• Sonuç bulunamadı

Türkçe yazan Ermeni yazarlarda Türk ve Ermeni imajı (zaven biberyan, kirkor ceyhan, agop arslanyan, mıgırdiç margosyan, markar esayan)

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Türkçe yazan Ermeni yazarlarda Türk ve Ermeni imajı (zaven biberyan, kirkor ceyhan, agop arslanyan, mıgırdiç margosyan, markar esayan)"

Copied!
172
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

TÜRKÇE YAZAN ERMENİ YAZARLARDA TÜRK VE ERMENİ İMAJI

(ZAVEN BİBERYAN, KİRKOR CEYHAN, AGOP ARSLANYAN,

MIGIRDİÇ MARGOSYAN, MARKAR ESAYAN)

Hazırlayan Murat Yusuf ÖNEM

Türk Dili ve Edebiyatı Ana Bilim Dalı Yeni Türk Edebiyatı Bilim Dalı

Yüksek Lisans Tezi

Danışman

Doç. Dr. Turan KARATAŞ

(2)
(3)

Bu belge ile bu tezdeki bütün bilgilerin akademik kurallara ve etik ilkelere uygun olarak toplanıp sunulduğu, bu kural ve ilkelerin gereği olarak, çalışmada bana ait olmayan tüm veri, düşünce ve sonuçlara atıf yaptığımı ve kaynağını gösterdiğimi beyan ederim.

(26/05/2009)

Tezi Hazırlayan Öğrencinin Adı ve Soyadı

Murat Yusuf ÖNEM İmzası

(4)

Zekeriya Başkal’a; titizliği, özgün olmaya zorlayan akademik tavrıyla beni her zaman destekleyen sayın hocam Doç.Dr. Turan Karataş’a teşekkür ederim.

(5)

bu döneme ait anıları veya bundan sonraki süreci konu alır. Bunun dışında, ülke şartlarından dolayı yeni kuşağın İstanbul’a yönelişi eserlerin konusunda genişlemeye sebep olmuştur.

Osmanlı’nın çöküş süreci onu oluşturan halklar açısından da sıkıntılar doğurmuştur. Bu dönemi işleyen eserler Türk ve Ermeni imajları açısından yoğundur ve çeşitlilik arz eder.

Tehcir döneminden ve Cumhuriyetin ilanından uzak, daha çok İstanbul Ermenileri’ni ya da doğrudan yaşamı konu alan eserler arasında imajlar açısından yüklü olanlar bulunduğu gibi, insan tabiatını öncelleyerek imajlardan soyutlayan örnekler de vardır. Tez konusu gereği, Ermeni ve Türk tanımlamaları açısından zayıf olan eserler ve yazarları yüzeysel olarak işlenmiştir.

(6)

this emigration time period, the most of their writings is about this time period and the memories of the Armenian people who experienced all the events lived in these time period. Due to the fact that unsuitability of country conditions, new generation were inclined to live in Istanbul and it caused some diversification on the subjects of their writings.

The demolition period of Ottoman Empire was full of problems for all ethnicities lived under the roof of the empire and inevitable all the books written in this period or about this period were intensified with ethnic images of Turk and Armenian characters.

In the near period, there are not only the books intensified with the ethnic images of the Istanbul Armenian and their lives based on their ethnicity but also the others books focused on just their humanitarian side and their life experiences out of their ethnic identity. But ironically the authors of the second style books were always accused of not being that deep.

(7)

ÖZET………... ii ABSTRACT……….……….. iii İÇİNDEKİLER………... iv KISALTMALAR……… v 1. GİRİŞ………... 1 2. LİTERATÜR TARAMASI………. 2 3. MATERYAL VE YÖNTEM……… .. 4 4. BULGULAR……… 6 4.1. Türk İmajı……… 6 4.1.1. Batıda Türk İmajı……….……… 6 4.1.2. Doğuda Türk İmajı………. 18

4.2. Tarihte Türk- Ermeni İlişkileri ……… 33

4.2.1. Selçuklu-Ermeni İlişkileri………..……… 33

4.2.2. Osmanlı İdaresinde Ermeniler………... 36

4.2.3. Türkler ve Ermeniler Arasında Sosyo-Kültürel ve Ekonomik İlişkiler.. 39

4.2.4. Tarihi Perspektiften Ermeni Meselesi………..……..………. 41

4.3. Türkçe Yazan Ermeni Yazarların Hayatları ve Eserleri………... 44

4.3.1. Zaven Biberyan……….…………. 44

(8)

4.3.6. Diğer Yazarlar……….……..…. 51

4.4. Türkçe Yazan Ermeni Yazarlarda Türk ve Ermeni İmajı……… …. 55

4.4.1. Zaven Biberyan’da Türk ve Ermeni İmajı ………... 55

4.4.1.1. Türk İmajı……….……… 56

4.4.1.2. Ermeni İmajı……….………… 61

4.4.2. Kirkor Ceyhan’da Türk ve Ermeni İmajı ………...………. . 68

4.4.2.1. Türk İmajı………. ... 69

4.4.2.2. Ermeni İmajı………. 87

4.4.3 Agop Arslanyan’da Türk ve Ermeni İmajı ……… 96

4.4.3.1. Türk İmajı……….……… 96

4.4.3.2. Ermeni İmajı……….…………. 102

4.4.4 Mıgırdiç Margosyan’da Türk ve Ermeni İmajı ………..… 113

4.4.4.1. Türk İmajı………..… 113

4.4.4.2. Ermeni İmajı………..… 118

4.4.5 Markar Esayan’da Türk ve Ermeni İmajı …………..……… 128

4.4.5.1. Türk İmajı……….………. 130

4.4.5.2. Ermeni İmajı……….……….……. .. 139

(9)
(10)

bs. : Baskı C. : Cilt Çev: Çeviren Dok: Doktora Fak.: Fakülte İst. : İstanbul S. : Sayı s. : Sayfa Ün. : Üniversite Y. : Yayınları TDK : Türk Dil Kurumu

(11)

1. GİRİŞ

Bu araştırmanın amacı, Ermeni yazarların Türkçe olarak kaleme aldıkları edebi eserlerde Türk ve Ermeni imgesine bakışlarını bütüncül olarak değerlendirmektir. Edebiyatı mevcut sınırların ötesine taşıyarak, en azından dil ve vatan ile ilgili engelleri aşmış olan Ermeni ve Türklerin sosyal, siyasal ve tarihsel sorunlarını da bir kenara bırakıp edebi zeminde birbirlerine bakışlarını ortaya çıkarmak; buradan hareketle siyasal ve toplumsal ayrılığa, kırgınlığa, düşmanlığa nesnel ve sıcak bir kapı aralamaktır. Öte yandan, edebiyatın gücüne, değiştirici işlevine güvenerek iki ulus arasındaki asgari ortaklıkları ortaya koymak da çalışmanın amacı içindedir.

Araştırmamız, şimdiye kadar üzerinde ilmi bir çalışma yapılmayan bir hususu ortaya çıkaracaktır. Şöyle ki, dilimizi edebi metinler oluşturacak seviyede kullanan Ermenilerin asırlardır birlikte yaşadıkları Türklere bakışlarını ve bu bakışta kendi kimliklerini nasıl oluşturduklarını görmek ve bu konuda yeni tespitlere ulaşmak açısından önemlidir. Türk ve Ermeniler arasındaki edebi alışverişin artışına olanak vermek; insani ilişkilerin gelişmesini, tarafların siyasi ve tarihi kimliklerinden soyunup yakınlaşmasını sağlamak ortak kültürel varlığımızı zenginleştirecektir.

(12)

2. LİTERATÜR TARAMASI

Ermenilerle ilgili olarak bir çok yayın olmasına rağmen Türkiye Ermenileri, Türkçe yazan Ermeniler ve eserleri üzerinde yapılan çok yönlü bir araştırma yoktur. Var olan araştırmalar da biyografi niteliğinde dar çalışmalardır ki bunlardan bazılarına fişleme çalışması bile denebilir. Gündemimizde daha çok sözde soykırım iddialarıyla yer bulan Ermeniler, tarihsel ve sosyolojik bir bütün olarak görülmemiş, kadim birlikteliğimiz göz ardı edilerek araştırmalar 1915’e endekslenmiştir. Böylece araştırmaların önemli bir ayağını oluşturan tarihi yaklaşım, diğer alanların (edebi alan gibi) konu üzerinde yoğunlaşmasına müsaade etmemiştir. Bununla birlikte, konuyla ilgili olarak bize kapılar aralayan bazı çalışmalar literatür olarak kaydedilebilir.

Edebi alanda yapılan araştırmaların çoğu halk edebiyatındaki etkileşim üzerinedir. Aynı coğrafyayı paylaşan insanlar için bu olağandır. Bunlardan en önemlisi Fikret Türkmen’nin Türk Halk Edebiyatının Ermeni Kültürüne Tesirleri isimli eseridir. Halk edebiyatı sınırlarını bir ölçüde terk ederek daha geniş bir açıyla etkileşimi inceleyen Fuad Köprülü de Edebiyat Araştırmaları isimli eserinde “Türk Edebiyatı’nın Ermeni Edebiyatı Üzerindeki Te’sirleri” başlıklı otuz sayfalık bir yazıyla konuya değinmiştir.

Ahmet Kankal “Ermeni Öykülerinden Türkçe Yayınlananlar Üzerine” isimli makalesinde tarihçi olmasından dolayı edebi tahliller üzerinde durmamış; fakat basımı ivme kazanmış olan Ermeni öykü ve romanları konusunda, ülkemizin okur-yazar kesimini ve özellikle de eğitimcilerini bilgilendirmeye çalışmıştır.

Türk ve Yunan Edebiyatında “Öteki” ve Kimlik isimli eserinde Herkül Milas her ne kadar Türk ve Yunan imgeleri üzerinde dursa da Azınlıkların Edebiyat Yapıtları isimli bölümde araştırmamıza rehber olabilecek bir takım ipuçları

(13)

bulabiliyoruz. ‘Türkçe yazan, hatta ana dili Türkçe olan, Türk uyruklu olan, ama kendisini Türk olarak görmeyen, kendisini farklı bir ulusa bağlı sayan ve bu farklı ulusun ‘görüşlerini’, ideallerini dile getiren yazara Türk edebiyatı yazarı denir mi?’ sorusunun cevabını ararken bizim için de farklı bir yaklaşımın önünü açmaktadır.

Türkiye’de akademik seviyede Ermenice bilen tek kişi olan Doç. Dr. Birsen Karaca’nın eserlerinden faydalanmamak düşünülemez. Kendisi de Ermeni edebiyatında Türk imgesini konu alan bir eser yazmayı düşündüğünü; fakat Türk imgesi ile ilgili olarak olumlu bir şey bulamadığı için bu fikrinden vazgeçtiğini ifade etmektedir. Her ne kadar Türkçe yazan Ermeni yazarlarla ilgilenmiş olmasa da, Birsen Karaca’nın kitapları ve değişik kaynaklardaki makaleleri, konuyla ilgili verdiği röportajlar ışık tutucu niteliktedir.

Araştırma konusuyla ilgili olabilecek literatür çoğaltılabilir olmasına rağmen araştırma konumuzla ileri derecede yakınlıkta bir kayıt bulunmamaktadır.

(14)

3. MATERYAL VE YÖNTEM

Tezin amacına ulaşması için materyaller tespit edilirken, eserlerini Türkçe olarak kaleme alan Ermeni yazarların yapıtları üzerinde durulmuştur. Bu, Ermeni edebiyatı ile Türkçe Ermeni edebiyatının ayrıştırılması noktasında önemlidir. Zira Ermeniler, Ermenice ve İngilizce başta olmak üzere diğer dillerde de eser vermektedirler. Eserini Türkçeye kendisi çeviren yazarların yapıtları da tez materyali olarak kullanılmıştır.

Türkçe yazan Ermeni yazarlardaki Türk ve Ermeni imgelerinin tarih içindeki değişim seyrini anlayabilmek için, eserler yazarlarının doğum tarihlerine göre incelenmiştir. Türk-Ermeni ilişkilerindeki gelişmelerin tarihi ve siyasi olaylarla ilgisi muhakkak surette edebi esere yansıyacağı ve bunun da imajların oluşmasını etkileyeceği düşünülmüştür.

Türk ve dünya edebiyatındaki imaj çalışmalarından faydalanılarak artı değer üretilmeye çalışılmıştır. Araştırma bu noktada zaten özgün bir yapıdadır. Çünkü ön incelemelerimiz esnasında, imaj çalışmalarının farklı edebiyatlar içindeki bir araştırma olduğu fark edilmiştir. Örneğin; Herkül Milas’ın Türk ve Yunan Romanlarında “Öteki” ve Kimlik isimli eserinde imajlar Türk edebiyatındaki Yunan ve Yunan edebiyatındaki Türk olarak incelenmiştir. Ümit Güral’ın İtalyan Edebiyatında Türkler isimli eserinde ise Türk imgesi İtalyan edebiyatı içinde değerlendirilmiştir. Bizim çalışmamızda ise imgeler farklı edebiyat içinde değildir. Her ne kadar Ermeni yazarlar tarafından oluşturulsa da eserler Türkçedir ve Türk edebiyatı içinde yer almaktır.

(15)

Sosyolojik açıdan Türk ve Ermeni imajlarına yüklenen anlamlardaki tutarlılık üzerinde de durulmuştur. Bu bağlamda, din farkının da imajların oluşumundaki etkisine yer verilmiş eserlerdeki ideolojik tesirlerin imajlara yansımasının ne ölçüde olduğu değerlendirilmiştir.

(16)

4. BULGULAR 4.1. TÜRK İMAJI

Türklerin tarih sahnesinde üç bin ila beş bin yıldır görüldüğü araştırmacılar arasında yaygın bir kabuldür. On altı devlet kurmuş olan Türkler savaşçı bir millet olarak kendini göstermiştir.

Bağımsızlık düşkünlüğü, tarihi seyir içinde gücü ve erki büyük ölçüde ellerinde tutmalarında önemli rol oynamıştır. İslam medeniyetine dahil olduktan sonra -ki bu medeniyetin oluşmasında önemli bir yapıtaşıdır- İslam’ın bayraktarlığını üstlenmiş ve tarih içindeki durumu daha da baskın hâle gelmiştir.

Asya, Afrika ve Avrupa’da hakimiyet kurarak evrensel bir güç hâline gelen Osmanlı Devleti’nin 1800’lerden sonra Avrupa topraklarında gerilemeye başlamasıyla hakim olduğu bölgelerdeki imajı da yeniden şekillenerek günümüzdeki formunu almıştır.

Doğu ve Batı arasında köprü durumunda olan Türklerin (Türkler derken kastedilen Türkiye’dir. Dünya’da algılanışı da bu şekildedir) imajı üzerine bir şeyler söyleyebilmek, tarihi süreç de düşünüldüğünde ancak Doğu ve Batı açısından ayrı ayrı değerlendirmekle mümkün olacaktır.

4.1.1. BATIDA TÜRK İMAJI

Türklerin Avrupa ile ilişkileri Orta Asya’dan hareketleriyle başlar. M.S. 300’lü yılların ortasında başlayan Kavimler Göçü Batı’daki Türk imajının başlangıcıdır denilebilir. Kendisine yeni yurtlar arayan Türklerin Avrupa ile bu ilk münasebeti savaşmak suretiyle gerçekleşmiştir. Bu dönemde yaşananlar batılıların zihinlerindeki geleneksel Türk imajının oluşmasında önemli yer tutar. Bu ilk imajın olumsuzluğu

(17)

Avrupa Birliğine katılmak isteyen ülkemize karşı Avrupalıların gösterdiği tavır olarak günümüzde görüldüğü gibi, geçmişte gücü elinde bulunduran Türklere karşı Haçlı Seferleri düzenlenmesinde de görülebilir (Bozkurt 1997:271).

Kimi bilim adamları, günümüzde Avrupa’nın birleşmesi ve bir birlik oluşturmasıyla sonuçlanan Avrupa Birliği’nin temellerinin atılmasında, Doğu’da gelişen Türk-İslam imparatorluklarının etkisinin büyük olduğu söylenmektedirler. Bu düşüncedeki bilim adamlarının tespitine göre, Avrupa asırlarca içine kapanmak zorunda kalmıştır. Yüzyıllarca birbirini yok etmeye çalışan Avrupalıların birleşip bir araya gelmesinde, Doğudan gelen Türk baskısının ve Avrupa üzerine yönelen Türk akınlarının büyük ölçüde etkisi görülür (Özsoy 1998:17).

The Otoman Impact on Europe (Avrupa Üzerinde Osmanlı Baskısı) adıyla 1968 yılında Londra’da basılan eserin Fransızca’ya Lalutte contre les Turcs (Türklere Karşı Savaş) adıyla çevrilmesi Türk’ün Batı’daki imajı hakkında bu bağlamda fikir vericidir (Özsoy 1998:17).

İstanbul’un Fethi ise Avrupalılar üzerinde inanılmaz etkilidir. Doğu Roma İmparatorluğu’nun başkenti olan İstanbul’un Türkler tarafından alınması, kökenini Roma’yla ilişkilendiren Avrupa açısından Türk tehlikesinin ne derece büyük olduğunun kanıtıdır (Özsoy1998:17).

Türklerin savaşçı karakteri geniş bir coğrafyada korku oluşturmuştur. Müslümanlığın kabul edilmesinden sonra, Hıristiyan Avrupa tarafından her zaman bir tehdit olarak görülmüştür. Çoğunlukla Müslüman olan Doğu topraklarında ise kıskançlıktan kaynaklanan nefret kazanmışlardır.

(18)

Türk hakanlarından Atilla’nın tarih sahnesinde görülmesiyle Avrupa’daki Türk korkusu son derece belirginleşmiştir. Doğu Avrupa üzerinden Avrupa’nın içlerine kadar gelerek Batı Roma’nın çöküşüne zemin hazırlayan Atilla’nın isminin Kıbrıs Rumları tarafından Türk kesimiyle Rum kesimini birbirinden ayıran hatta verilmesi manidardır.

Türk imajının Batı kültüründe ilk olarak nasıl şekillendiğini belgeleyen örnek, Bizans İmparatoru Aleksios Kommenos’un 1088 Avrupası’nda etkili isimlerden biri olan Flandreli Kont Robert’e yazdığı mektuptur. Mektupta özetle şu tespitlerde bulunulmuştur: “Türklerin Avrupa içlerine kadar gelmesiyle Hıristiyanlar büyük sıkıntı içindedirler. Çocuk ve gençler vaftiz taşları üzerinde sünnet edilmektedirler. Tanrının adı kirletilmektedir. Korkarım ki Türkler ve Peçenekler Konstantinapolis’te birikmiş zenginlikleri ellerine geçirirler ve bizim para düşkünü askerlerimizin de zamanla aklını çelerler. Vakit çok geç olmadan Hıristiyan egemenliğinin Doğu’da devam etmesi ve Tanrının mezarının korunması ile girilecek sevap düşünülmelidir.” (Özsoy 1998:25). Böylelikle Haçlı Seferlerinin amacı tarif edilmiş olur. Aynı zamanda da kendi askerlerine giydirdiği bir imajı da belirtmiş olur. Bu da para düşkünlüğüdür.

Batıdaki Türk korkusu İslam fobisinin her zaman önündeydi. Bu çıkarıma şuradan rahatlıkla ulaşılabilir. VII. Asrın ortalarında Kudüs’ün Müslüman Arapların eline geçmesi Hıristiyan âleminde büyük yankı uyandırmıştır. Ama Haçlı Seferleri gibi büyük organizasyonlar düzenlenmemişti. Ne zaman ki Kudüs XI. Asırda Türklerin eline geçti; yaklaşık iki yüz yıl süren Haçlı Seferleri de başladı.

(19)

Batılıların Haçlı Seferleriyle birlikte Müslümanlar ve Türkler hakkındaki tasavvurları hem derinleşti, hem de arttı. Çünkü bu dönemde kilise, Avrupa insanını Müslümanlara karşı Haçlı Seferlerine teşvik edebilmek için Müslümanları zalim; İslamı sapkın bir kaynak, Hz. Peygamberi de Hz İsa’nın düşmanı göstermekten hiç çekinmedi (Özsoy 1998:28).

Buraya kadar Batı’da Türk imajının oluşmasındaki temel etkenler üzerinde durduk. Şüphesiz Batıdaki Türk imajının oluşumu geniş bir konudur. Dönemler hâlinde konuya yaklaşmak tezimizin amacını aşacaktır. Bununla beraber I. Dünya Savaşı sonrasında yapılan yoğun olumsuz propagandaların, Batı’daki sanat eserlerinin, Kıbrıs meselesinin ve Ermeni Lobisi faaliyetlerinin Batı’daki Türk imajı üzerine etkileri üzerinde durulacaktır.

***

19. Asır’ın hemen başından itibaren, Osmanlı Devleti Avrupa’da ciddi anlamda güç kaybetmeye başlamıştır. Bu tarihten sonra da Avrupalılaşma hareketleri yoğunlaşmıştır. Adeta kendini Batı’ya kabul ettirme gayretine dönüşen bu durum şekil açısından birçok değişimler getirmiş olmasına rağmen içselleşememiştir. Tanzimat Fermanı’nın ilanından sonra giderek artan Avrupalılaşma isteğinin sosyal hayatta da iğreti durumlara dönüşmesi söz konusudur.

19. Asır Avrupa’sının diplomatik çevrelerinde “Türk” kelimesi bir hakaret sözcüğü olarak kullanılır hâle gelmiştir. Türklerin yaklaşık iki yüzyıldır medenileşmeye çalışdığı ama bu çalışmaların sonuç vermediği, medeniyetten uzak

(20)

barbarlar oldukları düşüncesi yerleştirilmek istenmiş; I. Dünya Savaşı’nda da bu anlayış had safhaya ulaşmıştır.

Türkler o tarihe kadar Batı’da savaşkan, barbar, fakat dürüst dövüşçü olarak bilinirken, savaş sırasında yapılan yoğun propagandanın tesiriyle bu imaj, azınlıkları baskı altında tutan, onları katliama, hatta soykırıma tabi kılan bir iblisin resmi haline dönüştürecektir (Özsoy 1998:39).

I. Dünya Savaşı esnasında sürdürülen propaganda çalışmaları Batı’daki Türk imajının oluşumunda önemlidir. İtilaf devletlerinin Osmanlı Devleti ile savaş halinde olduğu yıllarda Avrupa şehirlerinde yürütülen propagandalar zihinlerde ortak bir Türk düşmanlığı yaratıyordu. O günleri Avrupa’da geçiren Yakup Kadri, çocukların kendilerinin Türk olduklarını anladıklarında taşlamaya başladıklarını söyleyerek şöyle ekler:

Onu da bıkarınız, “makak”, yani bir nevi şempanze maymunu Türk’ün lakabı haline gelmişti. Gazeteler Türklerden bahsettiklerinde bu ifadeye özellikle yer vermeye çalışıyorlardı. Bu kelimeyi halktan yüzümüze haykıranlarda oluyordu. Gönül verdiğimiz genç kızlar, Türk olduğumuzu sezince bizden iğrenip kaçıyorlardı (Karaosmanoğlu 1976:25).

Mondros Mütarekesinden sonra The Near East dergisi İngiltere Başbakanı Loyd George’a hitaben yayımladığı açık mektupta niyetlerini göstermişlerdir.

(21)

“Türk’ü Avrupa’dan attık, Asya’dan da atalım. Bu yaratıklar Avrupa için zararlı ise, Asya için de muzırdırlar. Topunun kökünü kazıyalım.” (Özsoy 1998:40)

***

Batı’daki olumsuz Türk imajının oluşmasında sanat faaliyetlerinin, farklı kültür ve fikirlerin de etkisi vardır. Avrupa’da toprak kaybıyla Türk imajında da değişiklikler meydana gelir. Bunlar sanata da yansır. XVII. Yüzyıldan itibaren yavaş yavaş gerileyen Osmanlı İmparatorluğu 19. asırda gücünü iyice yitirecektir. Avrupa da yüzyıllardır süren korkunun artık bitmesini arzu etmektedir. Bundan dolayı o “vahşi, güçlü Türk” imajı da yok edilmeye çalışılır. Yerine Piyer Loti’nin roman ve hatıralarında beliren halim, selim, cami köşesinde kaderine tevekkülle bağlanan, iyi kalpli fakat saf, hatta ahmak köylü imajı koyulur. İngilizlerin ünlü mizah dergisi Punch, Türk tipini biraz da düşmanca karikatürleştirir (Öke1987:69-84).

Bir İngiliz tiyatrosu olan Elizabeth oyunlarında Osmanlı tarihini kaynak alıp sürekli Hıristiyan – Türk çatışmasını işliyordu. Bu oyunlarda Türklerle ilgili olarak kullanılan temalar ise intikam, entrika ve şiddetti. Mesela Marlewe’nun Malta Yahudisi, Greville’nin Mustafası, Larhell’in Osmand’u gibi ana tema olarak Türkleri işleyen tüm oyunlarda acımasız ve entrikacı Türk tipleri vardır (Parla 1985:21).

(22)

Batıdaki Türk imgesinin oluşumunda savaşların yanı sıra farklı fikirler ve kültürlerin etkisi de olmuştur. Kimi zaman bu görüşlerin büyük zıtlıklar içerdiğini belirliyoruz.

Çin’e seyahat etmekte olan Marco Polo (1254-1324) Türk imajını olumsuz öğelerle çizerken, bir başka seyyah, Pero Tafur (1410-1484)’un yarattığı Türk imajı olumludur. Marco Polo Türkleri ‘kaba ve pek zeki olmayan insanlar olarak tanımlar (Davison 1993:34). Oysa İspanyol Seyyah Pero Tafur’a göre; “Onlar (Türkler) asil ve doğrulara önem veren insanlar… Son derece güler yüzlü, cömert ve sohbetlerinden zevk alınan kimseler. Hatta o yörelerde bir insana faziletli denecekse ‘Türk gibi’ demek yeterlidir.” (Davison1993:34).

Batıdaki olumsuz Türk algısı Davison’a (1937-1996) göre ilk olarak 18. yüzyılda değişmeye başlamıştır. 18. Yüzyıl öncesinde Türk imajı kendisinden korkulan, barbar ve kaba olarak çizilirken, bu dönemden sonra Avrupa’da dinden uzaklaşılıp daha akılcı, laik bir dönemin başlamasıyla birlikte Avrupa’da Türkiye ve Türklerle ilgili konulara meraklı bir yaklaşım oluşmuştur. Davison’un bu konuya verdiği en güzel örnek ise Mozart’ın “Saraydan Kız Kaçırma” operasının o dönemde çok popüler olmasıdır.

19. Yüzyılda Türk imgesinin Batı’da yeniden gerilemeye başladığına değinen Davison, savaşların ülkelerin algılanımı üzerinde önemli etkisini ortaya koymuştur. Ama bu dönemde, aslında Türk imajının biraz karmaşık olduğunu söylemek daha yerinde olacaktır. Çünkü 19. yüzyılda Batılı güçlerin en önemli düşmanlarından olan Rusya’ya karşı Türkiye son derece önemli bir ülke olmasına rağmen katı eleştirilere de maruz kalmaktaydı.

(23)

Türkiye hakkındaki görüşlerin 19. yüzyılda sertleşmesinin bir başka nedeni de özgürlük arayan Osmanlı İmparatorluğu içinde yaşayan azınlıkların -Rumlar, Sırplar, Romenler, Bulgarlar, Ermeniler, Arnavutlar ve Araplar- özerklik ya da bağımsızlık istemeleriydi. Batının Türkiye’yi eleştirmesinin diğer nedeni de, 1914-18 savaşı ve buna bağlı olaylar idi. Osmanlı imparatorluğu savaşa Almanların yanında girdiği için, İngiltere ve Fransa Türkiye’yi düşman ve Türkleri de uygarlık dışı olarak gördüler (Davison 1993:36).

Her ne kadar Davison’ın bu yaklaşımının ayakları yere basan yönleri olsa da geniş tarih süreci düşünüldüğünde Türklere giydirilen imajın kökleri daha derindedir. Günümüzde Almanların imajı düşünüldüğünde bu açıkça ortadadır. II. Dünya Savaşı’nın sorumluluğu ve Yahudi Soykırımıyla vesikalı olan Almanların yanında Türkler Hz İsa gibi düşünülebilir.

Yine Davison’un değerlendirmesinden hareketle Ermeni Türk ilişkilerinin sorun haline gelişinin I. Dünya Savaşı’na ve daha öncesine dayandığı ortaya çıkar.

Batı yazınında Türk erkek ve kadınına çizilen imaj da çok kabadır. Türk kadını, Hareme sıkışmış vücudunu gösteren tül giysiler içerisinde gününü sıkıntı içerisinde geçiren ve karşısındaki insanın şehvetinden başka bir şeyini tatmin etmeyen aşağılık bir yaratık olarak Avrupalının zihinsel perspektifine düşer. Türkler başlarında kavukları, sayısız karıları ve cariyeleriyle divanlarda bağdaş kurup oturan insanlar olarak tasvir edilir (Özsoy, 1998:36).

***

Batı’daki Türk düşmanlığı Cumhuriyet’in ilanından sonra nispeten azalma eğilimi göstermiştir. Büyük Avrupa devletlerine karşı sürdürdüğü bağımsızlık

(24)

mücadelesini kazanmış bir milletin en azından bu kadarını hakkettiği düşünülmüş olmalı ki, Türk düşmanlığı artık açıkça dile getirilmez olmuştur. 1974’te Kıbrıs Meselesi’nin gündeme gelmesiyle baltalarını gömmüş görünen Batı yine düşmanca propagandasını sürdürerek Türk’ün imajını olumsuz etkilemiştir. En bariz örneğini Yunan Dış İşleri Bakanı Teodoros Pangalos’un Türk Dışişleri Bakanı İsmail Cem’le 1997 yılının Eylül ayı ortalarında New York’ta yaptığı görüşmenin ardından basına verdiği demeçte görebiliriz: “Hırsızla, katille, ırz düşmanıyla oturup konuşmam mümkün değil.” (Özsoy 1998:36). Türk imajının dünyaya bu şekilde lanse edilmesi telafisi kolay kolay mümkün olmayacak algılanımlara yol açmıştır.

***

Son yüzyıl dünyasında Türklerin üzerine gelinen konulardan biri de Ermenilerin Avrupa ve Amerika’da yürüttükleri Türk aleyhtarı lobi faaliyetleridir. Çalışmalarını yoğun bir şekilde yürüten Ermeni lobisi soykırım iddialarını kabul ettirmek isterken Batı’da olumsuz Türk imgesinin oluşumunu sürekli körüklemektedir. Öyle ki imajını düzeltmek isteyen ülkemize nefes aldırmamaktadır. Özellikle son asırda niyetini rahatlıkla kestirebildiğimiz Batı’da Türk aleyhtarlığı yapmak zor değildir.

I. Dünya Savaşı sona erdiğinde, Osmanlı Devleti’nin İçişlerine karışmak için Ermenileri koz olarak kullanan Avrupa Devletleri gerçeklerle yüz yüze kaldıklarında, Ermenilere verilen sözlerin yerine getirilemez vaatler olduğunu anlamışlardır. Çünkü bir Ermeni devleti kurulmaya kalkıldığında, yaşanılan bölgede Ermeni nüfusu asla yüzde 30-35’e ulaşamayacak durumdaydı (Özsoy 1998:168). Ermenilerin tehcire tabi tutulmalarının sebepleri de, bütün dünyaca bilinmesi gerektiği gibi burada

(25)

yatmaktadır. Bir Ermeni devleti kurmanın kolay olmamasının nüfus oranlarıyla ilgisinin yanı sıra savaş boyunca Ermenilerin bölge insanı üzerinde oluşturdukları kin ve nefret birlikte yaşamayı güç hale getiriyordu (Özsoy 1998:169).

Ermeni meselesinin tarihi boyutu üzerinde geniş bir şekilde durmak tezimizin maksadını aşacağından sorunun çıkış noktalarını tespit etmek ve Batı’daki Türk imajı üzerindeki etkisine değinmek yeterli olacaktır. Zaten Ermeniler üzerine yapılan araştırmaların büyük çoğunluğu tarihi perspektif üzerinedir. Burada dikkati çekmek istediğimiz nokta; I. Dünya Savaşı sonunda emeline ulaşamayan Ermenilerin, savaş esnasında kendilerine verilen vaatlerin yerine getirilmemesinin cüretkarlığıyla ve Batı’nın da bu konuda kendisini borçlu hissetmesinden ve de Türk toprakları üzerindeki amaçlarına ulaşamamasından istifade ederek dünya platformunda Türklerden alacaklı olduklarını kabul ettirmek gibi yeni bir amaçlarının olduğudur.

Temelleri bir asır önce atılan bu yeni amaç uğruna Ermeniler Batı’da olumsuz Türk imajının oluşumuna Ermeni ustalığıyla katkıda bulunmaktadırlar.

***

Batıdaki olumsuz Türk imajında Cumhuriyet’in İlanı’ndan sonra yeni rejimi kutsamak isteyen ve yüzünü Batı’ya dönmüş olan zihniyetin, ölçüsüz bir şekilde geçmişini inkar etmekten beri durmaması da etkilidir. Bu da iki şekilde gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. Birincisi; özellikle Osmanlının son dönemi, yeni rejimi halka kabul ettirmek amacıyla resmi bir söylem oluşturularak, olumsuz bir şekilde nesillere aktarılmak istenmesidir. İkincisi ise; Türklerin yeni bir rejim altında tekrar dirildikleri ve artık Osmanlı ile ilgilerinin kalmadığı mesajını tüm dünyaya, özellikle de Batı’ya vermektir.

(26)

Batıdaki Türk imajının oluşumuna Cumhuriyet’in ilanından sonra kendimizin yaptığı katkı bir tez oluşturacak genişliğe sahiptir. Bu konuya materyal oluşturacak kaynaksa yazın hayatımızda yeteri ölçüde yer almaktadır. Küçük bir örnek olsun diye buraya aldığımız Ümit Yaşar Oğuzcan’ın “Sadrazam Hamamda” şiiri, siyasi bir taşlama da olsa, çizilen imaj açısından düşündürücüdür. Oğuzcan’ın padişahı konu alan şiirlerinde de aynı yaklaşımla karşılaşılır.

KİR VEYA SADRAZAM HAMAMDA Günlerden bir gün

Hamama gideceği tuttu Sadrazam hazretlerinin Bir yanında birinci veziri Bir yanında ikinci veziri Bir yanında üçüncü veziri Sonra efendime söylüyeyim Peşkirci başısı

Nalıncı başısı Sabuncu başısı

Velhasıl tam dört yüz kişilik kafile Peştamal takıp girdiler hamama Geçtiler kurnaların başına Üçer beşer

Sadrazam deseniz Kuruldu göbek taşına

(27)

Yan gelip yattı

Memleketin en ünlü tellakları Sardılar dört yanını

Kimi elini kaptı kimi bacağını Bir keseleme, sürtme faslıdır başladı Tamam on iki saat

On iki ünlü tellak İncitmeden keselediler Hazretin mübarek vücudunu Öylesine bir kir çıktı ki sormayın Her biri nah parmağım gibi Aman efendimiz bu ne kiri Demeye kalmadı

Keselerin altında eriyip gitti Koskoca sadrazam

Bütün maiyet erkanı yerinden fırladı - Nittünüz devletliyi:

Dediler tellaklara Tellaklar cevap verdi: - Biz yıkadık, keseledik

Devletlinin kirden ibaret olduğunu bilemedik Suç bizde değil

Neyleyelim

(28)

4.1.2. DOĞUDA TÜRK İMAJI

Türklerin üç bin ila beş bin yıl arasında tarih sahnesinde bulunduklarını söylemiştik. Hatta, bazı ön Türk teorisyenlere göre milattan önce 8000’lere kadar tarih genişletilebiliyor. Her halükârda Türkler en eski milletlerden biridir. Yayıldıkları geniş coğrafyada Batı’ya şekil veren Türkler Doğu’yla münasebet içindeydiler. Bölgedeki tarihi mirastan ilişkilerin yoğunluğu anlaşılabilir.

Bir bütün olarak düşünüldüğünde Doğu; İsrail, Çin, Cezayir, Hindistan, Suriye, Mısır, Irak, İran ve daha birçok ülkeyi içine alır ki bu da bizi geniş bir konu ve coğrafyaya sürükler. Bundan dolayı incelememizde tarihi perspektif üzerinden Türklerin daha çok Müslümanlıkla tanışıklıklarını takip etmekle yetineceğiz. Ayrıca Doğu olarak niteleyeceğimiz, Dünyada Orta Doğu olarak bilinen, bölgenin dinler bölgesi olarak temayüz ettiğini düşündüğümüzde diğer dinler ve mezheplerin imaj açısından takip edilmesi gereği de doğacaktır. Bu noktada da özellikle Araplar ve Farslar üzerinde durulması Doğu’da Türk imgesini anlamamız için kapılar aralayacaktır.

Türk toplulukları, savaşlar ve göçler sonucunda Moğolistan’dan Tuna boylarına kadar uzanan oldukça geniş bir bölgeye yayılmışlardır; pek çok farklı kültür ve inançlara sahip halklar ile tanışma imkanı bulmuştur. Bu durum onların çeşitli dinlerin etkisinde kalmalarına neden olmuştur. Bununla birlikte, Türkler asıl kimliklerini Müslümanlık ile bulmuşlar; yüzyıllar boyunca İslamiyet’in koruyucuculuğunu ve bayraktarlığını yapmışlardır.

Türklerin güneye ve batıya doğru yönelmelerinin başlıca nedeni ekonomiktir. Batıya göç eden Türkler, İran’da Sasani İmparatorluğu engeli ile karşılaşınca daha

(29)

ileriye gidemediler. Bunlardan bir kısmı İran’a yakın bölgelerde yerleşirken, bazıları Hindistan’a doğru yöneldiler.

Sasani İmparatorluğu belirli bir süre Türkler ile Müslümanlar arasında bir set teşkil etmiş; Arap ordularının Yermuk (634) Kadisiye (635) ve Nihavend (641) Savaşlarının ardından İran’ı ele geçirmeleriyle ortadan kaldırılmıştır. Buralarda yerleşik bulunan Türkler önceleri Araplarla mücadele etmişlerse de, Talas Savaş’ında (751) Çinlilere karşı Arapların yanında yer almışlardır. Savaş sonrasında Çin’in Orta Asya’dan çekilmesiyle bölgeye Araplar hakim olmuşlardır. Bu tarihten itibaren de Türklerin Müslümanlığı tanıma imkanı doğmuştur. Onuncu asra kadar İslamiyet’e geçiş yavaş yavaş olmuş daha sonra ise süreç hızlanmıştır.

İslam dünyasında Türklerin nasıl tanınmaya başladıklarıyla ilgili olarak çok fazla kaynak yoktur. Zeki Velidi Togan tarafından yayınlanan İbn-i Fadlan Seyahatnamesi bazı ipuçları vermektedir. İbn-i Fadlan, başkanlığını yaptığı Abbasi elçilik heyetiyle bazı Türk boylarını ziyaret etmiş ve gözlemlerini kaleme almıştır. Diğer bir kaynak olan, Ebu Dulef Seyahatnamesi de bununla benzer görüşler içermektedir. 780-869 yılları arasında yaşayan Arap düşünürü Cahiz’in Hilafet Ordusu Menkıbeleri ve Türklerin Faziletleri gibi çalışmaları bulunmaktadır. Bu eserler, Türklerin karakteri hakkında yazılmış ilk kitaplardır ki Araplardaki Türk imajının ilk izdüşümleri olarak düşünülebilir. Söz konusu eserde Türkler, düzeni seven, kabiliyetli, aynı zamanda da mütevazi insanlar olarak tanıtılmıştır. Cahiz “Türk tek başına bütün bir cemiyettir” diyerek Türk’ün üstün niteliklerini belirtmiştir. Aynı eserde Türklerin askerlikte en ileri seviyede olduklarına değinilerek, Türkün ok atma

(30)

ve ata hakim olma gibi yetenekleri üzerinde durulmuştur. Cahiz, Türklerle ilgili olarak övgü dolu daha birçok ifadeye yer vermiştir (Güngör 2007:66).

Savaş sanatı Türk’e bilgi, tecrübe, siyaset ve sair yüksek vasıflar kazandırmıştır. Türk daima sözünde durur ve hile bilmez. Türk Hakanı hileyi sadece savaşta da olsa yapmak zorunda kaldığını üzülerek belirtir ve ikiyüzlü olanları daima en kötü insan sayar… Arap ordularını Türkler kadar titreten yoktur. Türkler daima soylarıyla iftihar ederler, vatanlarına ve dillerine çok bağlıdırlar. Düşmanları esir alınca iyilik ve ikram eder, alicenaplık gösterirler. (Güngör,2007:67).

Araplar Maveraünnehir’e geldikleri zaman Türklerin yüksek ahlaki meziyetlere, büyük bir idarecilik ve askerlik maharetine sahip olduklarını görmüşlerdi. Bunların şöhreti ta uzak İslam beldelerine kadar yayılıyor, herkes Türklerden bahsediliyordu. Müslümanlar arasında, Türkler İslamiyet’e girdikleri takdirde artık hiçbir gücün İslam’a karşı çıkamayacağı inancı doğmuştu. Nitekim birçokları vaktiyle Hz Muhammet’in Türklerle ilgili büyülü ve müjdeli sözler söylediğini rivayet ediyor, hatta bazı Kuran ayetlerinde Türklerin ima edildiği söyleniyordu (Güngör,2007:66).

Türkler 1000’li yılların başlarına geldiklerinde Türkistan ve Maveraünnehir’e hakim bir konuma yükselmeye başlamışlardı. Selçuk Bey’den sonra oğlu Tuğrul Bey’in idaresinde harekete geçen Selçuklu Türkleri kısa süre içinde bütün İran’ı

(31)

aldıkları gibi, Halife Kaim Bin Emrillah’a Büveyhiler’e karşı yardım etmişlerdir. Daha sonra Tuğrul Bey 1055’de Bağdat’a gelerek Büveyhiler’i kovdu. Halife’nin de Türklerin koruması altına girdiği bu son gelişme üzerine, diğer Müslüman hanedanları birer birer Selçukluların karşısında dize gelmeye başladılar. Selçuklu Hükümdarına burada “Doğu ve Batı’nın Sultanı” ünvanı verildi. Bu olay Türk Arap yakınlaşması açısından çok önemlidir. (Özsoy, 1998:51)

Türk- Arap ilişkileri İttihat ve Terakki dönemini takip eden I. Dünya Savaşı sürecinde giderek bozulmuştur. Tabii milletlerarası imajlar karşılıklı değişme göstermektedir. Prof. Dr. Fahri Unan’ın “Bir XVI. Yüzyıl Yazarının Zihniyet Dünyasında Milletlerin İmajları” isimli makalesinde Kınalı-zade Ali Çelebi’nin (1510-1572) Türklerin Arapları nasıl algıladığına dair değerlendirmelerine ulaşabiliyoruz.

Bazı ilim adamları şöyle demişlerdir; “kerem ü cudi Arab’dan hikmet ü rayı Rum u Fars’tan ve şeca’at ü sabrı Türk ü Frenk’den”, şikaki Gürc ve Ermen(i)den taleb idün. “Burada Arapların iyilik sahibi ve cömert, Rumların ve Farsların hikmet ve isabetli görüş sahibi, Türklerin ve Frenklerin sabırlı ve kahraman/yiğit; Gürcülerin ve Ermenilerin ise bozguncu, şaki, kendileriyle uyuşulması güç zümreler oldukları vurgulanmıştır. 1

Arapların Türkleri arkadan vurduğuna dair yaygın bir anlayış vardır. Bin yılı aşkın bir ilişkinin böyle bir anlayışla sonlanması üzücüdür. Bu anlayışın I. Dünya

(32)

Savaşı sürecinde bir İngiliz siyasetinin ürünü olduğu tarih araştırmalarında üzerinde durulan bir konudur. Yavuz Sultan Selim’in Merc-i Dabık Savaşı ile 1516 yılında Suriye’ye girişiyle başlayan savaşlarda Türklere karşı savaşanlar Araplar değil, aslen Türk olan Memlukiler’dir. O sıralarda Malta, Girit ve İspanyol şövalyeleriyle başı belada olan Arapların birçoğu Türklere kurtarıcı olarak bakmışlar ve bizzat kendileri Türklerden yardım istemişlerdir. 1516’da başlayan ve 402 yıl süren Osmanlı döneminde ise Arap bölgesinde Osmanlıya karşı ciddi bir ayaklanma yaşanmamıştır. Yaşanan bazı küçük ayaklanmalar ise Arap milliyetçiliği ve bağımsızlıkla ilgisi olmayan yerel nedenlerden kaynaklanmıştır. Lübnan’daki Hıristiyan Maruni ayaklanması Osmanlı’nın zayıflaması sonucu bölgede yer edinmek isteyen Fransız, İngiliz ve hatta Rus kiliselerinin kışkırtması ile olmuştur. Bunun dışında kayda değer ayaklanmalar mezhep ve tarikat içeriklidir.

Araplar çoğu zaman kendilerini Osmanlı olarak ve bazen de Türk olarak kabul edip öyle takdim etmişlerdir. 1900’lü yıllarda Arjantin’e göç eden ve geçtiğimiz yıllarda Cumhurbaşkanı olan Karlos Menem’in ailesi Lübnanlı Arap olmasına rağmen kendini “El-Turco” olarak tanıtmıştır. 19. yüzyılın sonlarına gelindiğinde durum değişmeye başlamıştır. Jön Türklerin “Türklük ve Osmanlı Devleti’nin Türkleştirilmesi” söylemine karşın Paris’te yaşayan ve çoğu Hıristiyan olan bazı Arap aydınlar çok dar bir çerçevede ve kendi aralarında “Arap” sözcüğünü kullanmaya başlıyorlardı. İngilizler, Fransızlar, Ruslar ve Siyonistler hem Jön Türkleri hem de Arapları kışkırtıyorlardı. İlişkilerin son yüzyılda bozulmuş olmasına rağmen Çanakkale’de, Kafkaslarda ve Balkanlarda gönüllü olarak birçok Arap savaşmıştır. Çanakkale Şehitliği’nde yatan ve mezar taşlarına Halepli, Şamlı, Kudüslü, Trabluslu,

(33)

Bağdatlı yazılanlar bunun kanıtıdır. Gazeteci-yazar Hüsnü Mahalli’ye göre bu cephelerde en az iki yüz bin Arap şehit düşmüştür.2

Bugün Arap dünyası aydınlarının çoğu kendilerini yıllarca sömüren ülkelerin propagandalarının tesirinde sıkı bir Türk düşmanı haline gelmişlerdir. Bu aydınlar (!) Arap dünyasında asırlarca süren Türk egemenliğinin Arap birliğini bozduğunu ve Türklerin Arapları sömürdüğünü iddia etmektedirler (Özsoy1998:55).

***

“Acem” tabiri Türkler arasında İranlılar için yerleşmiş deyimlerden biridir. “Acem” sözcüğü Arapların kendilerinden olmayanlar için kullandıkları bir nitelemedir. Bu niteleme özellikle İslamiyet’ten önce Arap edebiyatçıları tarafından bütün yabancılar için kullanılmıştır. Zaman zaman Farisi deyimi de kullanılmakla beraber, Acem deyimi eskiden coğrafyada İran’ı belirtir ve İran devletinin yönetimi altındaki kavimlere de denirdi.

Binlerce yıl önce İran yaylasına yerleşmiş olan Ari kökeni İranlıların komşuları olan Türklerle mücadeleleri, dostlukları ve alışverişleri olmuştur. İki kavim arasındaki sınırlar sürekli değişmiş, karşılıklı olarak iki kavmin birbirlerinin ülkelerine girişleriyle karışıklıklar ve kültür alışverişleri olmuştur.

İran’da bulunan Türk kökenli halk genellikle İran yaylasında kurulmuş olan Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nun tarihiyle başlayan göçlerle olmuştur. Tarih boyunca süre gelen yoğunluğu doğudan batıya, arasıra da batıdan (Anadolu’dan) doğuya olan bu göçler sonucu, İran saltanatına Türk kökenli hanedan mensupları da egemen olmuştur.

(34)

Türklerle İranlıların ilişkileri tarihin çok eski derinliklerine dayanır. Bugünkü İran sözünün kökü olarak kabul edilen “Ari”, “Aryan”, “Ariya” ve “Aryani” sözcükleri Ari kavimlerine dayanır ve bu sözcük Hint-Avrupa kavimlerinin ortak ataları için kullanılır. Türk-İran ilişkilerinde İran’ın karşıtı olarak “Turan” deyimi sık kullanılır. Bunun Tevrat’ı da etkilediğine inanılan eski İranlıların kutsal kitabı Zend Avesta’ya kadar giden bir geçmişi vardır. Zend Avesta’nın Sitradat ve Dinkart kitaplarına göre Asya İmparatoru Thraetaona; Tura, Airyu ve Sairima adlı üç oğlu arasında ülkesini paylaştırmıştı. Bunlardan Tura’ya doğu’yu, Sairima’ya batıyı ve Airyu’ya da dünyanın merkezi ve en güzel kısmı olan İran’ı verdi. Bu üç kardeşten Tura, Turanlıların, yani Türklerin, Sairima Avrupalıların ve Airya’da İranlıların atasıdır. (Kowalski, 1984:289)

Genel olarak Türklerin Orta Asya’daki yurtları eski İranlılarca Turan adıyla bilinmekteydi. İran imparatorluğu’nun kuzeydoğusunda yaşayan, atalarımızın göçebe hayatını devam ettiren ve güneyde tarımla uğraşan kabilelerin topraklarına akınlar düzenleyenler ile Kuzey Asya steplerinde göçebe olarak yaşayan Türklere de “Turan” deniyordu.

İran rivayetlerini nakleden “Şehname”lere göre, İranlılar ile Turanlılar arasında tarihin ilk devirlerinden itibaren devamlı mücadeleler olmuştur. “İran-Turan” harbi olarak bilinen ve çoğunlukla da Türklerin zaferleriyle biten bu mücadeleler, Turan ve İran kavimlerinin Maveraünnehir toprakları üzerindeki yerleşme çabalarına dayanır. İran-Türk ilişkileri 10. yüzyılda yoğunluk kazanır. Bu dönemde Türklerden bahseden önemli eserlerin başında Firdevsi’nin Şehname’si gelir. Firdevsi Türkleri bizatihi tanımak suretiyle anlatmıştır. İran’ın Kuzey-Doğu sınırındaki Horasan

(35)

eyaletinde yaşayan Firdevsi Orta Asya’dan batıya hareket eden Türklerin göç güzergahında bulunuyordu. (Kowalski, 1984:289)

Firdevsi sık sık İranlılarla Türkler arasındaki karakter zıtlığından bahsetmekte, zıtlığın ifadesi olarak birinin karakterini suya, diğerininkini ise ateşe benzetmektedir.( Kowalski,1984:295)

Firdevsi’nin Türkleri, İranlıların kahramanı Bezan’ın ağzından değerlendirmesi dikkate şayandır. O, Türkleri “yüzüne bakınca peri gibi fakat savaşta hiçbir şeye değmezler” şeklinde değerlendirmektedir. Bu kanaat ilk anda insanı hayrete düşürmektedir. İlginç olan durum, İranlı şairin geçmişi yüceltmesi, gençlerin ve kadınların güzelliğini ifade etmesidir. Konu ile ilgili olarak Hafız’ın şu gazelini hatırlamak yerinde olacaktır.

“Eğer an Türk-i Şirazi bedest ared dili mara

Be hal-ı hinduviş bahşem Semerkand u Buhara”

Eğer biz, Moğol etkisi altında kalmış, orta Asya orijinli İran sınırındaki çağdaş Türk tipini tanıtıyor ve buna da İranlı şairlerin bahsettiği gibi bakıyorsak iki husustan birini tercihte güçlük çekeceğiz. Şöyle ki; ya İranlıların zevki bizimkinden çok farklı veya şairlerin meşhurlaştırdığı Türk tipi bugün rastlayamadığımız bir biçimdedir.

Türk kırmızıdır. Bununla şair, Türklerin sarışın olduklarını tanıtmaya çalışmış, “kedi gözlü” demekle de

(36)

Türklerin gözlerinin açık renkli olup, İranlılara benzemediği onların siyah gözlerinden ayrıldığı gerçeğini vurgulamak istemiştir. Biz, gerek Orta Asya, gerekse diğer Türk toplulukları arasında sarışın, aynı evsafta saç ve göz rengine sahip sayısız kimselerin bulunduğunu biliyoruz. Bu konuda tarihçilerin Kumanların çarpıcı güzelliklerinden bahsettiklerini de hatırlatmak yerinde olacaktır.

Şehname’de asker olarak Türklere pek önem verilmemiş olup bu konuda Firdevsi tarafgirane davranmıştır. Buna karşı tarih, Türklerin, şahsi yiğitlik ve askeri organizasyonlarının çok üstün olduğunu göstermektedir.

Şehname de Pers kültürünün Türk kültüründen üstünlüğü şu şekilde izah edilmiştir.

“Turan ırkından üstün (parlak) zekalı hiç kimse doğmadı. Şehname’de Türkler hakkında daha birçok küçültücü duygu ve düşünceye de yer verilmiştir.

Şehname’de hasım, düşman olarak gösterilen ve öyle olduğu kabul edilen Türkler hakkında objektif bir yargı söz konusu olamaz. (Kovalski 1984:297).

Selçuklular zamanında da Türklerin İranla ilişkileri hat safhadadır. Özellikle Dandanakan Savaşı’ndan (1040) sonra Türkler’in Horasan, İran, Azerbaycan, Irak ve Anadolu’ya yerleşimi kolaylaşmıştır. Şii Büveyhioğulları elinde bulunan Bağdat’ı

(37)

kurtaran Tuğrul Bey İran-Arap ve Türk ilişkilerinde belirleyici bir rol oynayarak sonrasında ‘Doğunun ve Batının Sultanı’ ünvanını almıştır.

11. yüzyılın sonlarından itibaren İran’da aslında Türk-Azeri kökenli olan Safevi sülalesinin hakimiyeti başlamıştır. Dini bir tarikatın şeyhi olan Cüneyd ve oğlu Şeyh Haydar bu hakimiyeti güçlendirmiş ama İran’da bir Safevi devletinin kurulması Şeyh Haydar’ın oğlu Şeyh İsmail devrinde gerçekleşmiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nun doğusunda güçlü bir İslam Devletinin kurulmuş olması imparatorluğun varlığı açısından önemli bir sorun teşkil etmiştir.

Türk-İran ilişkileri tarihi seyir içinde coğrafi ve siyasi açıdan hep mücadele içinde geçmiştir. Bu da karşılıklı ilişkiler açısından pek olumlu neticeler doğurmamıştır. Tarihi gelişmelerin çokluğundan dolayı bunlara gereğinden fazla değinmenin tezimiz açısından çok önem arz etmediğini düşünerek kısaca özetlemeyi uygun görüyoruz. Gelecek bölümlerde de son bir buçuk asırlık dönemde Türk imajının İran’daki iz düşümünü gösteren münferit örneklere yer vereceğiz.

Tarihin eski çağlarından beri İranlılarla Türkler arasında var olan mücadeleler sonucunda iki toplum birbirleri ile kültürel olarak da kaynaşmış, hatta İran devletlerinde çeşitli kademelerde görev alabilen Türkler, zamanla buradaki iktidarlarda söz sahibi dahi olabilmişlerdir. Ancak 15. yüzyılda Osmanlı Devleti ile İranlıların kurmuş olduğu Akkoyunlu Devleti iki büyük komşu ve rakip devlet olarak karşı karşıya gelmişlerdir. Otlukbeli Savaşı’nın (1473) neticesinde Osmanlılar bir süre için doğudaki büyük rakibini etkisiz hale getirmişlerse de daha sonra İran’da Safevi Devleti’nin kurulmasıyla ilişkiler yeni bir döneme girmiştir. Osmanlı vergi düzenini beğenmeyen Türkmen boylarının hâlâ muhafaza ettikleri Şamanist kültüre benzeyen,

(38)

İran’ın gönderdiği misyonerler aracılığıyla aslında siyasi gaye güden Alevilik faaliyetlerine itibar etmeleri sonucu meydana gelen kargaşayla Osmanlı İran ilişkileri dini boyutu da olan farklı bir siyasal çatışma ortamına girmiştir.

Kuruluşundan beri Batı’ya doğru genişleme politikası takip eden Osmanlı Devleti uzun bir süre doğuda dengeli bir siyaset izlemiştir. Batı’da devamlı savaş halinde olan Osmanlı Devleti’ni İran her fırsatta rahatsız etmiş, zaman zaman da Osmanlı’nın düşmanı Avrupalı devletlerle işbirliğine gitmekten de çekinmemişlerdir. Ancak Osmanlı Devletinin bu tutumu da zaman içerisinde değişmiştir. Daha önceleri Batı’ya sefer yapacakları sırada Doğu’dan gelebilecek tehlikeleri önlemek amacıyla bölgeyle ilgilenen Osmanlılar, Yavuz Sultan Selim döneminden itibaren artık fetih gayesiyle Doğu’ya yönelmişlerdir.

Yavuz Sultan Selim zamanında Çaldıran Savaşı öncesi sefer için dini dayanak göstermek amacıyla şeyhülislamdan fetva alındığı halde, Kanuni Sultan Süleyman zamanında İran’a yapılan seferler öncesi herhangi bir fetva çıkarılmasına gerek görülmemiştir. Nitekim İran’da “Kızılbaşların” nüfus kaybetmesi, iki ülke arasındaki görünüşteki dini çatışmaların artık önemini kaybettiğini göstermektedir.

Kanuni Sultan Süleyman döneminde yapılan seferlerin hiçbirinde düşmanla birebir karşılaşarak önemli bir savaş olmamış, Osmanlıları yenemeyeceğini anlayan İran Şah’ı akıllı bir taktikle her defasında geniş coğrafya içerisinde ordusuyla birlikte izini kaybettirerek, Osmanlı ordusunu yıpratma ve bıktırma politikası gütmüştür. Uzun süren mücadeleler sonucu Osmanlılar, Van Gölü yöresiyle, Mezopotamya’da bir takım yerleri ele geçirmişlerdir.

(39)

Nihayet 1555 yılında yapılan Amasya Antlaşmasıyla iki ülke arasındaki artık bıkkınlık veren yaklaşık 40 yıllık çatışmalar sona ermiş. Osmanlılar o güne dek ele geçirdikleri toprakların resmen sahibi olmuştur. Osmanlı imparatorluğu ve İran arasındaki ilk resmi antlaşma olan Amasya Antlaşması(1555), İslam dünyasında yapılan ilk din barışı özelliği de taşımaktadır.

***

20. yüzyılda İranlı bir şair olarak eselerinde Türkiye’den bahseden Mehdi Ehevan-i Salis (M. Ummid) (1928-1990)’in Türkiye ile ilgili duygularını dile getirdiği “Name-i be Rum”, Türk imajının İran Edebiyatı’na olumlu bir yansıması olarak düşünülebilir.

Türkiye’ye Mektup

Saygıdeğer Mir Mahmud-i Takevî Rey şehrindendi şimdi oldu Ankaralı Tahran şivesiyse de şivesi

Şiraz şehrindendir kökeni

Rûm’a gitti, Mevlânâ’nın Rûm’una Mevlânâ’nın ikinci yurduna

Hazarlı, Marmara toprağına gitti Gitti de Ankara’ya yerleşti ***

Gönlü gizlere ezgilere yuva Rûm, ey yaşlı Rûm, selam sana Ne mutlu sana ey kutlu ülke

(40)

Ne mutlu sana, yaşlı Kostantin Eski yadigarı çağların yılların Pencerelerini açıp denize karşı Denizin ona ayrı bir güzellik katışı Tetiktedir İstanbul Boğazı

İster ne açılmasını, ne dolmasını Neşeli, esenlik dolu rüzgâr

Ne de çok Marmara’sında gemiler kayıklar Ne güzel, sevgili şehir İzmir

Onu Kaşmer kıskanır, hatta Keşmir Selçuklu aldı onu Bizans’tan

Kalbinde anılar var hem bundan hem ondan Bazen uzaktan, bazen yakından

Nasibini aldı Timur’un kamçısından Timur toprak oldu, o hâlâ ayakta Hep öyle gururlu, hep ışık saçmakta Ne güzel kıvrılmış Ege sahiline Anıları dizilir gözlerinin önüne Ne mutlu o zarif, güzel şehre

Frenk kentlerini kıskandıran Edirne Olmuş Eflatun’la Aristo’yla

Eski komşu, dost, arkadaş Frenk’ten korku yaşamış Yaşlı Yunan’dan ders almış Yaşasın, ruhani şeyhin şehri

(41)

Konya, dünyanın ikinci Medine’si O vefa mekanı, kutsal hazîre

Sığınaktır ümmet denen kutsal millete Hâl, akıl ve safâ yatağı

Şur ve nevâ’nın tecelligâhı Otağı aşkın, halveti melekûtun Haremi şiirin, mahremi ceberûtun Uyuyor onda şuhûd şehrinin emîni Varlık denizinin en gözde incisi

Şarkılar gazeller söyleyen güzel hânende Ölümsüzlük vardır ezelî nağmelerinde Mânâ göğünde sevgili, ay misali Moğol’un sürgünü, Türk’ün misafiri Övüncü İran’ın, Rûm’un, bütün dünyanın …

Hind’e yolun düşer bazen ışık ve özgürlük gibi Bazen de İran’a, şiir ve zulüm misali

Şimdi Türkiye’desin; abartısız, orada Herkes efendi, herkes paşa

Tahran, 1 Ferverdin 1339 (21 Mart 1960) (Kırlangıç,2001:30-35)

Hicaz ve İstanbul’da Osmanlıların yaptığı hizmetleri görerek çok etkilenen İranlı bilgin Abdulcevad el-Tehrani’nin, dönemin padişahı II. Abdulhamid’e teşekkür mahiyetinde yazdığı Arapça ve Farsça mehdiye, İran’daki olumlu Türk imajı hanesine yazılabilir (Güleryüz 2002).

(42)

Yaklaşık bin yıldır Türk egemenliği altında kalmaktan olsa gerek ki -bu bin yılda Türkleri İran’da saray, ordu ve soylular sınıfında yer almaktadır- Türklere karşı düşmanca bir yaklaşımla İranlıları daha üstün görme reaksiyonunun baş gösterdiği izlenir. Pehlevi döneminde Türk kültürüyle ilgili konular tamamen yasaklanmaya çalışılmıştır (Doerfer 1987).

Günümüzde Fars milliyetçiliğiyle Türklere karşı eserler yazan yazarlar arasında Afşar Türklerinden olan Mahmut Afşar’ı görmekteyiz. Mahmut Afşar, ülkesindeki bütün etnik grupları çatışma ve geri kalmışlığın sebebi olarak görmektedir ve farklı unsurların İranlılaştırılması gerektiğini savunur. Afşar, İran için tehlike olarak gördüğü Türkiye’yi sarı tehlike olarak derecelendirmektedir (Deveci 2006:74).

Sonuç olarak, İran’da Türk imgesinin izlenimi tarihi tabanlıdır. Modern Fars milliyetçilerine göre Ariler tarafından kurulan İran uygarlığı Türkler ve Araplar tarafından durdurulmuştur. Bunun İran’da Türk imgeleminin oluşumunda etkisi büyüktür.

(43)

4.2. TARİHTE TÜRK – ERMENİ İLİŞKİLERİ 4.2.1. SELÇUKLU- ERMENİ İLİŞKİLERİ

Azerbaycan’da yapılan son araştırmalar Türk-Ermeni ilişkilerinin IV. Yüzyıla kadar gidebildiğini göstermektedir. Bundan önce ilk temasların VII. Yüzyılda Kafkasya’da Hazar Türklerinin yaptıkları akınlar olduğu kabul ediliyordu (Türkmen,1992:1). Anadolu’nun Türkleşme sürecinin başlamasıyla Türk-Ermeni ilişkileri de süreklilik kazanmıştır.

Türklerin Anadolu’ya girişlerinden önce Bizans’ın kontrolünde iki Ermeni Prensliği bulunuyordu. Bunlar Ani ve Vaspuragan Prensliği idi. Vaspuragan prensi Senekharım Türklerin Bizans topraklarına akınlarının başlamasından sonra, Bizans imparatoru II. Basil ile anlaşarak 1021 yılında Van topraklarını Bizans’a bırakıp kendisi için ayrılan Sivas bölgesine yerleşti. Ani prensliğine ise 1045’te Bizans tarafından son verildi. Böylece Türkler Anadolu’ya girmeden Ermenilerin siyasal yapısı sonlandırılıyordu.(Yinanç,1983:68) Ani Prensliği’ne son verildikten sonra burada yaşayan Emrineler Orta Anadolu ve Kilikya’ya sürülmüşlerdir ki bu Ermenilerin tarihlerinde yaşadıkları en büyük tehcirdir (Sevim,1983:69). Ermeni tarihçi Matthieu bu tehcir olayını şu sözlerle aktarır: “İktidarsız ve kadınlaşmış iğrenç Rum Milleti, Ermenistan’ın en cesur evlatlarını koparıp dağıttılar, milletimizi tahrip edip, Türklerin istilasını kolaylaştırdılar (Yinanç,1983:69).

Malazgirt Savaşı’nda Romanos Diogenes savaş öncesi Sivas’a yerleştirdiği Ermenileri eski yerlerine almak vaadi ile ordusuna katmıştı. Bu birliklerin bir kısmı Alparslan’ın ordusu tarafından yok edilmiş, bir kısmı ise savaştan kaçmışlardır.(Anadol,2002:58) Nihayet 1071 Malazgirt Zaferi Bizans’ın doğudaki

(44)

askeri nüfusunu kırmış, bu durum Türk göçmen kitlelerinin eskisinden daha çok ve daha yoğun Anadolu’ya yerleşmelerini kolaylaştırmıştır. Bölgedeki Ermeniler Türk göçmenlerinden kaçarak Fırat boylarına, Toroslar, Kilikya, Maraş ve Urfa dolaylarına göç ettiler. Buralarda Ermeni yoğunluğu prenslik kuracak ölçüde arttı. Öyle ki Selçukluların doğu ve güneyde İslam coğrafyasıyla ilişkilerini kesebilecek bir duruma ulaşmışlardır. Türklerin Orta Anadolu ve daha batıya ilerlemeleriyle Bizans’ın Ermeni bölgeleriyle irtibatı kesilerek dengeler Türkler lehine kurulmaya başlanmıştır (Hocaoğlu,1970:12). Anadolu içlerine yoğun şekildeki Türk göçü, kısa zaman içerisinde Anadolu Selçuklu Devleti’nin kurulmasıyla sonuçlandı. Türklerin hızlı bir şekilde Anadolu içlerine ilerlemesinde Bizans’ın kendi halkına ve Ermenilere karşı kötü davranışı önemli rol oynamıştır. Bizans toprak aristokratları elinde ezilen Rum köylüleri ile Ermeniler Türklere yardım etmişlerdir. Savaş dolayısıyla yurtlarından kaçan yerli halk, tekrar yerlerine dönüp din ve ayinlerini devam ettirerek Türklerle bir arada yaşamaya başlamışlardır. Anadolu Sultan Melikşah zamanında fethedilmiş olmasına rağmen çağdaş Ermeni, Gürcü ve Süryani tarihçiler (Matthieu Anılı Samuel, Genceli Kirakos) onu Azmi Süslü’nün dilinden Türk İmajı açısından da önemli olacak şu ortak ifadeyle tanımlamaya çalışmışlardır:

Dünyaya gelen hükümdarların en büyüğü, insanlar içinde en seçilmişi, hareket itibariyle en zarifi, her hususta en kusursuz ve günahsız, yağma ve kıtallere karşı koyan, son derece merhametli ve müşfik, fevkalade alicenap, tebaasının babası, herkese bilhassa Hristiyanlara karşı çok müsamahakar ve himayekar (Süslü,1995:80).

(45)

Selçuklu Türkleri XI. Yüzyılın başlarında Anadolu’ya geldiklerinde Ermenilerin yaşadıkları yerlerin tamamına yakını Bizans egemenliği altındaydı. Ermeniler Bizans’a tabi durumdayken camia olarak, özellikle aydınları, dış güçlerin politika ve kültürleri doğrultusunda bölünmüşlerdi. Selçuklular ise bir dinamizm kaynağı olarak ortaya çıkmıştır. Bu şartlar altında başlayan ilişkilerde Selçuklular temelde dini yaklaşımları esas alarak diğer gayrimüslimlere olduğu gibi, Ermenilere yönelik bir politika izlememişlerdir. Kendilerine yardımcı veya karşıt oluşlarına göre değişik Ermeni birey ve gruplarına farklı politik yaklaşımları benimsemişlerdir. Anadolu Selçuklularının Ermenilere karşı tutumları temelde, Büyük Selçuklular’dan farklı olmamakla birlikte, çok yönlü ve karmaşık idi. Ermeni krallık ve prenslikleri Büyük Selçuklu İmparatorluğu ve Anadolu Selçukluları döneminde, Müslim ve gayri Müslim öteki Selçuklu tebaları gibi, iç yönetimlerinde tamamen bağımsız olarak hüküm sürmüşlerdir. Ermenilerin XII. ve XIII. yüzyıllarda Türklere karşı arasıra Haçlılarla ve Moğollarla işbirliğine girmeleri Selçuklu politikasında temelde bir değişikliğe sebep olmamıştır. Ancak uygulamada kimi zaman ve durumlarda ana politik eksenden sapmalar olmuştur. Şu noktayı işaret etmek gerekir ki, aynı dönemde Ermenilerle ilişki içerisindeki diğer Türk idarelerinin politikaları Selçuklulardan olukça farklı, hatta zıt olmuştur. Mısırdaki Türk Memlukleri, bazı Anadolu beylikleri ile Musul ve Halep Zenginleri güçleri ve intikam hisleri oranında Ermenilere yönelik düşmanca bir politika takip etmişlerdi. Bunun en büyük nedeni ise, Ermenilerin ya düşmanca tavırları ya da düşmanla işbirliği içerisinde bulunmalarıdır. Oysa Selçuklular, Ermenileri karşılarında düşman olarak buldukları gibi dost olarak yanlarında da bulurlar (Sevim 1983:41-42; Şahin 1988:103-109).

(46)

4.2.2. OSMANLI İDARESİNDE ERMENİLER

Osmanlı Devleti’nin kuruluşu esnasında Karamanoğlu ve Ramazanoğulları idaresinde yaşayan Ermeniler azınlıklar halindeydiler. Kilikya Ermeni Prensliği’nin dağılmasıyla Ermeniler Karamanoğulları Beyliği’nin topraklarına, Konya, Eskişehir, Kütahya bölgelerine yerleştiler. 1324 yılında Bursa fethedilip Osmanlı’nın başkenti olunca o bölgedeki Ermeniler Bursa’ya göç ettiler. Göçenlerle birlikte Ermeni ruhani reisi de Bursa’ya yerleşti (Dabağyan 2003:51).

Mesleki açıdan gelişmiş Ermeniler göçmen olarak bulundukları topraklarda Müslüman ahaliyle kolayca kaynaşabildiler. Niteliklerinden dolayı beyliğin işlerinde çalıştırılmış; çalışkanlıkları ve sadakatleri sayesinde de idareciler nezdinde itibar görmüşlerdir (Çarıkçıyan 1953:53).

Osmanlı’nın kuruluş döneminde farklı nedenlerden dolayı sosyal, ekonomik ve siyasal bir anarşi vardı. Siyasal bütünlüğü bozulmuş olan Selçuklulardan ortaya çıkan beylikler de birbirleriyle mücadele içindeydi. Bu da istikrarsızlık ve anarşiyi körüklemekteydi. Bu karışık ortam içerisinde Osmanlılar da Selçukluların Ermenilere karşı olan tavrını politik bir anlayışla sürdürmüşlerdir. Osmanlıların kendilerini Selçukluların varisi gibi görmeleri de Ermenilere karşı aynı politikaların sürdürülmesinde etkili olmuştur. Öyle ki Ermenilerin de Osmanlılara Selçuklulardan miras olarak kaldığı söylenebilir (Şahin 1988:167-168).

Kuruluş dönemindeki karşılıklara rağmen Osmanlı, mali ve mahalli işlerde Ermenilere rahat hareket etme imkanı sağlamıştır. Hastanelerine, mekteplerine, dillerine, dinlerine ve medeni hallerine karışmamıştır. Kendi aralarından seçecekleri bir liderin de başlarında bulunmasına müsaade edilir (Kılıç 2000:40).

(47)

İstanbul’un Fethi’nden sonra Osmanlıların azınlıklarla ilgili politikaları Bizans’ın önceki uygulamalarından da kısmen etkilenmiştir. Rum Patriğine ‘Ekümeniklik’ verilerek tüm Ortodoksların reisi haline getirilmiştir ki imparatorluğun dışındaki Ortodoksların içerdekileri etkilemeleri ve kontrol etmeleri önlenmek istenmiştir. Aynı zamanda İstanbul’un Fethi’yle Batılılarda yükselen haçlı reaksiyonu da kırılmıştır (Dabağyan 2003:243).

1461 yılında Bursa’daki Patrik Ovakim İstanbul’a getirilerek bir fermanla Ermeni Cemaatine patrik olarak atanmıştır. Böylelikle Ermenilere de bir jest yapılmış olunur (Dabağyan 2003:244). Rahip Çark, 1953’te neşredilen eserinde dönemi Ermeniler açısından şu şekilde değerlendirilmiştir: “Fatih Sultan II. Mehmed Han’ın İstanbul’u fethetmesiyle, Ermenilerin istikbali için yeni bir yıldızın parlamaya başladığını… Eğer Türkler İstanbul’a gelmemiş ve gelmeleri gecikmiş olsaydı, Ermenilerin İstanbul’a yerleşmeleri ve inkişafları pek şüpheli olacak, hatta belki de izleri bile bulunmayacaktı.” demektedir (Anadol 2002:59).

İstanbul’un Fethi’ne kadar sosyal ve siyasal hiçbir oluşumu gerçekleştirememiş olan Ermeniler, yüzyıllarca diğer devletler tarafından istismara uğramışlardır. Osmanlı, Ermeniler talep etmedikleri halde onları himayesine alıp güçlü haklar tanıyarak devlete bağlanmalarını sağlamıştır. Ermeniler, Romalılar, İranlılar ve Bizanslılardan görmedikleri yakınlığı Osmanlılardan görmüşlerdir (Koçaş 1986:58).

İstanbul’un Fethi Ermeniler için bir dönüm noktasıdır. Ermeniler, Batılıların gelip kendilerini kurtaracağı beklentisi içinde olan Rumlara karşı bir denge unsuru olarak, Osmanlılar tarafından kullanılmıştır. Bunun için özellikle fethin ilk

(48)

dönemlerinde Ermenilerin İstanbul’a göçünü devlet desteklemiştir. Ermenilerin sadakatine güvenen Fatih, Bursa’dan getirdiği Ovakim ile birlikte gelen Ermenileri Kumkapı, Samatya, Balat gibi önemli yerlere yerleştirmiştir. Yavuz ve Kanuni dönemlerinde de fethedilen yerlerde yaşayan Ermenilerin İstanbul’a gelerek kalabalık bir cemaat oluşumu sağlanmıştır (Uras 1987:149).

Osmanlılar döneminde Ermenilerle ilişkiler karşılıklı güven çerçevesinde gelişmiştir ve XIX. yüzyılın ortalarına kadar devletin en güvenilir unsurlarından birisi Ermenilerdir. 1839’da ilan edilen Tanzimat Fermanı’ndan sonra Ermenilere daha geniş imkanlar tanınarak, valilik, genel müfettişlik, elçilik hatta bakanlık görevleri verilmiştir (Kılıç 2000:42).

1774 Küçük Kaynarca Antlaşması’yla Rusya Osmanlı Ortodoksları üzerinde söz sahibi olmuştur ve toplumsal çözülme süreci de başlamıştır. Böylece Ermeni Cemaati de Osmanlı sosyal yapısından ayrılmaya başlamıştır. Cemaatin kendi içindeki bölünmeleri ise sürece hız kazandırmıştır (Kılıç 2000:98).

(49)

4.2.3. TÜRKLER VE ERMENİLER ARASINDA SOSYO-KÜLTÜREL VE EKONOMİK İLİŞKİLER

Ermeniler, Osmanlı İmparatorluğu’nun geneline dağılarak Türklerle sosyal, kültürel ve ekonomik açıdan sıkı bir kaynaşım içinde olmuşlardır. Bin yılı aşkın Türk himayesi altında bulunan Ermeniler kültürel açıdan hiçbir baskıya maruz kalmamışlardır. Kendi dillerini özgürce konuşabilmiş ve geleneklerini rahatlıkla yaşamış ve yaşatmışlardır. Özellikle Tanzimat’tan sonra Ermenilerin ticari hayattaki payları artmış zenginleşen Ermenilerin yardımıyla okullar, matbaalar, kütüphaneler açılmıştır. Tanzimat’tan önce başlayan Batı hayranlığından dolayı, Türkler gibi Ermeniler de gençlerini Avrupa’ya eğitim almak üzere gönderirler.

Karşılıklı güven ortamı içerisinde Ermeniler her çeşit sanayi ve ticari alanda iyi bir vatandaş olarak çalışmışlardır. Özellikle kuyumculuk, yazmacılık, çuhacılık gibi el sanatlarını İstanbul, Sivas, Kayseri gibi büyük merkezlerde geliştirmişlerdir (Kürkçüoğlu 2000:39-40).

Tanzimat Fermanı (1839) ve Islahat Fermanı (1856), Ermenilerin siyasi açıdan gelişmesinde dönüm noktaları olmuştur. Bu fermanlarla Ermeniler bir taraftan gayrimüslimlere tanınan haklardan faydalanırken öbür taraftan da Tanzimatla birlikte gelen yenilik hareketlerinin uygulanmasında Türklerin en yakın yardımcısı olmuşlardır. Osmanlı İdaresinin Ermenilere karşı olumlu yaklaşımının karşılığı olarak, Ermeniler gayrimüslim tebaa arasında Osmanlı Devleti’ne en sadık olanlarıdır ve Müslüman toplum ile samimi münasebetlerde bulunarak kaynaşmışlardır. Türkçeyi ve Türk yaşayışını benimseyerek güven kazanmışlardır. Bu münasebetlerin neticesinde birçok Ermeni kendi isteğiyle Müslüman olmuştur. Sadakatlerin ve

(50)

hizmetlerinden dolayı da Ermeniler Osmanlı Devleti’nde “Millet-i Sadıka” olarak anılmışlardır (Söylemez 2002:8).

Ermeniler şehir ve kasabalarda ticaret ve sanatla uğraşarak hayatlarını kazanmışlardır. Askerlikten de muaf tutulan Ermeniler sadece vergi vermekle mükellef tutulmuşlardır. Bu durum Ermenilerin zenginleşip, varlıklı bir sınıf oluşturmasında önemlidir. Ermenilerin ticaret ve zanaat alanındaki muazzam hakimiyeti Türkleri çiftçilik, hayvancılık ve askerlik alanlarına sevk etmiştir.

Fransız İhtilali’nin tesiriyle Osmanlı hakimiyetindeki Rumların isyanlarından sonra Ermeniler devlet memurluklarına, elçiliklere, mebusluklara hatta nazırlıklara kadar tayin edilmişlerdir. 30 Ekim 1863’te “Nizamname-i Millet-i Ermeniyan”ın ilan edilmesi Ermenilerin Osmanlı Devleti içindeki statülerini son derece sağlamlaştırmıştır (Söylemez 2002:9). Hariciyede en önemli görevler Ermenilere verilmiştir, konsolosluklar ve katipliklerdeki yoğunluk ise dikkat çekicidir (Süslü,1990:15).

Fransız İhtilali, başta Avrupa olmak üzere tüm dünyada etkisini göstermiş, milliyetçi yaklaşımların yoğunlaşmasında bir dönüm noktası olmuştur. Çökme sürecine girmiş olan Osmanlı da Fransız İhtilali’nden son derece etkilenir. Ermenilerle olan ilişkiler de bu dönemden sonra bozulmaya başlar. Avrupa’nın büyük devletleri ve Çarlık Rusya, azınlıkları Osmanlı aleyhine kışkırtarak onu parçalamaya çalışırlar. Asırlara dayanan dostane ilişkiler bu noktadan sonra bozulmaya başlar.

Referanslar

Benzer Belgeler

Kahve gibi kaynama, yüreğim i dağlama, İşte ben gidiyorum. Saf mı, hileli

İnsan etkinlikleri sonucunda salınan karbonu takip eden bilim insanlarından oluşan Global Carbon Project (GCP) adlı grubun hazırladığı rapora göre 2017 sonunda fosil

Xbox One X 4K çö- zünürlüğü ve HDR görüntü kalitesini desteklese de henüz piyasada yeteri sayıda 4Ks çözünürlükte oyun olmadığı için çoğu oyunu yine HD

In contrast to evidence from in vitro studies indicating antioxidant activity of polyphenols, our results suggested that antioxidant actions of PSPL poly- phenols or

Objective: Diabetes is one of the most common chronic diseases in Taiwan, and had received more attention from the public.The purpose of this study to investigate the amount

Özel eğitim okullarında çalışan öğretmenlerin örgütsel bağlılık, çalışma yaşamı kaliteleri ve psikolojik iyi oluşları arasında yapılan analizler sonucu

yıs ihtilâlinin önderi Tabiî Se natör Cemal Gürsel’in ölümü işçiler arasında büyük üzüntü , yaratmıştır Türkiye Maden - İş Sendikası Genel

«Eski Dostlar»ın başarısını da Gültekin Çeki her zamanki büyük tevazuu içinde karşılamasını bilmiş, o senenin içinde adeta zorla çıka­ rıldığı bir