, bu efendilere, göze görünmeden, [kısık] bir sesle Tevfik Fikret’in hep şu öğüdünü vermiştir:

Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!

Ne eleştiri, ne şikâyet, ne soru ve ne de cevap! Savaşa girişmiş bir or-dunun bireyleri, Doğu memuruna oranla, belki yaptıklarından daha çok

“sorumlu”durlar: Kemalizm sermaye biriktiriyor!..

Hiç şikâyet, hiç denetim, hiç sorumluluk olmuyor mu?

E, devede kulak türünden oluyor. Fakat bunlar:

1- Ya büyük Ağalarla burjuvaların ahbapçavuşvârî şikayetleri;

2- Yahut bu “han’ı yağma: yağma sofrası”nda öteki memurlarla kons-pirasyon dayanışmasını bozanlara karşı, omuzdaşlaşmış memurların bir ortak, boykotu, “cezalandırma”sı şeklinde oluyor. Ki, bu da, pek ender ve sıra dışı hallerden sayılır.

Kemalizm, Doğu İlleri memurluğunu o kadar başıboş bırakmıştır ki, bu resmi klik, bazen bindiği dalı kesen yobazlar kadar küçük çıkarları için-de boğulur ve kapitalist düzen için şaşılmayacak surette, bizzat dayandığı sistemi ve devlet iktidarını tehlikeye düşürür. Şeyh Sait İsyanı’nda, Doğu

İllerinin idare’i maslahatçı memurunun rolü, az aceleleştirici bir rol olma-mıştır. Zaten her zaman oynadığı öz rol de budur.

Bir örnek:

Diyarbekirli mi, ne... herhalde Türk Burjuvazisinin kendi kültürüyle idealize edebildiği nâdir aydınlardan biri, öğretmen Mehmed Emin, Şeyh-lerin isyan kararlaştırdıklarını Vali Cemal’e söyler... Vali, böyle bir şey yoktur ve olamaz, der... Mehmed Emin, işi İçişleri Bakanlığına duyuracak kadar ileriye gider. Bakanlık Valilikten sorar. İl aynı cevabı tekrarlar. Mu-allim durmaz, bir daha Bakanlığa başvurur. Bu ısrarı gören Vali -galiba

“makaamatı işgal” maddesini uygulayaraktan- öğretmeni yakaladığı gibi hapse atar! Fakat, gafletin kabağı yine öğretmenin başında patlar: ilk isyan-da isyan-darağacına çekilen Vali değil, Mehmed Emin’dir...

Sivil örgütü bu olan Kemalist devlet cihazının, jandarma ve hele asker metotlarını tasavvur etmek mümkündür. Yol kesmek yalnız eşkıyanın ve ağaların harcı değildir. Şehir ortasında bile, bir jandarma neferi, istediği

“Kürt”ü, istediği angarya için çevirir. Neferlerin bir önemli kazanç kay-nakları da, tenha sokaklarda, rast geldikleri Kürtten nüfus tezkeresi vb.

evrak istemek; genellikle böyle “medenî” merasiminden şaşalayan Kürt Köylüsünü, bir eyi patakladıktan sonra, birkaç mecidiye veya kuruşunu alarak, lütfen serbest bırakmaktır.

En büyük şehirlerin ortalarında oynanan bu sahnelerden sonra, köyde-ki jandarmanın yaptıkları ve yapabilecekleri, uzun fâcia destanlarını dol-durur. Kürdistan Halkının dilinde, jandarmanın adı “Yumurtacı”dır. Bir müfreze, herhangi bir kovuşturmaya veya “takip”e çıkmasın... Artık, önü-ne gelen köy halkı, bilsin bilme sin -büyük Ağaların huzuruyla [hazır bu-lunmasıyla]- çalakırbaç mavzer falakasıyla birer birer işkenceden geçirilir.

İşin daha feci tarafı, Kürdistan köylerini bir afet gibi saran müfrezelerin, bu işkenceleri uyguladıktan sonra, ayrıca izzet ve ikram görmek haklarında-dır. Dayağı “yiyen” köylü: yumurtasını, sütünü, ekmeğini, davarını da bu müstevlilere [işgalcilere] “yedirmek” zorundadır. Karakol jandarmasının, toplumsal ve idari bütün sorunlarda mutlak bir iktidarı vardır. Köyde kara-kolla köy ağası el ele işlerler... Ağa soygununu jandarma aracılığıyla yap-tırtır, “Miriyvo”larını karakola sevk etmekle sindirir. Karakol, bir kimse hakkında Ağanın işaret ettiği şekilde bir “tutanak” düzenledi miydi, artık o tutanağın hükmünü bozacak yeryüzünde hiçbir kuvvet yoktur. “Büyük Millet Meclisi” köylerdeki soruşturmasını bu jandarma aracılığıyla yap-tırır. Karakol, soruşturmayı isterse yapar, isterse yapmaz; daima istediği şekilde yapar. Karakol bir “Kürt”ü öldürmeye kadar yetkilidir: Kaçtı,

vur-dum! der, ve sorun kalmaz.

Kemalizmin köyde Ağalıkla en güzel sentezlerinden birini oluşturan ve temsil eden Karakol, zulmünü siyasal ve toplumsal alanda bırakmaz ve yalnız Kemalizmle Ağalığın soygununa âlet olmakla kalmaz. Bizzat Ka-rakolun kendisi de, civar köylerin kaymağını sömüren bir soyguncudur.

Jandarmalar arasında Karakola gitmek bir nevi kârlı talihtir:

1- Nöbet yok, sorumluluk yok, vb... yok;

2- Masraf da yok: “Karakoldakiler on para sarf etmezler”; para art-tırırlar, Kemer yaparlar. Yaşasın “yumurtacı”lık!

Asker, bastığı yerde ot bitirmeyerek, bütün şüphelendiği köyleri gaz-yağı ile yakmak için, jandarmaya yardımcılıkla yükümlüdür. Örneğin, bir köyün eşkıya yataklığı ettiğinden şüphele nildi mi, köyün etrafı bombalı ve makineli tüfekli müfrezelerle sarılır. İçindekilere çıkmaları için kısa bir süre verildikten sonra, yağlı paçavralarla ve gaz dökerek, köyün bütün can-lı can sız mevcudu ile birlikte dumanı havaya savrulur... Tekrarlamaya bil-mem gerek var mı? Köylü köyünden yalnız canını kurtarabilirse kurtarır...

İçişleri Bakanı, “Türkiye hakkında eskiden beri ortaya çıkmış yan-lış bir fikir vardır” başlangıcı ile, yukarıda söylediğini, yani nüfus azlı-ğını, aşağıda reddetmek ve mesela Belçika’ya oranla Türkiye nüfusunun az olmadığını ve azalmadığını ispat eylemek için, Türkiye’de “dağ taş”

var, “oysaki Belçika’da dağ, taş, çöl gibi bir şey yoktur” (Cumhuriyet, 28.06.1932) diye, ancak Kemalist demagojide görülen “el-mana fî batn el-şâir” dedikleri cinsten bir cevher yumurtladığı Meclis Demeci’nde, Kürdistan’da Birinci Genel Müfettişliğin ordu ve jandarma ile el ele başar-dığı önemli faaliyetlerden birini de şöyle anlatıyor:

“Genel Müfettiş’in iyiliklerinden biri de orada Harb’ı Umumi [Genel Savaş-Birinci Dünya Savaşı] ve Mütareke zamanlarından kalan silahları toplamayı başarmış olmasıdır. Bilirsiniz ki, bir yılda yalnız Mardin ilinden 6.000 mavzer toplanmıştır. Bunlar Genel Müfettişli-ğin örgütün çalışmasını birleştirerek ve düzenleyerek doğru görüş leri sonucudur. Şüphesiz ordumuzun 8’inci Kolordu kumandanlarının ve subaylarının (nefer yok!.. – H. K.) yüksek güçlü görüşleri ve başarıları başta gelen etkenlerdir. Bu vesile ile oralarda vatan ve cumhuriyet için çarpışanlara minnetleri arz etmek ve aziz kanlarını dökenleri rahmet-le yâd etmek vazifemdir.” (Sözü edirahmet-len demeç.)

Burjuvazi, ne zaman iktidar durumunu sağlamlaştırdıysa, o zaman da-ima halk kitlelerinin silâhlarını toplar. Engels’in, Fransız Devrimleri

ör-neklerinden sınıf ilişkileri için çıkardığı bu sonuç, bizde ulusal azınlıklara karşı aynen tekrarlanan ezelî yöntemdir. Merhum Osmanlı imparatorlu-ğu, sağlığında, Balkan uluslarına ve azınlıklarına bu yöntemi uygulamıştı.

Cumhuriyet Burjuvazisi, aynı yöntemi bugün Doğu İlleri Halkı üstünde hükmettiriyor [egemen kıldırıyor]. Rumeli “azınlık”larına, nasıl belli ol-masın diye, kum torbaları ile dövüle dövüle kan kusturulduğunu, işkence ve baskının çeşitleri altında ölüm sunulduğunu, bugün iktidar mevkiinde güdücü rolünü oynayan Kemalistlerden çoğu pek iyi bilirler. Bu bildikle-rini, bu gibi zulümlerin ekilmesiyle, hangi kinlerin biçildiğini ve akıbetin nereye vardığını hiç düşünmeden Kürdistan’da bir daha deniyorlar. Bu işler söylendiği kadar basit değildir. Bir ilden, bir senede 6.000 mavzer toplamak için, hiç olmazsa 20-30 bin kişiyi sıra dayağından geçirmek lazımdır. Hele o illerde, ki henüz sınıf mücadelesi doğrudan doğruya ve uluorta silâh mü-cadelesi, toplumsal ilişkiler silâh ilişkisi şeklinde olagelmektedir... Zaten İçişleri Bakanı da sorunun içyüzüne dokunuyor: “Başta”, “8’inci Kolordu kumandanlarının ve subaylarının yüksek güçlü görüşleri”ni getiriyor. Çün-kü silâh gücü ancak silâh gücüyle kalkar ve silah ancak silahla zapt edilir.

Silâhların çarpışmasından hangi “barika’i hakikat”lerin [gerçeğin şimşek-lerinin] çıktığını bugün beşiktekiler bile sormaz. Nitekim, “oralarda vatan ve cumhuriyet için çarpışanlar”dan söz eden Bakan beyefendi -bu demeci-ni 1932 ortalarında verdiğine göre- bugün ezilen Kürdistan’ın başında ya-nan sinsi ve bitmez tükenmez iç savaş yangınını yeterli derecede anlatmış oluyor. Bakan beyefendi, aynı zamanda, o kefen soyucu burjuva resmî iki-yüzlülüğüne özgü düzgün söylemiyle ve bir mezar talkıncısının vazifesini yapan soğukkanlılığıyla, din üfürükçülüğünü taklit ediyor: “Aziz kanlarını dökenleri rahmetle yâd” ediyor. Bu yobazca ifadeyi siz Kürdistan’daki an-lamıyla düşünün: bir nefer için on Kürt Köylüsü, bir subay için on Kürt köyü mahveden Kemalist Burjuvazi, elbette “kanlarını dökenleri rahmetle yâd” etmekle kalmıyor. Fukara Türk çocuklarını, ezilen Kürdistan Halkı ile boğazlaştıran, akan kanları sermayeleştiren Kemalizm, iki tarafta da gaddar kinleri, kanlı hınçları var gücüyle kışkırtarak, bu sayede Kürtlüğü

“imha”ya uğraşıyor.

Bürokrasi cenderesi, jandarma terörü, yalınkılıç ordu taarruzu... işte * Kürdistan’da Türk Burjuvazisinin sömürge siyaseti... Kırtasiyecilik + Jandarma + Ordu zulüm üçüzünün oluşturduğu temel üstünde yükselen Kemalist siyasetin birkaç özelliğini daha tespit edelim: