• Sonuç bulunamadı

51

savaşın sonucunda anlaşma yapılmak üzere toplanmış bir masa gibi duruyor. Yaklaşınca aralarından biri beni fark ediyor. Aaa ne de çabuk uyandınız? Daha uyuyalı üç gün oldu.

Bu sözleri karşısında tam olarak ne demem gerektiğini bilmiyorum ancak kim olduklarını ve başıma neler geldiğini sorma isteği ile kadına siz kimsiniz diyebiliyorum sadece.

Ahh biz Okyanus halkıyız. Sizi tek başınıza sahilde gördük. Kendi aramızda yaptığımız bir tören sırasında. Bizi görünce bayıldınız.

Şöyle bir zihninize baktık ki bazı gariplikler olduğunu fark ettik. Biz de kıyamayıp sizi iyileşene kadar yanımızda tutmaya karar verdik. Kusura bakmayın suda kaldınız, lütfen şöyle buyurun, diyerek kadın beni boş bir sandalyeye davet ediyor.

Masada birçok meraklı göz beni süzü-yordu. Oysa bu bakışlara rağmen o kadar acıkmış olmalıyım ki görmezden gelip yemek-lere saldırabiliyorum. Ara ara sorulara cevap veriyor ancak onlara hiç soru sormuyorum.

Bu dikdörtgen masanın başında oturuyorum.

Tam karşımda ise yüzü aslan yüzünü andıran bir kadın var. Kadının saçları aslan yelesine benziyor ve yüzü olabildiğince sarı. Gözleri ise etrafı sanki siyah kalemle boyanmış gibi kara. Ama doğal olduğu buradan bile belli oluyor. Sağ tarafın bana yakın kısmında sandalyeye beni davet eden kadın oturuyor.

Onun karşısında ise bir erkek. Bu adamı san-ki bir yerden gözüm ısırıyor ama yemeklerin lezzetinden dolayı dikkatimi çok veremiyo-rum ve her birini ağzıma atmaya devam edi-yorum. Şarabımın içinde kırmızı ve turuncu balıklar olduğunu görünce hepten yediklerimi çıkarmak istiyorum. Ancak görüyorum ki masadakilerin hepsinin bardağının içinde yüzen bir iki tane benimkiyle aynı renklerde olan balıklar var. Bulantım geçse de yemeye ve içmeye devam edemiyorum. Bunu fark edenlerden biri balıklardan tiksinmemem ge-rektiğini bunun Merhamet dinlilerin bir iksiri olduğunu söylüyor. Tam olarak hatırlayamı-yorum. Ancak sanırım... Sanırım daha önce çıktığım bir yolda buna benzer bir su içmiş ve bayılıp kalmıştım. Şimdi ise gözle görülür bir belirti olarak bulantıdan başka bir şey yok.

52

Kadın ekliyor: Bu iksir tüm acılara dayanmanı sağlayan o büyülü sudur. Tüm bunlar bana bir anlam ifade etmeli ancak ne olduğunu çıkaramıyorum. Kurşunlanan karnımın yemek yedikçe tamamen iyileştiğini görmek beni mutlu ediyor ve iyileşir iyileşmez bu sıkıcı ma-sadan ayrılmak için fırsat kolluyorum.

Bana yabancı gelen ve oldukça yapmacık olan Katolik kiliselerine benzer masanın şata-fatı ve insanların 1litürjiyen tavırlarında faz-lasıyla rahatsız oluyorum. Toplu; terennüm, tevafuk, tesadüs, münzevi, münhaaaaasır, müniiiiiih, mutaaaabık, mamafihh, mütevelli-itttttt kelimelerinin üstümüze oturmayan, zor-lama, biraz bol olan ya da dar gelen halleri gibi bu tavırlar burnumda bir tiksinmeye yol açıyor. “Şamdanmış! Kaçıncı yüzyılda ya-şıyorlar sanki?” diyemiyorum. Tanımadığım bir halkın kültürüne laf edecek değilim ancak bana olmayan bir şey var burada. Neydi oooo, hah! Oldukça 2kitsch duruyor dillerde.

Bu şekilciliğin, yapmacıklığın ve akıl yok-sunluğunun savaşının ilk olarak benim top-raklarımda verildiğini biliyorum. Kralların ve Kraliçelerin bitmek bilmeyen gösteriş merakı nihayetinde kiliselere varlık sebebini unuttur-muş olacak ki güç mücadelesinden Tanrı’ya uzaklaşmış olsunlar. Adım Cromwell’di. Ben tam da bunun için öldüm. Sonra bir baktım tekrar dirilmişim. Şimdiki adım bildiğiniz üzere Benjamin. Nenden mi? Sizin yüzünüz-den! Ahh durup şimdi sizlere laf anlatama-yacağım, acilen bu yapmacıklıktan kurutulup topraklarıma kavuşmam gerek. Gerçeğin ve sanatın hâlâ var olduğu bir zamanda, her şe-yin başa sardığı bir dünyada ben de tabii ki yeniden doğabilirim. Ayrıca, ne var bunda?

Neyse ki bir şekilde beni ağırladıkları için teşekkür edip artık vaktimin geldiğini ve ayrılmam gerektiğini Okyanus halkına bil-diriyorum. Cebime şu bahsettikleri iksirden koyuyorlar. Masadan okyanusun derin suları-na atlıyorum, üç gün boyunca aldığım yolun sonunda topraklarıma ulaştığımı anlıyorum.

1 Katolik kilisesinin fazla kuralcı eğitim ve ritüellerinin bütünü

2 Aslının bayağısı olan, bir anda ya da bir yerde emanet duran

Gaydam hâlen daha olduğu yerde duruyor.

Üstünden bu kadar zaman geçtikten sonra elime almaya cesaret edemiyorum. Bir kaldırı-mın kenarına uzanıyorum. O kadar yorulmu-şum ki anında uyuyakalıyorum. Uyandığımda yanımda bana mektup taşıyan şu meşhur çocuğun olduğunu görüyorum. Çocuk yanıma oturmuş ve uyandığımı henüz anlamış değil.

Gözler olmasa bu kadar kişi ile konuşma fırsatı olmayacaktı dilimin. Çünkü tek bir aşi-nalığı yoktu bu şehre, bu dünyaya onun. Hiç kimseyi göremeyecek, kimse ile tanışamaya-caktı. Geçmişte kalmış duygu sömürüsünden başka işe yaramayan romantik tarihçiliği ve romantik dinciliği diline bu kadar işlemesine rağmen ona yolunu gösteren tüm gözlere, rehberlere saygısını kaybetmişti ve nihaye-tinde bir akrep gibi o sinsiliği ile gözbebe-ğinden sokmuştu gözlerimi. Ben de bundan sonra ceza olarak onunla olan bağımı kestim.

Tıpkı yakın dost bildiğim yıldız gibi yok saydı beni. Şimdi kördüm. Ancak o da dilsizdi. Ko-nuşacak kimseyi bulamamanın yalnızlığı, nef-si şişirmiş ve artık bu büyük kör edici darbeyi indirmeye hiç çekinmemişti vefasız dil.

Ben tüm bunları yaşarken kendi içimde sinirden köpürdüğüm vakit nefesim hızlanmış olacak ki çocuk uyandığımı anladı ve bana döndü. Bu sana son gelişim. Tabi her üçleme-den sonra tekrar tekrar geliyorum ancak bu üçlünün üçüncüsüyüm. Tarih tekrar aktığında görüşmek üzere. Al bu notu ve hoşça kal.

Ancak kör olduğumu anlamamış olacak ki notta ne yazdığını okuyamayacağımı anlamış olsun. Ben hiç konuşmadım. Dedim ya benim bu pürüüüüü pak içimi nefretle dolduran bir dili cezalandırmasam kim bilir daha ne ka-dar kötülükler ile dolduracaktı içimi. Hatta onu tamamen öldürmek istiyordum sanırım.

Uyuduğumda rüyamda, uyandığımda aklım-da, elimi attığım kitapta, izlediğim her filmde bana saldırışı, o laf arasında soktuğu gözbe-beğimin acısı aklıma geliyordu ve şahsiyetim baştan aşağı sarsılıyordu. Nefretim bulutlara kadar varmış olacak ki asit yağmuru olarak ülkemize yağdı.

53

Kaldırımın bir ucunda duran adam altımdan tek bir hareketle tüm yürüyüşlerimi alıp çekti.

Sanırım bu kişi; hani Okyanus halkında, yüzü tanıdık geliyor dediğim adam var ya, hah sa-nırım oydu işte. İyice yüzünü inceleme fırsatım olmamıştı. Şimdi tekrar karşıma çıkmış olması beni oldukça şaşırttı. Bu tanıdık gelen adam yoksa beni takip mi ediyordu? Belki de idam edi-lecektim. Bir lider olarak doğacağımı bildiği için beni tamamen yakıp kül etmek isteyebilirdi.

Kesin kıskanmıştı beni. Belki de Kraliçenin adamları takmıştı peşime onu. “Tepenin Üzerinde Parlayan Şehir”de yaşayan Kraliçe bana fena halde takmıştı son zamanlarda. Neden mi?

Sormayın bir takım ideolojik mevzular falan filan. Bilmediğiniz bazı şeylerden kaynaklı sorun-lar. Yavaşça doğruldum ve toprakta kalan bedenimi ayaklarımın üzerine diktim. Yürümeye başladım, şüpheli adama yaklaştıkça altımdan çektiği kaldırımı bir halı gibi dürüp koltuğunun altına aldı ve benden kaçmaya başladı. Demek ki henüz vaktim gelmemişti. Şu not aklıma gel-di, birine bunu okutmam lazımdı. Bildiğim tüm yolları yürüyüp tekrar başa geldiğimde etrafta kimsenin olmadığını anladım. Kendi kendime oldukça sesli bir şekilde oradan buradan duy-duğum şarkıları söylemeye başladım. Kendimi bir sahnede buldum. Galiba bu yaşadığım yer bir 3hetereopyaydı. Yoksa bu kadar baş dönmesi bu kadar farklı mekân ve zamanın başka bir anlamı olamazdı.

Şu cebimdeki iksir belki de işime yarar. Bir dikişte bitirdim. Hafif bir baygınlıktan sonra bir müzede gözlerimi açtım. Belki de ben de bir heykeldim. Bir heykel olsam kesinlikle çıplak ser-gilenmek istemem. Yanımdaki heykel konuştu. Oysa senin hamurunda utanmazlık var, bunları nasıl söyleyebilirsin? Aaaa yeter ama ben bir heykel değilim. Hamurumda ne olduğuna da sizler değil ben karar veririm! Şimdi bu labirentten bozma müzeden çıkacağım. Adım atmak istedim ve kas katı kesilmiş olduğumu fark ettim. Az önce benimle konuşan heykel kıs kıs güldü ve arkasından “ne o yoksa adım dahi atamıyor musun?” dedi. Bu sinir bozucu durum karşı-sında susmayı tercih ettim ama elimden gelse onu parça pincik ederdim. Aklıma hala notu okuyamamış olmam geldi. Heykele buraya getirildiğimde elimde bir kâğıt olup olmadığını sordum. Evet, onu bana verdiler istersen sana okuyabilirim. Lütfen dedim. “Borges’in dediği gibi: Seçimlerimizle beraber sonsuz gerçeklik ortaya çıkar. Peki, senin gerçekliğin hangisi?”

yazıyor. Bu sırada karşıdaki pencereye gözüm ilişiyor, kahpe gerçeklerden uzakta olduğunu dahi bilmeden ‘’Tepenin Üzerinde Parlayan Şehir’’de piknik yapan bir adam dikkatimi çe-kiyor. Sepetinde meyveler, abur cuburlar ve birkaç farklı içecek var. Buzlarım çözülüyor ve bir bisiklete binip adamın önünden geçip gidiyorum. Kraliçe’ye yakalanıyor, öldürülüyorum.

Tabutum ise bir okyanusa atılıyor.

3 Aynı anda aynı mekanda farklı mekan ve zamanların bulunması

54

“The Fool” filmi üzerine bir şeyler karalamaya başlamıştım ki bir arkadaşımdan bu ay yapacağımız film değerlendirmesiyle ilgili “Matrix ile ilgili söylenecekler tüm söz-ler söylenmedi mi?” diye bir mesaj aldım.

Bu birçok yönden haklı bir sitemdi. Matrix için söylenecek bütün sözler söylenmişti. Bu sitemle birlikte uzun zamandır aklıma takılan bir konu alevlendi ve “The Fool” u şimdilik bir kenara bırakıp bu konu hakkında yazmamın daha doğru olacağı fikriyle yazımın seyri bü-yük ölçüde değişti. Kendisine benim için yeni bir ufuk açtığından ötürü teşekkür ederim.

Açıkça söylemek gerekirse, ben bir filmi baştan sona yorumlayabilecek bilgi birikimi-ne ve donanıma sahip biri değilim. Bundan dolayı bu yazı bir film eleştirisinden çok içim-den geçenleri yazıya dökme çabası olacaktır.

Düşüncelerimi ne kadar yansıtabileceğimin tedirginliğini yaşamakla beraber, bu yazıyı yazmaktaki amacım yukarıdaki sitemle ilgili kendi çözümlememi yapmak ve Matrix’in bana düşündürdüklerini anlatmaya çalışmak-tır.

Ne zaman bir kitabevine girsem ya da ne zaman bir film listesi görsem, içimde ikilem yaratan bir konudan bahsetmek istiyorum.

Okunacak o kadar çok kitap, öğrenilecek o kadar çok şey ve izlenecek o kadar çok film var ki hangi kitabı okuyacağımı, metinle na-sıl irtibat kuracağımı ve hangi filmi izlemem gerektiğini ciddi manada düşündüğüm ve içinden çıkamadığım zamanlar

yaşayabili-yorum. Ömür çok kısa, sanat ise tam tersine çok uzun. Bazen eskiden okuduğum bir ki-taba gözüm takılıyor ve kitabı anımsamaya çalıştığımda, neredeyse kitapla ilgili hiçbir şey hatırlayamadığımı, bazı kitapları ise neredeyse en ince detaylarına kadar hatırla-dığımı farkediyorum. İzlediğim filmler için de aynı durumun geçerli olduğunun farkındayım.

Hatırlayabildiğim kitapların ve filmlerin he-men hehe-men hepsinin ortak özelliği; bir dost meclisinde, bu eserler üzerine sohbet edilmiş olması. Anımsayamadığım bir filmi izlemek veya hatırlayamadığım bir kitabı okumak bende, herşeyi tükettiğim gibi sanatı ve ede-biyatı da tükettiğim hissini doğuruyor. İşte bu hissin bende meydana getirdiği çelişki, bir kitabı veya bir filmi tam olarak içselleştirme-den başka bir kitaba veya filme geçmeme ve beğendiğim eserleri belirli aralıklarla tekrar tekrar okuma ve izleme kararı almamı sağladı. Bu sefer de kararın uygulanmasında zorluklar yaşamaya başladım. Konuşacak dost meclisinin azlığı, yeni bir kitaba başla-manın heyecanı, bir şeyleri kaçırıyor olma hissi ve zaman yönetimindeki sıkıntılar, bu ka-rarı uygulamamdaki en büyük engeller olarak karşıma çıktı. Tüm bu engellere rağmen “Çok kitap okumak mı, yoksa değerli bir eseri tek-rar tektek-rar okumak mı?” sorusunda tercihim;

dezavantajları olsa da değerli bir kitabı tek-rar tektek-rar okumak yönünde devam etmekten yana oldu. Filmler için de aynı bakış açısını korumaya çalıştım. Bu doğrultuda değerli

Eren Kılıç

Matrix

Benzer Belgeler