• Sonuç bulunamadı

Kahramanlık. Fotoğraf: Emel Beyaz

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2022

Share "Kahramanlık. Fotoğraf: Emel Beyaz"

Copied!
63
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)
(2)

2

Kahramanlık

Kahramanlık ne yalnız bir yükseliş demektir, Ne de yıldızlar gibi parlayıp sönmektir.

Ölmezliği düşünmek boşuna bir emektir;

Kahramanlık; saldırıp bir daha dönmemektir.

Sızlasa da gönüller düşenlerin yasından Koşar adım gitmeli onların arkasından.

Kahramanlık; içerek acı ölüm tasından İleriye atılmak ve sonra dönmemektir.

Yırtıcılar az yaşar... Uzun sürmez doğanlık...

Her ışığın ardında gizlidir bir karanlık.

Adsız sansız olsa da, en büyük kahramanlık;

Göz kırpmadan saldırıp bir daha dönmemektir.

Kahramanlık ne yalnız bir yükseliş demektir, Ne de yıldızlar gibi parlayıp sönmektir.

Bunun için ölüme bir atılış gerekir.

Atıldıktan sonra bir daha dönmemektir...

Hüseyin Nihal Atsız

Fotoğraf: Emel Beyaz

(3)

“Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen”

Kainatın özünü bünyesinde barındıran en na- dide varlıktır insanoğlu. Akıl, irade ve ruhun evrenin mayasıyla katışıp bir bedende can bul- masıdır. Tecellisi müthiş olan bu varlığın fıtrat ge- reği geldiği alem bir imtihan hele ki bir ülkü doğrul- tusunda verilen mücadelenin ta kendisidir. İnsanlar ve insan toplulukları var oldukları süreç boyunca hep bir olay hep bir durumla meşgul olmuştur.

Her şeyin zıttıyla kaim olduğu bu alemde çetrefili bol bir senenin içinde bulunmaktayız. Kederin en derinlerini yaşayıp sevincin en coşkulusunun hissedildiği sahip olduklarımızın belki de ne çok kıymet istediğini gördüğümüz tarif edilmesi epeyce çetin bir mevsimin terennümdeyiz.

Dünyaca tartışmasız ve ortak bir şekilde gün- demimize yerleşen tezahurun madden ve manen bariz bir iklim krizi yaşattığını görmekteyiz. İnsan- lık için sorunların ve çözümlerin eş zamanlı olması gerektiği ve yaşamın zamansız, fuzuli doyum- suzluklara tahammül kabul etmediği görülmek- tedir. Minimalist tercihlerin daim üretim keşifleri dahilinde sevgi ile kurulan dostluk yaşanacak senaryoların en huzurlu kurgularındandır ve umut, mücadele bu senaryonun şartıdır.

Zira güzün ardı bahardır şiarı ile geçmişin enfes olaylarında aldığımız feyiz ile Kırktuğ’ un yağız çerilerinin yol haritası; insanlığımız ve yegane milletimizin arife çiçeği olarak her yerde her koşul- da yeşermek olmalıdır. Taşıdığımız ve taşıyıcısı olduğumuz bu milletin değerleri için her koşulda

“İnsan meziyet sahibi olmaya mecburdur.”.

Ferah günlerin kapıda olduğu inancı ve duasıy- la...

Editör’den Sevgilerle

Tuğba Dinç

İMTİYAZ SAHİBİ

Genç Akademisyenler Derneği Adına Tuba Sarı Çitil

YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ ve EDİTÖR Tuğba Dinç

YAZI KURULU Duygu Doğuş Nermin Fatma Gülcük

Ayşe Göksu Aykut Sungur Alperen Arslan GRAFİK TASARIM

Alper Şenadam

SOSYAL MEDYA SORUMLUSU Hamit Berat Kaya

ve emeği geçen hakemlerimize teşekkür ederiz...

(4)

4

(5)

5

(6)

6

“Türk Edebiyatının Delikanlısı”

Alperen Gökçe

“ “Bir mendil işle yolla!

Ucun gümüşle yolla.

İçine beş elma koy, Birini dişle yolla.!”

buyurmuş. Ben ömrümde bu “dişlenmiş elmadan” daha dehşetli bir aşk mektubu duyma- dım.”1

Sayısız fotoğrafın, video kaydının ve sesi saklama imkânının olduğu şu zamanda, sevdi- ğinden uzaktayken sevdiğiyle tek “etkileşiminin” onun elleriyle işlenen mendil ve onun tarafın- dan dişlenen elma olduğu zamana ait bir aşk mektubunun muazzamlığını, yazarın tabiriyle

“dehşetliliğini” anlamak zor. Hacı Taşan’ın eşsiz bağlamasına katık ettiği ekmek gibi sesinde işittiğimiz “üç sene sakladım verdiğin saçı2” sözünün neden türkü olup dilden dilde dolaştığını şu zamanda anlam verememeyi de aynı gerekçelerle yadırgamıyorum. Sanırım edebiyatçı- larımızın bu zamana ait sıkıntıları da bu olsa gerek. Mektup görmemiş, mendil taşımamış bir nesle aşk mektuplu, oyalı mendilli eser kurmanın zorluğuyla beraber sosyal medya, anlık iletişim imkânı olan bir çağda icra edilecek romana, bütün bu dijitali yedirebilmek de ustalık isteyecek. Bu ustalık da yazarın seçeceği yol ile kazanılacak bir şeydir.

Yaşadığı dönemin Türk romancılığı anlamında ustası olan Kemal Tahir, dönemini aktarma- da gerçekçiliği seçmiş bir yazardır. Kemal Tahir’in gerçekçiliği, Tanpınar’ın “Realist olmak hiç de hakikati olduğu gibi görmek değildir. Belki onunla en faydalı şekilde münasebetimizi tâyin etmektir.3” sözündeki gibi hakikat ile olan münasebeti görüp, çıkarmak ve sunmak nok- tasındadır.

Türk toplumunun sosyolojik tahlillerinin geç vakitlere kadar yapılmaması sebebiyle bu işi Türkiye’de edebiyat sahası üstlenmiştir. Bu üstlenme de Türkiye’de ilk etapta fikri kutuplaşmayı bu alanda başlatmıştır. Sağcıların şairi, solcuların şairi, sağcıların romanı, solcuların romanı vb. bölünmelerde Kemal Tahir ne solcu kabul edilmiş ne de sağcı olarak adlandırılabilmiş bir yazardır. Edebiyatçıların hiç dâhil olmaması gereken bu sınıflandırma, şairlerin mütefekkir olduğu, mütefekkirlerin ise şiir ya da romanlarıyla simgeleştiği ülkemizde olağan hale gel-

1 Kemal Tahir-Bir Mülkiyet Kalesi

2 Hacı Taşan-Aşağıdan Gelir Gelinin Göçü

3 Ahmet Hamdi Tanpınar-Saatleri Ayarlama Enstitüsü

(7)

7

miştir. Kemal Tahir, sağın muhafazakâr ve kutsiyet barındıran hareketlerini kırdığı gibi solun mesafe koyduğu kavramlarla münase- bet kurabilmiş ve ezberlerini reddedebilmiş bir yazar olması sebebiyle bu sahanın sağ ayaklı sol bekidir.

Kemal Tahir’in şiirleri de bulunmakla be- raber Türk romancılığı onun esas kimliğidir.

Tarih ve köy romancılığı ile öne çıkmaktadır.

Romanları genelde “Bir Mülkiyet Kalesi” hariç kısa zaman dilimlerinde geçmektedir. Devam niteliğinde olan eserleri dışında herhangi bir romanının ana karakteri başka bir romanda karşımıza yan karakter olarak çıkarken, bazı romanlarında detay verilmeden aktarılan vaka, başka bir romanda karşımıza çıkabil- mektedir.

“Çok az şey biliyorduk. Memleketi bilmi- yorduk, halkı bilmiyorduk Çünkü tarihimizi bilmiyorduk dersem, neden çok az şey bil- diğimizi yeterince anlatmış olurum”4 diyerek romancı olarak bilmenin, memleketi, halkı ve tarihi bilmekten geçeceğini söyleyen Kemal Tahir, bu üç temeli anlamak ve yorumlamak üzere romanlarını inşa etmiştir. Tarihi roman- larında olup biteni aktarmaktan ziyade, önce bir konu seçip daha sonra o konu ile yaşadığı döneme ışık tutma çabasındadır. Okuyucuyu, esir bir şehirde hür insanlarla tanıştırırken, di- ğer yandan da muhatabının ruhunda tam aksi bir şey görüp önce nerede durmaması, sonra da nerede olması gerektiğini anlayıp kemale eren “kâmil” bir insan modeliyle karşımıza çıkar. Düşman askerinden zulüm görüp de ailesini kaybeden yani işgali iliklerine kadar hissetmiş ama ihanet de edebilmiş bir insan portesi de sunar diğer yandan. Romanlarında toplum kesimlerinden örnekleri sembolleştirir üç kadın karakterde. Hür şehirde ise esir insanları anlatır yazar, bize yavaş yavaş baş- layıp en dibe düşülen bir ahlaksızlık örneği sunar.

Kemal Tahir, romanlarında devlet vurgusu da karşımıza çıkmaktadır. Rahmet Yolları Kes- ti, eşkıya güzellemelerini olduğu gibi çöpe atar. Dili, üslubu ve kurgusuyla bir başyapıt olan Devlet Ana romanında Osmanlı’ya ba-

4 Kemal Tahir-Notlar 9

kışının yanında “kırbaç” üzerinden bir devlet düzenin görürüz. Kırbacın değdiği cavlak, Kerim ve sonraki değişimler. Yorgun Savaşçı da bir yandan milli mücadele anlatılırken di- ğer yandan güçlü bir “devlet” vurgusu göze çarpmaktadır. Çeteci birliklerin “kuzgunlaş- ma” süreci ile “devletsiz” iyiliğin kötüleşmeye yatkınlığı, “devlet”in tartışıldığı yıllara spot ışığı olarak tutulur. “Bir memlekette halkın kahraman anlayışı, eşkıyadan yukarı çıkma- mışsa, o memlekette insanların çoğunluğu soyguna biraz yatkın demektir.5” sözleriyle de bunu açıkça dile getirmektedir.

Kemal Tahir’in romanlarında, insan mer- kezdedir. Tarih romanlarında olduğu gibi köy romanlarında da ana tema insan dramı üzerinedir. Solcu edebiyatçılarla diğer büyük kavgası da köy romanları ile verilir. İşçi sınıfı olmayan ülkemizde köylü sosyalist devrim hayalleriyle Gorki’nin sosyalist propaganda romanları gibi köy romanları icra edilmiştir.

Gerek görsel gerek yazılı edebiyatta “ağaya direnen köylü”, “başkaldıran köylü” figürle- rinden sonra Kemal Tahir’in romana döktüğü köylü karakterleri, köylüyü aşağılamakla itham edilirken kendisi de köylüyü tanıma- makla suçlanır. Anadolu’nun çeşitli yerlerinde uzun süreler hapis yatan ve orada beraber bulunduğu köylülerle yaşayan Kemal Tahir ise “köylü iyidir ya da kötüdür” iddiasından ziyade “köylü budur” iddiasındadır. Kemal Tahir’in karşılaştığı köylü insanı yönünden şerh düşülebilecek tek nokta gözlemlediği köylülerin sabıkalı tipler olmasıdır. Roman- larında kullandığı dil tam manasıyla bir köylü dilidir. Gerçekçiliğini, toplumu bilmek, anlamak ve tanımak üzere icra eden yazar, notlarında şöyle der “Türk Milleti hakkında ne düşünüyorsunuz?” sorusunu sorarım da şu karşılığı veririm: “Bütün cesurluğu, korkaklığı, doğruculuğu, palavracılığı, cimriliği, cömert- liği, kibirliliği, alçak gönüllülüğü, kabalığı, kibarlığı, anlayışı, avanaklığı ile kendilerini geberesiye severim6

Tek kaygısı gerçekçilik olan ve bunun da sıkıntılarını çeken Kemal Tahir bir başka ro-

5 KemaL Tahir- Yorgun Savaşçı 6 Kemal Tahir- Notlar 1

(8)

8

manında da yine hakikat münasebet kurma kavgasına girişir. Köy Enstitülerini, muhtevi- yat bakımında bir çekirdek yani filizlenme- ye meyyal bir şey olarak gören yazar, bu çekirdeğin yetişmeyeceği bir toprağa yani toplumun ve Türkiye’nin geçekliğinden uza- ğa ekildiği görüşünü savunmuş ve bozkıra çekirdek ekmenin beyhudeliğini aktarmıştır.

Ama hamaset yatağı konularda “realite” yine tiksinti vermiştir.

Kemal Tahir çok zorlu bir yaşam sürmüş ama bir o kadar da verimli bir ömür icra etmiştir. Kemal Tahir okumalarının bendeki tedaileri olan bu satırlar akabinde, merhumun gerçekle irtibat kurma gayreti, yani kendisini her daim bilmeye muhtaç görüp her defasın- da tekrar tekrar zihnini çatlatırcasına emek harcadığı hakikati, bütün altı çizili satırların özetidir. Yazar, “Her sabah açtığın gazetede ya da okuduğun bir kitap sayfasında, rastla- dığın bir gerçek, seni, o güne kadar bütün öğrendiklerini unutmaya, alfabeye yeniden başlamaya zorluyor ve sen buna razı olamı- yorsan, entelektüel değilsin, “aydın” değilsin, hatta namuslu bir okur-yazar bile değilsin!..7 sözleri de sıkması için kir taşımayan nasırlı ellerini uzatmış olduğu okura ve Türk düşünce hayatına vasiyet etmiştir.

Andrei Tarkovky’nin bir filminde8 şöyle bir söz geçer; ““bir şair, ruhu harekete geçirmek için yazar. Putperestleri beslemek için değil.”

Putperestler, yani görüntüye, nesneye tapan- lar. Ruh ile bağını kesen ama tapınmak için şölen sunan sözlerle beslenenler. Yahut hel- vadan put yapıp sonra ona tapıp akabinde o putları yiyip tüketenler. Kitap okumak meşak- katli bir iştir. Okunulan bir kitaptan sonra bir- kaç kitap daha okumak ihtiyacı hâsıl oluyorsa doğru bir okumanın ilk adımı geçekleşmiştir.

Kitaplar, yaşamın ve düşüncelerimizin bir ye- rinde yine bizim telakkimizden alacağı ışığın kuvvetiyle yol gösterir. Bu sebeple kitaplar, düşüncelerimizi ve inandıklarımızı doğrulat- mak için okunmaz. Bizi rahatsız edecek bir cümleden sonra yazarı ve eseri fırlatıp atmak, kendi yaptığı puta tapanlar gibi en sonunda

7 İsmet Bozdağ-Kemal Tahir’in Sohbetleri 8 Zerkalo (The Mirror)

(9)

9

kendi yazdığımızdan başka bir şey okuyamaz bir vaziyete sokar bizi. Kemal Tahir’in “Bana gelince: Ben bu memleketin gerçekçi romancısıyım! Köpoğlu köpeklerin hoşça vakit geçirme- leri, körpe kızların heyecanlanmaları, şimdiye kadar öğrendikleriyle ölmeye karar vermişlerin doğru bildiklerini yeniden tasdikleyerek, onları ucuza sevindirmek, güvendirmek için yazmıyo- rum.9” sözü de bu minvaldedir ve hakkıyla “kâri’” olabilmenin mühim bir unsurudur.

Kavgasını romanlarıyla veren, Türk toplumunu anlamak ve anlatmak kaygısı taşıyan, “Ka- ari! Sana uzatılan bu eli çekinmeden sıkabilirsin, onda kir yok, nasır var.10” diyerek okuyucu- suna elini uzatan Türk romancısı Kemal Tahir 21 Nisan 1973 günü vefat etti.

Ruhu şad olsun.

9 İsmet Bozdağ-Kemal Tahir’in Sohbetleri 10 Kemal Tahir-Notlar-5

Kemal Tahir’den Fatma İrfana Mektuplar, Sander Yayınları, İstanbul, 1973

(10)

10

Sabah uyandığımızda gidecek bir okulu- muz, belki gidecek bir işimiz, buluşacak bir arkadaşımız, çay içebileceğimiz bir kaçama- ğımız yok. Camilerden yükselen “mecbur kal- madıkça evden çıkmayın” anonsu, distopik filmlerin korkunç senaryolarındaki bir replik değil. Bu satırları okuyan herkes Covid-19 salgınının bizlere ne yaşattığını biliyor ve anlıyor. Gelecek nesillere anlatacak çok hikâ- yemiz var. Onlar bizi ne kadar anlayacak, orası muamma. Mesela kızım, ilk doğum gününü evde dijital misafirleri ile kutladığımı- zı bizden daha içsel hâle getirebilir. Onun için bu hayat tarzı yeni normal olabilir. Ama 90larda çocuk olmuş bu satırların yazarı için karantina günlerinde yaptıklarımız geçici bir çözüm yolu. O halde, bu geçici çözüm yolu, birçok kişinin iddia ettiği gibi yeni bir dünya düzeni kuracak mı? Yahut kastedilen yeni bir dünya düzeninden ne anlamamız gerekiyor?

Post-karantina, yaşayış olarak, ekonomik ve hukuki olarak neleri değiştirmiş olarak önü- müzde duracak?

Başlayalım.

Evlere kapanmak zorunda olduğumuz bu günlerde ekonomik olarak en çok çalışma ko- şullarının ve tüketim alışkanlıklarının değişebi- leceği iddia ediliyor. Çalışma koşullarından kastedilen, evden çalışma seçeneklerinin ar- tacağı, tüketim alışkanlıklarından kastedilenin

ise en başta dijital mecraların kullanımının yaygınlaşacağı… Aslına bakılırsa, bu iki id- dia da yeni dünya düzeni olarak tanımlanabi- lir değil. Her ikisi de birbiriyle bağlantılı olan bu meselede, gerek evden çalışma gerekse tü- ketim alışkanlıkları tek tek her bir kişinin dav- ranış kalıplarından oluşmuyor. Zaten süreç, dijital yerliler arttıkça kaçınılmaz şekilde diji- tal ekonomik bir tasarımın olacağını fısıldıyor.

En fazla, bu mutlak gidişin karantina günleri ile hızlanıp hızlanmayacağını konuşabiliriz.

Şöyle ki; kredi kartı borcunu ödemek için bir banka şubesine gidip gişedeki görevliden he- sabından para çekme isteğini belirten, sonra da eline aldığı parayı sayarak tekrar görevli- ye kredi kartı ödemesi için uzatan bir vatan- daşın durumunu ele alalım. Burada en temel olarak, evden bile çıkmadan sadece birkaç tuşa basarak halledilebilecek bir mesele ile karşı karşıyayız. Bu öğretilebilir. Ama bu me- selde, sadece kredi kartı ödemesi için şubeye gitme davranışını görmüyoruz. Bu işlem dizisi ATM’den de yapılabilir. Aynı zamanda kredi kartı ödemesi yapmak için eline nakit parayı alıp sayma ihtiyacı duyan bir birey görüyo- ruz. Kendisine niçin böyle yaptığını sorduğu- nuzda alacağınız cevap çok basit aslında:

bu işlemlerin bir insan aracılığı ile yapılması ve karşılığında imzalanmış bir belge temin edilmesi… Basit gördüğümüz mesele oldukça karmaşık. Bu örnekte, ikinci önemli nokta da

PANDEMİ SONRASI YENİ DÜNYA DÜZENİ

Oğuz Atalay

(11)

11

bu vatandaş(lar)ın varlığının bir banka şube- sini gerektirmesi, dolayısıyla orada çalışacak bir işgücünün varlığı…

Bu misal çok uçuk kaçık görünebilir ama binlerce farklı örnek saymak mümkün. Bura- dan bir çıkarım yapmamız lazım: bu şekilde hareket eden bireylerin -ki bir kısmı sosyalleş- me ihtiyacını karşılıyor emin olun- bu davranış kalıplarına itilmesinin sebebi tamamen kur- muş olduğumuz kurumsal/bürokratik yapı. İki şekilde maruz kalıyoruz: dijital olarak işlem yapılmasına müsaade edilmemesi ya da gü- venilirlik problemi. Abone olduğunuz herhan- gi bir hizmeti sonlandırabilmek dijital olarak mümkün değil. İşçinizin kaydını yapabilmeniz için SGK’ya bizzat giderek belge vermeniz gerekir. Kişisel verilerinizin paylaşıldığı şika- yetini dijital ortamdan yapamazsınız, böyle bir sistem kurulu değil. Bilgi edinme hakkınız reddedildiğinde, bir üst merciye ıslak imzalı belge ile bizzat başvurmanız gerekir. Her- hangi bir kurum sınavına girmek için sizden talep edilen belgeleri noter onaylı çıktılar şekline sunmalısınız. Üniversiteden kaydınızı sildirmek için bir sürü belgeyi bizzat giderek imzalamanız lazım. Herhangi bir kurum/şir- ket ile problem yaşadığınızda sürekli meşgul çalan ya da hiç açılmayan telefonlarla muha- tap olursunuz ve yine bizzat gitmeniz gerekir.

Uzatılabilir. Burada vatandaş tarafında da güven problemi ortaya çıkıyor. Gerek işleyiş gerekse mevzuat bakımından gelecekte karşı- laşılabilecek bir anlaşmazlığın önüne geçmek için ıslak imzalı belge talebi doğuyor. Çalış- ma şekli açısından ise, bahsi geçen mutlak

yüz yüze talebi yok sayamazsınız. Hizmet veren açısından ise yine bürokratik yapı ge- reği evden çalışma imkânı verilemeyebilir.

Birincisi kamuda köklü bir mevzuat düzenle- mesi gerektiği açık. Mesela, belirli bir süre işe gitmediğinizde müstafi sayılıyorsunuz, ya da, çalışanı denetleyebileceğiniz bir sistemi de henüz inşa etmiş değilsiniz. Özel sektörde ise, yine güvenden kaynaklı yapısal bir prob- lem var. Özetle, gerek çalışma koşullarının gerekse tüketim alışkanlıklarının dijitalleşmesi tek tek bireylerin tutum ve davranışlarından kaynaklı bir olgu değil, aksine baştan sona kurumsal bir dönüşüm gerekmekte. Bu da karantina sonrası yeni dünya düzeninin en azından bu konularda köklü bir değişiklik ge- tirmeyeceği kesin. Sadece zaten gittiğimiz bu yönün biraz daha hızlanacağını varsayabili- riz. Karantina sonrası hayatımıza kaldığımız yerden devam edeceğiz.

Çok fazla dile getirilmeyen ancak yeni bir dünya düzeni olacaksa bunu görebileceğimiz alan ise hukuk olacak. Çin ve Rusya güzelle- melerinin yanında, otoriter devlet ve gözet- lenen toplum fikirlerine alıştırılmaya çalışıyo- ruz. Temel hak ve hürriyetlere müdahalelere ses çıkarmıyoruz. Seyahat özgürlüğünden tutun da, cep telefonu ile GPS takiplerinin yapılması tartışmasız bir şekilde alkışlarla kar- şılık buluyor. Özgürlüğümüzü, sağlığa feda etmiş görünüyoruz. Bu da otoriter devlet fikri- nin meşruiyet kazanacağı bir dünya düzenini fısıldıyor. Bu konu hakkında uzun uzun yaz- mak bile tehlike içeriyor. Bilmiyorum.

Tehlikenin farkında mısınız?

(12)

12

Perdenin hafif savrulmasına şahitliğimin ardından açık pencereden gelen tatlı bir esinti derin bir nefes aldırdı. Yenice otur- duğum yerden kahve fincanımı alıp elimdeki kitabın arasına bir yaprak kurusu koyarak balkona yollandım. Belki de yıllar sonra duyabildiğimiz kuşların terennümüne eşlik eder gibi hafiften gülümsedim. Adeta bayram edasında salınan doğanın fertleri sanırsın yıl- ların tozunu, yorgunluğunu silkelemiş, en hoş, en nadide libasını giymiş de içine düştüğü bu beklenmedik huzura şükreder gibi göz kamaştırıyordu.

Tarifi zor olan bu şahane manzarayı öm- rüm boyunca ilk kez böyle görmek yüreğimi sızlattı bir an. Yaptığımız haksızlığın ifade edilecek bir yanını görememek ürpertti ruhu- mu. Kısır bir döngüde kaybolan güya medeni- yet ifadeli insanlığımızın, canbazlığı eksik olmayan aidiyet duygularımızın ha bire birik- mesi ile nereye gittiği müphem bir izleğin yolcuları oluvermişiz meğer. Aşılamayan hatta rast gelinemeyen bir eşikte gezinmekten habersiz vaktimiz. Asıl olan ise sadece saatin geçiyor olması değil, zamanın hakkı verilme- siydi. Değerlenmeyen her zaman yalnızlığın, sığ bir ömrün sancısına öncü oluyordu. Ardın- dan ufak bir esinti eşlik ediyordu hayat koştur- macamıza. Nedeni, nasılı hiç bilinmeden silik bir fert şuuru sarıveriyordu kımliklerimizi.

Safiye Erol’un bir kitabında aklımda ka- lan” İnsanlık kendi haline bırakılırsa bata- cak. ”1 lafı ne kadar doğru ve ne kadar benliğimize işlemiş. Dünya meşakkatleri ve hevesler tarumar ederken bizi. Sözde etik değerleri nakleder, peşinden nisyana

1 Safiye Erol

bırakırız içimizi. Doyumsuzluk ve savurganlık üretiminde ne kadar dağın zirvesindeysek kendimizi tanımada, hayal kurmada biz olanı soyutlamada dağın eteklerinde dahi barınma- maktayız.

Mağrifet fanilikleri biriktirmek değildi ki deryadil şehirlerin kıyısına demir atmak ora- dan beslenmek olsa gerekti. Telaşeleri sırtlan- mak yerine sahip olduklarımıza yanımızda yer verse idik? En hoş tefekkür, malumatfu- ruşluğu arkada bırakıp daim talep eden olsak en naif imana kapı tıklatmış olmaz mıyız

?Birçok muhabbete kapı aralayıp özümüzü arayışa kendimizi kaptırsaydık, nidaları ile koşturan sorgulamalar silsilesi birikiyordu.

Kahvemden bir yudum alıp gürleyen ha- vanın derdine kulak vermiş içimdeki sorgu- lama koşturmacasına bir dur diyince yan balkondan bir ufaklık, “ Biliyor musun, ben ilk defa sabahları gerçek kuş sesleri duyarak uyanıyorum.” diye seslendi ve içi gülen gö- zlerine takılıp kaldım.

O kısa anda takılan yüreğimin geç kalmışlık korkusunu hissettim. Daha çok sevmeye, daha çok insan omaya, daha çok gülümsemeye daha çok kıymet bilmeye, iyi şeylerin birikim ve taşıyıcı mirasçısı olmaya geç kalmanın korkusu sardı. Anımsadım ki “ Hakikat ne- rede başlar? Kelimelerin tükendiği yerde…

2 kendini belli ederdi. Ardından ufaklığa kırpılan yaşaran bir çift göz, sıcacık, tanıdık bir gülümseme, balkon sakinleri çiçeklerin yapraklarına düşen yağmur damlaları,kahve ve toprak kokusu…

2 Safiye Erol

HAKİKAT NEREDE BAŞLAR?

Tuğba Dinç

Fotoğraf: Emel Beyaz

(13)

13

“Anam kurşun döktürdü, kanatlarım kırıktır”

Yarayış kapusunu açan anahtarı ilk onlarda gördüm Eğilmeden girdiler çile hanesine dahi

Onlar yarayış kapusunu bir kerede açtılar Ne kilit, ne kapu, ne perde, ne kanat Bir kırlangıcı bir martinle vurdular Bir şeyle geçiştirilen akşamüstünü Bir avuca bir parmak kına vurdular Bir şeyle yatışmayan bir geceyi Bir kılıcı tuttular, bir kın’a vurdular Bir kanım uykusuz bir sabahı Bir ademi tuttular, kûn’e vurdular En ateşli silahın namusunu Sonra kaygusuz seyre durdular Tüm yaldızlar dökülürken oradaydım Sorgucuların görevini aksattığı o yerde Vardı ama hep eksikti, boldu ama olmamıştı Taştı ama dolmamıştı

Mış gibi yaptılar, sözleri ağu oğlu ağu

Ben de onlardan öğrendim -Mış gibi yapmayı Kanunları, tüzükleri ve dahi kararları

Çarşılar boyunca yalandan gülümsemeyi Selâm almayı ama vermemeyi

Caddeler boyu uzayıp gitmeyi Güneşle birlikte ricatı

Yağmurla başlayan kıtali Ve katli.

Onlardan öğrendim ne varsa hasılı Bize sormaktan başkası kalmadı

Sorgucuların görevini aksattığı bu yerde

Sorduk: Kaç kırlangıç kadar ömrümüz kalmıştır

Cebimdeki Adreslerden:

Kırılmış bir hayal için nihavend ilahi

Murat Özel

Fotoğraf: Emel Beyaz

(14)

14

Ekonomik durumdan çökmüş, kendini Batının kollarına bırakmış, neredeyse tüm toprakların- da derin bir tahakküm olan bir Osmanlı Devleti vardı. Buna karşılık ise ülkenin farklı yerlerin- de dağınık bir şekilde esaret altında olan bir millet, içinde bulunduğu durumdan kurtulma ve makûs talihini yenme çabası gösteren bir Kuvâ-yi Milliye vardı. Tüm bu mücadeleler takdire şayandı. Kırılıp dökülen milleti kirli postallarıyla ezip geçeceğini ve bayraklarını göndere çekeceğini düşünen Batı devletleri, büyük bir şaşkınlık içindeydi. Çünkü karşılarında kılıçtan geçirilip Çin’e esir düşen ama sonrasında II. Köktürk Devleti’ni kuran şanlı Türklerin torunları vardı. O torunların başında da bir sarışın mavi gözlü başbuğ vardı: Gazi Mustafa Kemal…

16 Mayıs 1919’da İstanbul’dan yola çıkan ve 19 Mayıs 1919’da Samsun’a attığı adımla bağımsızlık ateşini yakan Mustafa Kemal, tüm Anadolu’da bu ateşi harlamış ve Milli Mücade- le’yi başlatmıştı. Sessiz kalan İstanbul Hükümeti’ne karşın Anadolu’da kurulan çeşitli cemiyet- ler, bu mücadeleyi yürütecekti. Mustafa Kemal’in Amasya, Erzurum ve Sivas’ta düzenlendiği kongrelerde alınan kararlarda halkın temsilcilerinin de söz sahibi olması demokratik bir düze- ne geçme adımlarıdır ve bu adımlar, Ankara’da 23 Nisan 1920’de Büyük Millet Meclisi’nin kurulması ile perçinlenmiştir.

Mustafa Kemal Paşa Anadolu’daki ilk faaliyetlerine Samsun’da başlamış, silah arkadaşları ve mülki amirler ile iletişime geçerek, Sivas ve Erzurum’da kongreler yapmak istediğini belirt- miştir. Mayıs 1919’da Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a çıkmasından çok daha öncesinde Anadolu’da işgallere karşı millî direniş başlamıştı. Bu direniş hareketleri, işgale uğrayan bölgelerde mahalli olarak ortaya çıkmıştır1.

İlk olarak 18-22 Haziran 1919 tarihleri arasında Amasya’da bir toplantı yapılmıştır ve 22 Haziran’da Genelge yayımlanmıştır. Bu toplantıdan çıkan en önemli kararlar; Milli Mücade- le hareketini oluşturmak ve gerekirse Anadolu’da geçici bir hükümet kurmaktır. Genelgenin

1 Bülent Tanör, Türkiye’de Kongre İktidarları (1918–1920), İstanbul 2002, s.109.

BÜYÜK MİLLETİN BÜYÜK MECLİSİ

100 Yaşında

Berkay Özdemir

(15)

15

uygulanması için ordu görevlendirilmiştir2. Böylece, mevcut tehlikeye karşı millî irade- nin tesisi için kongrelerin yapılması ve Millî Mücadele’ye hazırlanmak üzere Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerinin kurulması planlanmıştır.

Amasya Genelgesi, milli mücadelenin sebep- lerini ve nasıl yapılacağını içeren bir prog- ram olmakla beraber milli kurtuluş savaşının başlangıç noktası da sayılır. Büyük Millet Meclisi’nin temeli burada atılmıştır. İlk kez Millî Mücadele’nin ilkeleri bir protokol halinde hazırlanarak Türk yurdunun bağımsızlığını ve toprak bütünlüğünü sağlamak, işbirliği yapmaya söz veren Millî Mücadele önderleri tarafından imzalanmıştır. Milletin istiklalini, yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır, denerek 100 yıldır Meclisimizin duvarında yazan Egemenlik Kayıtsız Şartsız Milletindir cümlesinin temeli atılmıştır.

Daha sonra 23 Temmuz 1919 tarihinde Er- zurum Kongresi toplanmıştır. Bu Vilayat-ı Şar- kiye Müdafaa-i Hukuk-ı Milliye Cemiyeti’nin Erzurum şubesi tarafından Trabzon Muhafa- za-i Hukuk Cemiyeti’nin işbirliği ile düzen- lenmiştir. Bu kongreden önce Gazi Mustafa Kemal, 9 Temmuz’da askerlik görevinden istifa etmiş ve sine-i millette bir ferd olarak mücadele edeceğini tüm yurda duyurmuştur3. Erzurum Kongresi’nde Mustafa Kemal Paşa, milletin kaderine hâkim olan milli iradenin ancak Anadolu’dan doğacağını belirterek, milli iradeden oluşacak bir heyetin derhal oluşturulması gerektiği üzerinde durmuştur.

Ayrıca çıkarılan bir tüzükle Doğu Vilayetle- rinde bulunan Milli Cemiyetler birleştirilmiştir.

Kongre ile bağımsız bir devlet, millet iradesi- ne dayanan bir meclis fikri daha da belirgin- leşmiştir. Bu husus Mustafa Kemal’in büyük eseri Nutuk’ta bizzat kendi ağzından şöyle ifade edilmiştir: “… Meclisi Millinin derhal içtimaını (toplanmasını) ve icraatı hükümetin Meclisin murakabesine (denetimini) vaz’ını temin etmek için çalışılacaktır…4” Kongre bi- timinde tüzük gereği bir Heyet-i Temsiliye se- çilmiş ve bu heyetin başkanlığına da Mustafa

2 Kemal Atatürk, Nutuk, c. 1, İstanbul 1996, s. 29 3 Utkan Kocatürk, Atatürk ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi

Kronolojisi 1918-1938, Ankara 1983, s. 66.

4 Atatürk, a.g.e., s. 66

Kemal Paşa seçilmiştir. Bu heyetin görevi Millî Mücadele’yi içeride ve dışarı da temsil etmek ve Sivas’ta yapılacak kongrede doğu illerini temsil etmek olmuştur.

Bu kongrenin ardından 4 Eylül 1919’da Sivas Lisesi’nde Sivas Kongresi toplanmıştır.

Manda teklifinin ulusal bağımsızlığa aykırı ol- duğu kabul edilerek çetin tartışmalardan son- ra manda ve himaye reddedilmiştir5. Kongre, Erzurum Kongresi kararlarını aynen benim- semiş, Anadolu ve Trakya’yı kapsayacak şekilde genelleştirilmiştir. Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri bir çatı altında birleştirilmiştir. Temsil Heyeti, Ankara’da açı- lacak olan millet meclisine kadar adeta bir hükümet gibi çalışmıştır6.

Heyet-i Temsiliye’nin yasal bir zemine oturtulmasının ardından Milli Mücadele faali- yetleri daha da hız kazanmıştır. Meclis-i Me- busan’ın yeniden açılma fikri ortaya çıkmış ve 12 Ocak 1920’de Meclis-i Mebusan yeniden faaliyetlerine başlamıştır. 28 Ocak 1920’de ise Mebusan Meclisi’nde yapılan gizli bir top- lantı ile Misak-ı Milli kabul edilmiştir7. Bu olay İngilizleri fazlasıyla rahatsız etmiş ve 16 Mart 1920 tarihinde İstanbul resmen işgal edilmiş- tir. Meclisi de basarak bazı milletvekillerini tutuklayarak Malta’ya sürgüne göndermişler- dir. Bunun üzerine Meclis son oturumunu 18 Mart’ta gerçekleştirmiş ve 11 Nisan 1920’de de padişah tarafından resmen kapatılmıştır.

Bu gelişmeler Mustafa Kemal öngörülerini haklı çıkarmış ve Ankara’nın Millî Mücadele- nin merkezi durumuna gelmesini sağlamıştır.

Milli egemenliğe dayalı bir devlet kurma- yı düşünen Mustafa Kemal Paşa, kapatılan meclisin mebuslarının İstanbul’dan Ankara’ya göç etmesi fırsatını iyi değerlendirdi. Kuraca- ğı devletin temel organlarını oluşturacak yeni meclisin toplanmasını sağlayacak çalışmaları başlattı. 17 Mart l920’de ordu komutanlarına

5 Oğuz Aytepe, “Milli Mücadele’de Manda Sorunu ve Mustafa Kemal’in Yaklaşımı”, Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi, sy. 24, Ankara 2003, s. 479.

6 Fahri Belen; Türk Kurtuluş Savaşı, Ankara 1983, s.

7 Mustafa Küçük, “Birinci TBMM’nin Açılışı ve Anlamı”, 121.

Türkler Ansiklopedisi, c.16, Ankara 2002, s. 16.

(16)

16

bir genelge göndererek Meclisin Ankara’da toplanmasının gerekli olduğunu bildirdi. Mus- tafa Kemal’in Ankara’da toplanacak Meclis için illere, sancakların kolordu komutanlıkları- na 19 Mart 1920 günü gönderdiği telgrafın özeti şöyleydi8:

1) Ankara’da olağanüstü yetkilerle bir meclis, yürütme ve denetleme için toplana- cak.

2) Bu meclise seçilenler, mebuslarla ilgili yasaya uyacaklar.

3) Seçimlerde her sancak, bir seçim böl- gesi olacak.

4) Her sancaktan beş mebus seçilecek.

5) Her sancakta ilçelerden gelen ikinci seçmenlerle, sancak idare ve belediye mec- lisleriyle Müdafaa-i Hukuk grubu yönetim kurullarından il merkez yönetim kurulları olu- şacak, kurulca aynı gün ve oturumda seçim yapılacak.

6) Bu Meclise her parti, dernek, grup, ba- ğımsız aday istediği yerden aday olabilecek.

7) Seçimler her yerin en büyük sivil yöne- ticisinin idaresinde yapılacak.

8) Seçimler gizli oy, salt çoğunluk esası- na göre kurul önünde yapılacak.

9) Seçim sonucu üç nüsha olacak, biri yerinde asılı olacak, ikinci kişiye verilecek, üçüncüsü Ankara Meclisine gönderilecek.

10) Seçimler 15 gün içinde bitirilerek, ad- ları Ankara’ya bildirilecek.

Ve işte büyük gün gelir çatar, tarihler 23 Nisan 1920 olur…

TBMM’nin açılış merasimine, haftada iki kez çıkan ve Milli Mücadelenin medya organı olan Hâkimiyet-i Milliye gazetesi de, 28 Ni- san 1920 tarihli sayısında yer vermiştir. Tür- kiye Büyük Millet Meclisi’nin inşa ve tefrişi es- nasında ilk yapılan işlerden birisi, meclise bir toplantı salonu, mescit ve başkanlık odasının hazırlatılması olmuştur. Hacı Bayram Camii’n- de 23 Nisan 1920 Cuma günü, namaz kılın-

8 İksan Köse, “Atatürk›ün Ankara›ya Gelişi ve TBMM›

nin Açılışı”, Türkler Ansiklopedisi, c.16, Ankara 2002, s. 32.

dıktan sonra cemaatle meclise gidilip, orada da bir merasim tertip edilerek TBMM’nin açıl- masına karar verilmiştir. Namazın kılınma- sından sonra halk da resmi ve askeri erkânın peşinden meclise doğru yürümüştür. Meclisin önüne gelindiğinde üç kurban kesilmiş ve burada da dualar edilmiştir. Bunun ardından Mustafa Kemal Paşa meclis binasının merdi- venlerinden çıkarak kapıya bağlanmış kırmı- zı-beyaz kurdeleleri keserek meclisi açmıştır.

Yapılan bu dini merasimin ardından Türkiye Büyük Millet Meclisi, 23 Nisan 1920 Cuma günü, saat 13.45’te Ulus’taki binasında toplanmıştır. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 115 milletvekili ile yapılan ilk toplantısını, en yaşlı mebus olması sebebiyle Meclis Başkanı olarak Sinop Milletvekili Şerif Bey idare etmiş ve meclisin açış konuşmasını yapmıştır. Daha sonra söz alarak kürsüye çıkan Mustafa Ke- mal Paşa şu şekilde devam etmiştir; “Yüce Meclisimiz, bilindiği gibi olağanüstü yetkilere haiz olarak yeniden seçilen milletvekilleri ile saldırıya uğrayan Başkentten, canını kurtara- rak buraya gelen milletvekillerinden oluşmak- tadır. Şu anda meclisimiz toplanmıştır. Yeni seçimlerle evvelce seçilenlerin eşit yetkide görev yapacağı kuşkusuzdur.9

Ertesi gün Mustafa Kemal Paşa, meclis baş- kanlığına getirilmiştir. Ardından bir önerge verilerek meclis hükümeti kurulmuştur. Verilen bu önerge uyarınca meclis başkanı, hüküme- tin de başı olmuştur. Böylece doğal olarak işleyen süreç, hukuki altyapısını kazanmış oldu. 8 Şubat 1921 tarihinde çıkarılan Ba- kanlar Kurulu Kararnamesi ile “Türkiye Büyük Millet Meclisi” adı kalıcılık kazanmıştır10. Yeni kurulan bu Meclis, kuvvetler birliği (ya- sama-yürütme-yargı erklerinin tek elde toplan- dığı sistem) prensibini benimsemiştir. Çünkü yurdun içinde bulunduğu büyük sorunlarla başa çıkmak ancak bu sistemle mümkün olabilmiştir.

Peki yeni Türk Devleti’ni kuran bu kurucu meclis az zamanda neler başardı? Bu meclis 12 Mart 1921’de bir daha yazılması müm-

9 Nalan Seçkin, Türkiye Böyle Kuruldu, Ankara 2002, s.

10 Küçük, “a.g.m”, s. 16158.

(17)

17

(18)

18

kün olmayacak İstiklal Marşı’nı kabul etmiştir.

Bu meclis 5 Ağustos 1921’de Gazi Mustafa Kemal’e Başkomutan unvanını veren meclistir.

Bu meclis, 1922’de saltanatı kaldırıp 623 yıllık Osmanlı İmparatorluğu’na son veren meclistir. Bu meclis 29 Ekim 1923’te Cumhu- riyeti kurup ülkenin adını koyan meclistir. Bu meclis Cumhuriyet’in ilk anayasası olan 1924 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nu yürürlüğe koyan meclistir. Bu meclis, ülkemizin bugün muasır medeniyetler seviyesinde olmamızın temel taşı olan sayısız inkılabı hayata geçiren mec- listir. Nasıl ki bugün tekke ve zaviyelerin et- kisinde değilsek, Latin harfleri kullanıyorsak, kadınlarımız seçme ve seçilme hakkına sa- hipse, birçok fabrika kurulmuşsa, tarım refor- muna gidilmişse, savaşta olmamıza rağmen eğitimden geri kalmamamız için Ankara’da Maarif Kongresi’ni toplandıysa bunların hepsini önce Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve dava arkadaşlarına, ardından Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne borçluyuz. Görüldüğü üzere ödenmesi zor bir borçla karşı karşıyayız…11

11 Berkay Özdemir, Atatürk Ankara’ya Bir Geldi, Bir Daha Hiç Gitmedi, https://www.bilgeyik.com/ataturk-anka- raya-bir-geldi-bir-daha-hic-gitmedi-599 (Erişim Tarihi:

23.03.2020)

Her şey güzel giderken o zamanki İstanbul Hükümeti’nin başı olan Damat Ferit, İngilizler ile işbirliği yaparak Anadolu’daki birtakım halkı isyana teşvik etmiştir. Anzavur, Demirci Mehmet Efe, Çerkez Ethem, Rum Pontus Ayak- lanmaları başta olmak üzere birçok isyan çıkmıştır. TBMM ise buna karşılık olarak bir dizi hukuki önlem almıştır. Bu önlemler kapsa- mında ilk önce Hıyanet-i Vataniye Kanunu ve Telkin ve Tedhiş Kanunu çıkarılmış, daha son- ra İstiklal Mahkemeleri kurularak isyancılar ağır bir şekilde cezalandırılmıştır. Böylelikle TBMM, kuvvetler birliğinden vazgeçmeksizin kamu düzenini sağlamıştır.

Peki Türkiye Büyük Millet Meclisi, bugüne kadar hangi binalarda hizmet vermiştir?

Birinci TBMM binası, 23 Nisan 1920’de açılmasından, 15 Ekim 1924 tarihine ka- dar hizmet vermiştir. 1961 tarihinde müze haline dönüştürülen bina, 23 Nisan 1981 tarihinde ise “Kurtuluş Savaşı Müzesi” olarak ziyarete açılmıştır. İkinci TBMM binası, 18 Ekim 1924 tarihinden 1960 yılına kadar hizmet vermiştir. Bina, bodrum üzerine iki kat olarak kesme taştan inşa edilmiştir.

Pencerelerde görülen kemerler, cephelerdeki

(19)

19

çini panolar, geniş saçaklar, Osmanlı ve Selçuklu motiflerinin kullanıldığı kalemişi süslemeli ahşap tavanlar Cumhuriyet dönemi mimarisini yansıtmaktadır. Bina 30 Ekim 1981 tarihinde “Cumhuriyet Müzesi” olarak ziyarete açılmıştır. 1960 yılında inşaatı tama- men bitirilen bugünkü TBMM binası, 6 Ocak 1961 tarihinde Kurucu Meclis toplantısıyla hizmete açılmıştır ve günümüzde bu binada hizmet vermektedir.

SONUÇ

Cebren ve hile ile aziz vatanın her köşesi- ne girildiği, kalelerinin zapt edildiği, ordula- rının dağıtıldığı ve memleketin her köşesinin işgal edildiği günlerde bu esaretten ulusumu- zu kurtaracak bir önder ortaya çıktı, tüm Ana- dolu’yu ayaklandırdı ve kurtuluş ateşini yaktı.

Sonra o alev düşmanı yaktı. Düşman, ateşini söndürmek için İzmir’den denize döküldü. Sa- hada kazanan Önderimiz ve silah arkadaş- ları, masada da kazanmayı iyi bildi ve sınır- larımızı korudular. Önce Cumhuriyeti kuran Önderimiz, sonra devrimlerle milletimizi mua- sır medeniyetler seviyesine taşımak için haya- tını harcamıştır. Ve bunların hepsinin idare bi- nası olarak TBMM seçilmiştir. Başta kuvvetler birliği prensibi ile çalışan meclisimiz, kanun yapma işini de bu kanunları yürütme işini de ve en nihayetinde yargılama faaliyetini de üstlenmiştir. Ülke düzeninin normale dönmesi ile meclisimizde de kuvvetler ayrılığı yaşan-

mıştır ve parlamenter sistem ile çalışmaya de- vam etmiştir. Bugüne kadar 2 darbe, 1 darbe girişimi gören, bombalara maruz kalan ve Gazi Meclis olarak adlandırılmaya başlayan TBMM, 600 milletvekili ile dimdik ayakta ve çalışmaya devam etmektedir.

KAYNAKÇA

1. Bülent Tanör, Türkiye’de Kongre İktidarları (1918–

1920), İstanbul 2002

2. Kemal Atatürk, Nutuk, c. 1, İstanbul 1996

3. Utkan Kocatürk, Atatürk ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi Kronolojisi 1918-1938, Ankara 1983

4. Oğuz Aytepe, “Milli Mücadele’de Manda Sorunu ve Mustafa Kemal’in Yaklaşımı”, Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi, sy. 24, Ankara 2003

5. Fahri Belen; Türk Kurtuluş Savaşı, Ankara 1983 6. Mustafa Küçük, “Birinci TBMM’nin Açılışı ve Anla- mı”, Türkler Ansiklopedisi, c.16, Ankara 2002

7. İksan Köse, “Atatürk’ün Ankara’ya Gelişi ve TBMM’

nin Açılışı”, Türkler Ansiklopedisi, c.16, Ankara 2002 8. Nalan Seçkin, Türkiye Böyle Kuruldu, Ankara 2002 9. Berkay Özdemir, Atatürk Ankara’ya Bir Geldi, Bir Daha Hiç Gitmedi, https://www.bilgeyik.com/ataturk-an- karaya-bir-geldi-bir-daha-hic-gitmedi-599 (Erişim Tarihi:

23.03.2020)

(20)

20

Ayşe Göksu: Aylardır olağandışı gelişen küresel bir salgınla mücadele içindeyiz. Sizce bu salgını nasıl karşıladık? Yeterli bir sağlık sistemimiz ve çalışmamız var mı?

Mehmet Çetin: Türkiye salgının ortaya çık- tığı ilk andan itibaren hassasiyetle durumu iz- ledi. Bildiğiniz gibi bizde ilk Covid-19 tanısı 7 Mart’ta kondu. Çin’deki vakalar ise Aralık ayında ve hatta daha öncesinde başladı.

Bu aralıkta tanı konulmayan başka vakalar da olmuş mudur bilemiyoruz ki olması da muhtemeldir ancak Türkiye salgın sürecinde oldukça tutarlı bir yaklaşım izledi. Salgın ile alakalı alanında uzman isimlerin yer aldığı Bilim Kurulu’nun oluşturulması, salgının en ba- şından beri ciddi bir şekilde değerlendirilmesi ve aşama aşama alınan önlemler ülkemizin yaklaşımını göstermektedir. Bu yaklaşımın ne kadar sağlıklı olduğunu değerlendirmek için İngiltere ve Amerika Birleşik Devletleri’nin salgın sürecindeki tutumunu izlemek yol gös- terici olacaktır. Çünkü bildiğimiz gibi tutarsız yaklaşımlar ve devletin üst kademelerinin birbirinden oldukça farklı tutumu sonrası halk da kafa karışıklığı yaşamakta ve nasıl hareket

Mehmet Çetin

ile

Pandemi Süreci ve Merak Edilenler

Röportaj: Ayşe Göksu

(21)

21

edeceğini kestirememektedir.

Bunun yanında Türkiye’de eleştirilere açık olmakla birlikte Avrupa ve ABD ile karşılaştı- rıldığında oldukça sosyal bir sağlık sisteminin olduğunu biliyoruz. Özellikle acil durumlar- da ve yoğun bakım ihtiyacı olduğunda özel hastaneler dâhil vatandaştan maddi beklenti içine girmek kanunen yasaktır. Bu yüzden de bu hastalık sürecinde herkesin maddi kaygılar gütmeden devletin sunacağı sağlık sistemleri- ne rahatlıkla erişebilmesinin ne kadar büyük bir hizmet olduğunu görmüş olduk.

AG: Tarihimize bakınca birçok hastalıkla mücadele vermişiz. Peki tarihteki salgınlar üzerine tıp eğitiminde nasıl bir yol izleniyor.

Kıyasladığımızda şu anki hal ile mücadelede bu eğitim nerede kalıyor. Farklılıkları nelerdir

MÇ: Bulaşıcı hastalıklar insanlık tarihi boyunca dönem dönem insanoğlunun günde- mini meşgul etmiş. Özellikle ticaret yollarının ve uluslar arası temasların arttığı zaman dilimlerinden sonra böylesine geniş çaplı salgınlar sık görülür olmuştur. Bunun yanında temizlik kültürü ve alışkanlıklarının da bugün ile karşılaştırıldığında daha kötü olması bula- şıcı hastalıklara zemin hazırlayan önemli bir durumdur. Ayrıca unutmamak gerekir ki bu tür bulaşıcı hastalıklar geçmişte kimyasal silah niyetine de kullanılmış, hastalık taşıyan bat- taniyeler düşman görülenlere verilerek veya hastalıktan ölenlerin cesetleri kuşatılan kalele- re atılmak suretiyle bulaş sağlanmak istenmiş ve üstünlük kazanmak için kullanılmıştır.

Viral hastalıklar genellikle aşı ile korunma imkanı gelişen hastalıklardır. Bu şekilde insa- noğlu pek çok hastalığı yeryüzünden silmeyi veya önemsiz boyutlara indirgemeyi başar- mıştır. Ancak her an yeni hastalıklarla kar- şılaşma ihtimalimiz de artmaktadır. Yeni bir hastalık ile karşılaşıldığında öncelikle yapılan önlemler incelendiğinde açıkçası bin yıl önce- si ile belirgin bir farklılık gözlenmemektedir.

Sosyal yalıtım, karantina vs.

Ancak hastalığın tanımlanması, neden olan virüsün özelliklerinin belirlenmesi, bulaş yollarının tanımlanması, tedavide kullanılan ilaçların etkinlik analizleri, yeni ilaç değerlen-

dirmeleri ve aşı konusunda oldukça ileri bir noktada olduğumuzu belirtmek gerekir.

Uluslar arası sağlık kuruluşları, veri akışı ve bilimsel çalışmaların ortak bir disiplin ve işbirliği içinde yapılması sonucu aslında bütün insanlığı etkileyen bir hastalığa yine bütün insanlık olarak ortak bir çalışma ile çözüm bulunmaya çalışılmaktadır. Vatan- daşa düşen önlemler kısmı ve sosyal yalıtım gibi konularda yapılacaklar ulusal düzeyde kalmakla birlikte hastalık özelinde yapılacak faaliyetlerin tamamı uluslar üstü bir anlayışla yapılmaktadır.

AG: Sizce bu virüsün ortaya çıkışı ve ya- yılım sürecinin gelişimiinsanlığın iradesinden bağımsız mıdır? Ayrıca virüsün yayılması ile birlikte sadece doğal sonuçlara yol açmakla mısınırlı kalmıştır?

MÇ: Virüsün doğal ortamlarda mı yayıl- dığı yoksa yapay ortamlar sonucunda mı ortaya çıktığını bilmemiz mümkün değil. Bu çok sonra oturup konuşulması gereken bir süreç. Bunu hiçbir şekilde öğrenemeyece- ğiz şu anda. Özellikle Çin’e yönelik ciddi suçlamalarda bulunuldu batılı bazı devletler tarafından. Ancak hastalık faturasını özellik- le toplumsal tepki noktasında hafifletmek ve başkasına ihale etmek amaçlı bu tarz açıkla- malar yapılabileceği de bir gerçek. Başka bir görüşte virüsün Çin›in Wuhan eyaletine de başka bir yerden geldiğini söyleyenler oldu.

Kısaca bugünün koşullarında bunu bilmemiz şu anlık mümkün değil. Ama doğal sonuçlar olarak baktığımızda sadece hastalık ve ölüm ile birlikte ilerlemede. Çünkü iletişim çağında yaşıyoruz ve artık dünyanın küçük bir köy olduğu belirtiliyor. Bu köyde yaşamanın da belli bir bedeli var. Dünyanın bir ucundan bir ucuna ulaşımın kolaylaştığı bir zamanda virüsün böyle yayılma göstermesi normaldir.

Bu olayın büyük bir ekonomik maliyeti ola- rak düşünecek olursak, birçok devlet milyar dolarlara varacak kadar zarara uğradı. İşlet- meler büyük oranda durma noktasına geldi, önlemler kapsamında ihracat ve ithalat dur- ma noktasına geldi. Elbette sürecin ekonomik sonuçlarını iktisat alanında çalışma yapan

(22)

22

kişiler daha iyi değerlendireceklerdir.

Bunun yanında işin bir de ruhsal ve sosyal boyutu var. Bildiğimiz gibi sağlık tanımı, be- densel, ruhsal ve sosyal olarak tam bir iyilik halidir. Biz hastalıkla mücadele ederken be- densel, sosyal ve ruhsal olarak mücadele edi- yoruz. Bunların hiçbiri birbirinden bağımsız değildir ve tam bir sağlıklı bireyin oluşması için üçünün de tam olması gerekir. Bir insana sen hasta mısın diye sorduğunda bacağım ağrıyor ama ruhsal olarak iyiyim diyemez, hastayım der. Bu hastalıkta da aktif hastalık taşıyanlar bedenen de etkilenmekle birlikte diğer herkes hem sosyal hem de ruhsal olarak ciddi şekilde etkilendi. Eve kapanmanın zor- lukları, ekonomik kaygılar, can sıkıntısı gibi farklı birçok etken bizleri sağlık tanımı doğrul- tusunda aslında hastalık tarafına yaklaştırdı.

AG: Bu hastalığı olup geçirdikten sonra tekrar aynı hastalığa yakalanma ihtimalimiz var mı?

MÇ: Hastalık sonrası tekrar aynı etken ile karşılaştığımızda bizi hastalıktan koruyan antikorlar oluşur. Özellikle bu antikor oluşan hastaların plazma hücrelerinin ağır hastalar- da tedaviyi destekleyici olarak kullanacağı bir çalışma da yapılıyor. Ancak bu sürecin ne kadar uzun süreceği, ömür boyu koruma sağlayıp sağlamayacağı gibi konular için geçtiğimiz süre oldukça kısa. Çünkü bu tarz salgınlarda bilgiler sürekli güncellenir. Yapı- lan çalışmaların nitelikleri, genişlikleri gibi de- ğişkenler ile farklı sonuçlar alınır ve özellikle her insanın ayrı bir varlık olduğu da düşünül- düğünde değişiklikler daha da artmaktadır.

AG: Hastalığı geçiren kişilerle görüştüğüm- de pozitif olduklarına dair sonucu aldıktan sonra daha titiz ve dikkatli olduklarını söy- lediler. Biraz panik sebebiyle yaşadıklarının daha uzun sürdüğünü fakat negatif sonucu aldıktan sonra böyle bir süreçle tekrar karşı- laşacak olurlarsa artık hazır olduklarını ve ne yapılması gerektiğini bildiklerini söylediler.

Sanırım psikolojik olarak tanıdığımız için daha rahat atlatma olasılığımız da yükseliyor.

MÇ: Bizim nesil için böyle dünyayı etkile- yen bir salgın hastalıkla ilk defa karşılaştık.

Evlerimize kapanmak zorunda kaldık, bir haf- ta evden çıkmayan biri için bile zorunlu ola- rak evde kalıyor olmak ciddi bir zorlanma as- lında. Kısıtlandıktan sonra insan bazı şeyleri yapmayı daha çok arzuluyor. Tabii insanoğlu da çabuk unutuyor onu da göz ardı etmemek lazım. Bu süreç bittikten sonra hepimiz sosyal ortamlarımıza tekrar kavuşacağız ve bir süre sonra hepimiz bu hastalığı unutacağız. Toplu- mumuz birçok şeyi unutabiliyor. *burası po- litikleşti*. Belki çocuklar için etkili olacaktır.

Çocukların oyunlarında dahi var, coronavirüs yüzünden parka gidemiyoruz, pis bir şeymiş diyorlar. Bu çocukların etkilenmesi hafızala- rında, yaşam biçimlerinde etki eder mi yaşa- yıp göreceğiz ama açıkçası tekrar olduğunda aynı şeyleri baştan yaşarız gibi geliyor. Bi- limsel ve devlet yaklaşımı olarak elde edilen tecrübeler saklı kalmakla birlikte toplumsal olarak başa dönmemiz için çok uzun zaman geçmeyeceğini düşünüyorum.

AG: Salgınla mücadelenin ardından gele- cekte bizi ne bekliyor, pandemi sonrası bizi yeni bir düzen bekliyor mu?

*kişisel hak ve özgürlükler üzerine gündem dışı konuşmalar gerçekleştiriliyor.

MÇ:Bir şekilde sosyallik ihtiyacının da kar- şılanması gerekiyor o yüzden ben pek fazla bir değişim yaşanacağını düşünmüyorum.

Sadece insanların hayatlarının belli anlam- larda kolaylaştırılabileceği görüldü. Yani en azından işlerin belli bir rutinde çok yoğun mesaiye gerek duyulmadan daha az mesai ile yapılabileceğini gördük. Belki bu anlamda bir esneklik gelebilir. Sonuçta Okullar eğitim öğretim için var. Öğretim kısmını bir şekilde karşılasak da okulda adap, erkân da öğre- nilir. Bunu internet ortamında vermemiz pek mümkün değil. Ben hastanede çalışıyorum benim hayatımda bir şey değişmez. Sonuçta nasıl değişmesini bekliyoruz ki o yüzden çok büyük bir değişim ve insanlık tarihinde bir kı- rılma olduğunu düşünmüyorum. Sosyalleşme aracı herkesin farklı bizim derneğimiz var, bizim günlük hayatımızın bir parçası. Her za- man söylüyorum işimizi hem devlete, hem mil- lete faydalı olmak hem de profesyonel olarak

(23)

23

maaş aldığımız için hakkıyla bunun karşılığını vrmeye çalışıyoruz. Bunlar hayatımızın rutin- leri ama asıl hayatımız diyebileceğimiz şeyler sosyallikle oluşuyor. O yüzden benim için bir değişim yok. Başka insanlar için sosyalleşme- nin ne olduğunu gördük. Örneğin avmlerin önünde kuyruklar oluştu veya insanlar serbest kaldığı an yaşa bakmaksızın kendilerini soka- ğa attılar. Hatta teknoloji çocukları dediğimiz tablet, bilgisayar ortamına doğan çocuklar bile kendilerini dışarı attılar. O yüzden bu sürecin insan alışkanlıklarında bir değişime neden olacağını düşünmüyorum.

AG: Peki Gökçe ve Selcen özelinde durum nasıl?

MÇ: onlar da bu duruma oyunlarında yer veriyorlar. İki aya yakındır Çorum’da baba- annelerinin yanında kalıyorlar. Genellikle

“Babam coronovirüs nedeniyle gidiyor. Coro- na’dan dolayı gitti gelemiyor.” gibi konuşma- lar yaşanıyor. Herkes bir şekilde sosyalleşme- ye başlıyor. Burada başka çocuklar olduğu için onlar pek hissetmediler ama onlarda da durum farklı değil. Hatta onlar sokağa çıkma yasaklarından ötürü daha çok kısıtlandılar.

Çocukların bu süreçten çıktıklarındaki halleri bana bir videoyu hatırlatıyor. Bu videoda uzun süre kapalı bir yerde bakılan inekler dışarı bırakıldığında çimlerde hoplayıp zıp- lıyorlar çocuklar da onlar gibi olacaklardır ki izin günlerinde tam olarak yaşanan sahne bu şekilde. Bizim çocuklar bu süreçte ayrılık dışında çok fazla etkilenmediler açıkçası. Sü- rekli babaannenin yanında nasıl kalırım he- sabı yaptıklarından, aylarca onların yanında kalmak çocuklar için sevindirici oldu.

AG: çocukların bahçe ile buluşması için fırsat olmuş. Bunun yanında çocukların evde kal mesajları da dikkat çekiyor.

MÇ: Bizim çocuklar için Ankara’da olmak kötüydü. Mesela onlara Ankara’ya gidelim dediğimde sen işlerini bitir buraya gel diyor- lar. Onların dünyaları daha farklı ve bu dün- yada rahat hareket edebilecekleri yer arayışı öncelik taşıyor.

AG: Birçok fedakarlık yapan sağlık çalı- şanlarımızın yaşadıkları sıkıntılar nelerdir?

MÇ: Öncelikle şunu belirtmekte fayda var.

Bu süreçten önce sağlık çalışanları çok yıp- ranmıştı. Özellikle acil servis çalışanları çok büyük risk altındaydı. Görev yaparken hangi hastanın gelip size çatacağını bilemiyorsu- nuz. Saldırıya uğrayan ve öldürülen hekimler vardı. Atmlerde, avmlerde saatlerce bekle- meyi göze alan ama çok da acil olmayan rahatsızlıkları için on dakika, yarım saat bek- lerlerken çok da tahammül edemediklerinin görüldüğü bir hasta görüntüsü oluşmuştu. Bu süreçte sağlık çalışanlarına iade-i itibar yapıl- dı diyebiliriz. En azından kurumlar açısından bunu söyleyebiliriz. İnsan bakış açısı için de bu böyle. Bu elbette sevindirici bir durum!

Doktor, hemşire ve diğer tüm sağlık çalışanları örselenmiş bir meslek grubuydu. Coronovirüs süreci ile alınan tedbirler ile birlikte toplumsal algıda bir değişiklik gözlendi. Bir sağlık ça- lışanı üstüne düşen görevi özeriyle yapmak mecburiyetinde ki zaten biz bunun için eğitim aldık. Okullarımıza başladığımız günden beri çalışırken iş yükümüzün artabileceğini ve ken- di sağlığımız riske altına girse de elimizden geleni yapacağımızı göze almıştık. Hepimiz görevimizi yapıyoruz. Hepimiz eğitildiğimiz işi yapıyoruz ve yapmaya devam edeceğiz.

Tüm meslek grupları için bunlar geçerlidir.

*Ekonomik kısma değinildi*

Türkiye’de sağlık çalışanlarının bu dö- nemde malzeme ihtiyacı konusunda sıkıntı yaşadığı söylenemez. Yurtdışındaki vaziyet göz önüne alındığında özellikle İtalya’da çok ciddi sıkıntılar yaşandı bu durum ve Tür- kiye’de de bir endişe oluşturdu. Türkiye’deki hastanelerin imkânları değerlendirildiğinde mesela Ankara’daki şehir hastanesi yapıl- dıktan sonraki boşaltılan hastaneler (Zekâi Tahir Burak Kadın Doğum Hastanesi, Dışkapı Çocuk Hastanesi) tekrar faaliyete geçirilip pandemi ve karantina hastanelerine dönüştü- rüldüğü için yatak ve hastane sorunu yaşan- madı. Malzeme temininde de endişe yaşandı fakat çok şükür bu da bir ihtiyaca dönüşmedi.

Bu konuda sağlık çalışanlarının yanında ayrı- ca meslek liselerinin de önemi görülmüş oldu.

Meslek liselerinde ciddi sayılarda maske üretimi, dezenfektan üretimi ve tulum dikimi

(24)

24

yapıldı. Ve her hastane belli meslek liseleriyle görüşerek aralarında işbölümü sağlandı. Mal- zeme tedariği konusunda onların da ciddi katkısı oldu bu memleket için meslek liselerinin önemi bir kez daha görülmüş oldu. İnşallah meslek liseleri konusundaki gereken düzenlemeler de bu sayede yapılmış olur.

AG: Salgın döneminde insanlık reçetesine düştüğünüz notlar nelerdir, bizlere neler önerir- siniz ?

MÇ: Bu süreçte sosyal olarak ciddi bir yıpranmışlık yaşandı. Bence tulum ve maskeyi toplumdaki herkese bir kez olsun giydirmek gerekiyor. Ben tulumun içerisinde yarım saat kaldıktan sonra sırılsıklam olup üstünü değiştirme ihtiyacı duyan insanlar gördüm.Pandemi servislerinde çalışan görevliler bu tulumlarla 6 saat çalışıyorlar.Öncelikle ve özellikle onlara teşekkür etmek gerekiyor.

İnsanlık açısından da bu anlamda şunları söyleyebilirim. Şu anda Ramazan ayındayız ve oruç tutmanın gerekçesinin yoksulların, fakirlerin halinden anlama olduğu gibi bir tez vardır her zaman. Bir arkadaşım her konu açıldığında sitem ederdi ki bence de sonuna kadar haklı bir sitem bu: “Akşam mükellef bir sofra olduğunu bilerek fakirlerin halinden anlamak nasıl mümkün olabilir? ”Bu salgın süreci elbette belki üç ay belki altı ay belki de bir sene içerisinde bitecek ve biz normal hayatımıza geri döneceğiz.

Yaşar Kemal romanlarında sıtmadan kırılan insanların hikayelerini tarihin derinliklerinde kalmış bir anı olarak okuyoruz. Ancak aynı zamanda yaşayan insanların hepsinin aynı ko- şullar altıda olmadığını göz ardı etmemek lazım. Biliyoruz ki bugün Afrika’da aynı hastalık acı bir gerçeklik olarak hala duruyor. AIDS bizim toplumumuz için şüpheli cinsel ilişki sonrası yaşanan bir hastalık olarak bilinse de dünyanın bazı yerlerinde ulusal bir gerçeklik olarak duruyor.

Bu hastalık eğer Afrika’da yaşanmış olsaydı ki sürekli farklı şekillerde yaşanıyor ama küçük bir zümre dışında kimsenin umurunda olmayacaktı. Ne zaman ki hastalığın ucu beyaz ada- ma dokundu, beyaz adam etkilendi ve dünya ayağa kalktı, haberlerde sürekli görür olduk.

Ülkemizde dahi görülmese biz şüphesiz coronavirüs ile yatıp kalkar durumda olurduk. Bu bağlamda insanlığın bir bütün olduğunu ve ne zaman biz etkilenmesek de başka insanların yaşadıkları acılara ortak olabileceğimizi idrak edebilirsek o zaman insanlık reçetesine önemli bir not düşümüş olacaktır.

Bu vesile ile bir arada olmanın ve inandığımız geleceğe dair bir not düşmenin kaynağı olan Genç Akademisyenler ailesine sizin özelinizde teşekkürlerimi iletmek isterim. En kısa sürede salgın sürecinin etkileri ortadan kalktığında aynı irade ve inançla kaldığımız yerden aynı şe- kilde devam edebileceğimiz günleri çok özlediğimi belirtmek isterim.

(25)

25

Bakışlarının derinliğine Uzanıyor kalbim

Usul usul.

Dağlardaki mor sümbüllerde Kokunu içime çekiyorum.

Karı eriten güneşi

Yakalamaya çalışıyor gözlerim.

İşte, yakaladım Avcuma koydum.

Sordum ona:

Karın gücü yetti mi Çiğdemi örtmeye?

Gocunmuş mudur kar

Çiğdem başını kaldırdığında?

Yeter miydi karların suyu Günahları yıkamaya, Teveccühü

Seni bulmaya?..

Sonra,sonra saldım güneşi.

Yavaş yavaş kaybolan süzülüşünü Seyrettim tepelerden.

Sen diye çıktım yola Kayboldun

Sonsuz ışık kervanı içinde.

Dilhûn oldum.

Oysa aydınlıklar içinde Bulurdum hep seni.

Bu sefer aldılar elimden…

Açtım gözümü bu seher Gördüm

Kırlar,ağını açmış sana Kırağı olmuşsun.

Kırım,ağım Kırağım…

Güneş huzmeleri Yüzünü göstermeden

Tez elden saklamalıyım seni Kırağım.

Yem oluyorum kırların içinde Hep senin ağına…

Kırağı Suna Yıldız

Foto: Emel Beyaz

(26)

26

İçinde intikam hissi saklamak için insanın önce yılmamak gücüne sahip olması lazım.

Bazısını şarapnel yıldırmaz da, sefalet yıldırır. ‘Ben artık bitmiş bir adamım!’ der, buna da kendisini bir kere inandırırsa, insanın düşemeyeceği alçaklık çukuru kalmaz” (Tahir, 2015).

Kemal Tahir’in Esir Şehrin İnsanları adlı eserinden bir demeç sunarak başlamak istedim eleştirilerime. Eleştiri dedimse de işlediğim sorunlar öyle adrese teslim sorunlar değil; naçiza- ne tüm insanlık alemine bir sesleniştir. Malumunuz üzere dünya büyük bir bunalım dönemin- den geçiyor ve görünen o ki taşlar yerine oturana değin de bu bunalım sürecek. Bu bunalım her birey gibi, her insan gibi beni de üzerinde düşünmeye davet etti. Son derece geç bir sa- ate beni tetkike sürükleyecek kadar uykusuz bıraktı. İnsanlık tarihinin geçirdiği başkalaşımlar maziye sürükleyip, elime kalem alacak kadar tetikledi beni. Böylelikle meramımı anlatmaya başlamış bulunuyorum.

Sennet’in de dediği üzere göz bir görme organı olmasının yanında çevrenize de bir hük- metme aracıdır (Sennet, 2013). Gözlerimiz yarattığımız bu bunalımın birincil derece tanığı

Bir Fırtına Tuttu Bizi

Fatma Nazlı Atilla

(27)

27

olmalarıyla Sennet’i destekliyor. Görerek cürmü işledik, göz göre göre de ölüyoruz. El hak bu bela sağanağını belki de göz açıkla- yacaktır kim bilebilir? Şahit olduğu öyle çok şey var ki saymaya kalksak yoruluruz; ancak ben birkaçına örnek göstermeyi bir görev biliyorum. Üretme ve daha çok üretme, elde edilen artı değerle güç gösterileri sahneleme, basit bir eşyanın sağladığı sükseyle statü elde etme… Üstelik de göz göre göre bunların kabul görmesi, göze dahi hayret vermektedir.

Tarihin dili olsaydı muhakkak, budala insa- noğlu diye haykırırdı. Childe da böyle demişti zira insanın mahvı kara sabanla toprağı ıslah etmeye başladığı an başlamıştı (Childe, 1974). İnsanın mahvı eşyaya tapıp benliğini kaybetmesiyle başlamıştı. Hırsla başa baş gi- den güç arzusu, doymak bilmeyen bir üretim araçları tekeli… Ne kadar üretirsen o kadar güçlüsüncüler, güçlendikçe pastadan daha fazla pay alırsınlara koştu. Öyle sihirli bir layiha sunmuştu ki bu denklem, böyle olursa kendi türün olan insanları ve evleviyetle doğa- yı tekelin altına almakta hiç de zorlanmazsın.

Köleliği kazanç zanneden bir aptal misali gözlerine ihanet edersin. Çünkü bu ihanet;

sokakta binlerce aç, üstü örtülmemiş insandan kolayca vazgeçebilme olanağındır, yani ça- ğın en afili ve süslü kavramı bencil bireycilik.

Bu kavramın vazgeçilmez bir yeminmişçesi- ne yinelediği bir de sloganı vardır: “Ben mi kurtaracağım dünyayı?” Herkesin bu kadar histerik bir panikle olay mahallini terk etmesi- ni sağlayan bu kusursuz eylemsizlik planının sebebi, insanoğlunu kısır döngülere mahkûm eden zararlı bir alışkanlık; tıpkı öldürdü- ğünü bilmene rağmen ciğerlerine çektiğin duman gibi. Bu kanaatler toplamı insanlığı, yeryüzünü muntazam felaketlerinin merkezi konumuna getirmiştir (Horkeimer, 2014). En ufak zincirden başlattık bu yangının alevini, evet şu anda hepimizin mahkûm olduğu ev- lerimizden. Bu bencil imgelemlerimizden kaç- mak için yegâne mahremiyet alanımız olan evlerimize sığındık. Onları büyüttük, içlerine popüler kültürün dayattığı her ne varsa dü- şünmeksizin yerleştirdik; televizyondan tutun da oyun konsollarına, tabletlerden akıllı tele-

fonlara… Bunların öylesine tutkunu olduk ki artık evlerimizde dahi mahremiyetin zerresini dahi göremez olduk. Sonsuz bir yarış içinde içimizde hesap soran ne varsa susturduk, yenilemek istedik; tıpkı evin mobilyalarını ye- nilemek gibi. Yenilerken de eskisini yok ettik.

İmgelemimizi, yaşadığımız şehri inşa etmek istedik. Neticeye bakacak olursak da, insan ne kendisini inşa edebilmiştir ne de yaşadığı şehri. Öyle büyük evler yaptık ki doğaya, gelişmemiş olana, fakir olana görünmez ol- duğunu anlatmak istedik. İşte artık içimizde çınlayan tanrının yansıması olan vicdanımızı boğmuştuk. İnsanlığımız yavaşça ölürken biz bunu kenti katlederek, aşılmaz gelir duvarları örerek bastırıp nötrlemek istedik. İlk etapta ol- dukça da başarılı olduğumuzu zannettik. Her şeyin bol olduğu bir cennetin içindeydik neti- cede, elbette gücü yetene. Şehirleri büyüttük harikulade gökdelenlerle donattık etrafımızı, öyle ki güneşe dahi savaş açtık. Bizi uyaran her şeyden kaçtık. Mekân öyle büyüdü, me- talar o kadar fazlalaştı ki; üreten işçi dahi harcadığı emeğe yabancılaştı. Şehrin uzak bir köşesinde yaşayan bu emekçinin hikâyesi de başka bir ayıbımızdır. Bu işçi kendince ha- yatını bu cenderede idame edebilmek paha- sına, ama aslen bakıldığında cüzdanı şişkin ve suratı da oldukça pişkin patronunu zengin etmek uğruna her daim erken kalktı. Mühim olan bu sistemin, üretimin devamıydı. Üret- meden, büyümeden olmazdı. Bunu kabullen- meyen ya da itiraz eden her bireye ise açık bir kapı vardı: Ayrışma. Ayrışma her türlü yalıtımı topluma amil kılıyordu. Fabrikatörler, doktorlar, siyasetçiler, din adamları… Hepsi ortak bir fabrikadan çıkmışçasına bu vahşi hiyerarşiyi benimsiyordu. Yapılacak olan meydanda altta kalanın canı çıksın, daha az üreten oyundan çıksın. Oysaki “İnsanı yaşat ki, devlet yaşasın denmişti. Lakin nafile; in- san yaşamıyordu ki devlet yaşasın. Eşitsizlik artık kabına sığmaz delişmen bir çocuk gibi kol geziyordu. Öylesine habersizdi yarattığı enkazdan, ancak bir çocuk kadar da masum değildi. İşte karşınızda en kesif silahı eşitlik, adalet, liyakat, özelleştirme olan liberalizm ve onun iktisadi mantığı olan kapitalizm de

Referanslar

Benzer Belgeler

Bunun nedeni; öğ retim elemanlarının çal ışma süresinin daha kısa (1.5 yıl olanı %34.1) olmas ı, kariyer yapma imkanlarının daha fazla olmas ı ve yine

1992-2001 döneminde 18 sektördeki 231 ş irkete ait toplam 1803 gözlem kullan ı larak yap ılan analizler sonucu ula şılan ampirik bulgular a şa- ğıdaki gibidir: (1) Ş

Cemiyet, halkın iktisadi kültür birikimi elde etmesi, tüketim alışkanlıklarını değiştirerek tasarruf sağlaması ve elde edilen tasarrufların sermaye birikimine

نوناقلا لاجر لبق نم ةسر ا د لحم يهف فلؤملا قح ةيامح نايرسل ةنيعم ةدم ديدحت عوضومب قلعتي اميف اما كلت نم ديدعلا حرط ةسر ا دلا كلت نع جتن امم

Anadolu ve Rumeli Müdafa’a-i Hukuk-ı Milliye Cemiyeti Hey’et-i Tem- siliyesi Namına Mustafa Kemal imzasıyla 11 Ekim 1919 tarihinde 20 Kolordu Kumandanı Ali Fuat

Mustafa Kemal Paşa, 13 Ekim 1919 tarihli Heyet-i Temsiliye kararıyla ve dolayısıyla Heyet-i Temsiliye namına Meclis-i Mebusanda milliyetperver grubun üstünlüğünün temini

Mebusan Meclisi’nde 23 Temmuz 1908 (10 Temmuz 1324) gününün İyd-i Milli olarak kabul edilmesi görüşü ağırlıklı olarak de- ğerlendirilmiş ve 26 Ocak 1909 tarihindeki

Çetin ARISOY A.Burak ATAMTÜRK Mehmet BAYHAN Nuri Bilge CEYLAN Nevzat ÇAKIR Mehmet ÇAKIR Bülent ÇALIMLIOĞLU Mufik ÇIRPANLI Ataman DEMĠR Bülent ERDOĞAN Murat ERTEM