CUMHUÂİYET/2______________________________________ OLAYLAR VE GÖRÜŞLER
Mııaııamor Aksoy B ir Y ıl
Önce Yaşıyordu...
HIFZI VELDET VELİDEDEOĞLU
Evet sevgili okurlarım, 31 Ocak 1990 akşamı alçakça bir suikasta kurban giden Prof. Dr. Mu ammer Aksoy, bir yıl önce bugünlerde hayattaydı ve bin güçlükle kurmuş olduğu Atatürkçü Dü
şünce Derneği’nin başında, derneğin çalışmala
rını bütün ülkeye yaymak için gece gündüz uğ raşıyordu. 31 ocak günü de yine böyle yorucu bir çalışmadan sonra dernek merkezinden yürüye rek evine döndüğünde apartman girişinde sui kastçıların kurşunlarına hedef olarak yaşamını yitirdi. Orada, düşünce ve çalışma gücü bakımın dan dev bir insan yere yıkılmıştı.
ileriyi gören, az rastlanır zekâlardan biriydi. Eğer sağ olsaydı, Türkiye’nin bu petrol savaşına girmemesi için sesini yükseltir, vargücüyle sonu na değin uğraşır, bu doğrultuda kamuoyu yarat ma yolunda, Atatürk’ün ‘Yurtta barış, cihanda
barış’ ilkesini kullanarak herkesi uyarırdı. Aksoy, savaşımlarında hiç yılmayan, doğru bil diği yoldan şaşmayan; yürekli, gözüpek bir ay dın olduğu halde kişisel tutum ve ilişkilerinde yu muşak, neşeli ve nüktesever bir kişiydi. 12 Mart 1971 faşizmi döneminde İstanbul Üniversitesi H ukuk Fakültesi’nde bulunduğu bir sırada, göz altına alınıp Rami Kışlası’na götürülmüştü. Onunla birlikte Prof. Tarık Zafer itinaya ve Prof. ■İsmet Sungurbey de gözaltına alınmışlardı. Ge- ,rek İstanbul’daki gözaltı süresinde, gerekse An kara’ya nakledildikten sonra bulunduğu tutuke vinde neşe ve nükteleriyle yöresindeki arkadaş larının yürekliliğini bir kat daha arttırdığını, daha sonra onlardan dinledim.
f Gözaltına alındığı haberini duyunca çok üzül düm, çünkü evi ve ailesi Ankara’da idi. Yanında gerekli eşyası olmayabilirdi. Hemen o gün bir kü
çük bavula birkaç parça çamaşır, havlu, diş fır çası, sabun gibi eşya koyup ayrıca etsiz poğaça yaptırarak, biraz da mevsim meyvesi ekleyip, tu tuklu bulunduğu kışlaya götürdüm. Ne yazık ki, daha aşağı yoldaki karakolda nöbetçi beni dur durdu; gözaltında bulunanlarla görüşmenin ya sak olduğunu söyledi. Nöbetçi subayla telefon bağlantısı kurdum, o da nöbetçinin söyledikle rini yineledi. “Ama” dedim; “Prof. Muammer Aksoy rahatsızdır, sık sık terler, sonra et ve etle pişirilmiş yemekleri ağzına koymaz, aç kalır ve hastalanabilir. Bu nedenle gerekli olan birkaç parça giyecek ve yiyecek getirdim, bunları ken disine nasıl ulaştırabilirim?” diye sordum. Nö betçi subayı anlayışlı, temiz yürekli bir insan ola cak ki, benim sözlerimi iyi karşıladı, hemen aşağı karakola bir er göndererek getirdiklerimi aldırıp, Prof. Muammer Aksoy’a ulaştıracağını bildirdi. Ben yine de karakolda bekledim. Aksoy’a bir kaç satırlık bir pusula yazdım. Az sonra gelen ere hem pusulayı hem de küçük bavulu ve yiye cek paketini verip gönderdim. Durumu telefon la nöbetçi subayına da bildirdim, bana Prof. Mu ammer Aksoy’dan bir haber iletmesini rica et tim. O andaki duygularımı saklayamayıp, Mu- ammer’i yalnız meslektaş olarak değil, bir evlat gibi de sevdiğimi açıkladım. Biraz bekledikten sonra Muammer Aksoy’un elyazısıyla “Ağabey- ciğim, (bana ağabey derdi) bizler burada iyiyiz, hiç merak etme. Her şey için teşekkür eder elle rinizden öperim” sözlerini içeren bir pusula gel di; ben de üzülerek eve döndüm. Bu profesörle rin, İstanbul sıkıyönetim komutanı Org. Faik Tü- rün’ün emriyle gözaltına alındıkları söyleniyor du. 12 Mart faşizmi aydın kırımını başlatmıştı. Bu, korkunç bir acımasızlıktı. Tanıdığım bu öğ
retim üyelerinin ve kıyıma uğrayan öteki aydın ların hiçbir suçu yoktu, olamazdı da. Beni bü yük üzüntüye düşüren de bu haksızlıklardı. Hu kuk çiğneniyordu. Atatürkçü aydınlarla cana kı- yıtı sol eylemciler arasında bir ayrım görmüyor lardı. Buna karşılık gericilerin sırtları sıvazlanı yordu. Üzülmemek elde değildi. Muammer Ak soy’un, İstanbul’da gözaltında bulunduğu süre ce yiyecek ve öteki gereksinmelerini karşılamayı sürdürdüm. Son kez gittiğimde, Ankara’ya gö türüldüğünü öğrendim. Hiçbir suçu olmadığı ve olamayacağı için, uzunca bir süre sonra kendi: sini serbest bırakmışlar. Telefonda sesini duyunca büyük bir sevinç duygusu kapladı içimi.
Muammer Aksoy’un babası vaktiyle Cumhu riyet Halk Partisi milletvekiliydi. Muammer de bu partiye girmişti. Doğru bildiği görüşlerini da ha pek genç yaşında babasına karşı savunduğu gibi, uzun yıllar sonra parti başkanı İsmet İnö nü’ye karşı da savunmuştu.
Bilindiği gibi önüne çıkarılan binbir türlü bü rokratik engeli aşarak Atatürkçü Düşünce Der- neği’ni kurdu. Kendi başkanlığı altındaki bu der neğin amacı, Atatürk ilkelerini, özellikle laiklik ilkesini bütün ülkede tam olarak yerleştirmek, hükümet içindeki odaklarca desteklenen laiklik karşıtı gerici akımlarla düşün savaşımını sürdür mekti.
★ ★ ★
Muammer Aksoy’u kimi çevreler tanrıtanımaz (Allahsız) olarak tanıttılar. Oysa rahmetli Aksoy mistik bir ruh taşıyordu. Öncesizliğe ve sonsuz luğa bakarak Ihnrı dediği düzenleyici ve bizim düşünce boyutlarımıza sığmayan büyük bir gü cün bulunduğuna inanırdı. Yalnız küçük dünya- mızdakilerin değil evrendeki bütün varlıkların bir başlangıç, bir gelişim, bir sona varış ve yeniden doğuş aşamalarından geçtiğini düşünerek, evre nin sürekli hareket ve değişim temeline dayan dığını söylerdi.
Düşün ve duyunç (vicdan) özgürlüğünü her za man savunur, özellikle duyunç özgürlüğünde herkesin inandığı Tanrı ile (o, kendi Tanrısı ile derdi) hesabının kendi arasında olmasını ister, bu inanç yüzünden kimsenin kimseye
karışma-li ı - v A n *7 L L j U .V'J .S -ması gerektiğini ilke olarak kabul ederdi.
Klasik Türk müziğini, tekke musikisini, Jo- hann Sebastian Bach’ın klasik mistik müziği ka dar sever, derin bir hazla dinlerdi. Genç yaşın dan beri bütün bilimsel çalışmalarını yaparken evinde, bu müzik türlerinden bir parçayı, fon mü ziği olarak çalar ve bundan ruhsal bir destek bu lurdu.
★ ★ ★
Türkiye Cumhuriyetinin çağdaş bir devlet ola rak yaşayıp gelişmesinin laiklik ilkesine bağlı ol duğunu, Atatürkçü geçinen birçok aydından ön ce görmüştü. Bu nedenle düşünsel çalışmaları nın önemli bir bölümünü, son yıllarda tehlikeye düşen laiklik ilkesinin savunmasına adadı. Şeri atçılığın bu ülkeyi yeniden ortaçağ ortamına sü rükleyeceğini çok iyi biliyor ve bu akımla yılma dan savaşıyordu. Şeriatçıların ancak devlet için deki odakların desteğiyle başarılı olabileceklerini düşünerek, Ceza Yasası’nın 163. maddesinin kal dırılmasından yana değildi. Zaman zaman ba na, “Eğer bir gün şeriatçı partiler serbestçe ku rulur ve propaganda yapma fırsatını ele geçirir lerse, dıştan gelecek geniş kaynakları da kulla nıp, eğitimsiz bırakılan halkımızı kandırarak se çimle hilafeti bile geriye getirebilirler” derdi. Bu noktada ben de kendisini onaylardım. Buna kar şılık 141 ve 142. maddelerin ve siyasal suçlarda idamın kaldırılmasından yanaydı.
Türkiye’nin tam anlamıyla hukuka bağlı, in san haklarına saygılı demokratik bir devlet ol ması için hiç ara vermeden savaşım veriyordu.
Gerçek bir insan yüreği taşıyan herkes gibi, o da terörden nefret ederdi. “Adamın arkasından bir yılan gibi sinsice gideceksin, bir yerde kıstı rıp yok edeceksin ya da masum insanlar üzerine ateş yağdıracaksın ve kaçacaksın. Bu, alçaklık kalleşlik değil de nedir?” derdi. (Kullandığı en ağır küfür sözcükleri alçak ve kalleş idi). Sonun da kendisine de “kalleşçe” kıyıldı. Türkiye, yeri kolay doldurulamayacak büyük bir evladını yi tirdi. Aramızdan ayrıldığının birinci yılına yak laşırken bütün dileğim, inandığın kendi ışıklı ev reninde sonsuzluğa katılmandır, sevgili evladım Muammer Aksoy!..