• Sonuç bulunamadı

Tmk mağduru çocukların gündelik hayat pratikleri bağlamında kimlik oluşumları ve siyasallaşmaları

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Tmk mağduru çocukların gündelik hayat pratikleri bağlamında kimlik oluşumları ve siyasallaşmaları"

Copied!
124
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

1

TC

İSTANBUL BİLGİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLERİ ENSTİTÜSÜ KÜLTÜREL ÇALIŞMALAR ANABİLİM DALI

YÜKSEL LİSANS TEZİ

TMK MAĞDURU ÇOCUKLARIN GÜNDELİK HAYAT PRATİKLERİ BAĞLAMINDA KİMLİK OLUŞUMLARI VE SİYASALLAŞMALARI

ABDULSEMET AYDENİZ

TEZ DANIŞMAI

PROF. DR. FERHAT KENTEL İSTANBUL 2013

(2)
(3)

3

İÇİNDEKİLER ÖZET ……….. 1 GİRİŞ ……….. 2 1. METODOLOJİ………4 2. DEVLET VE KÜRT SORUNU……….5

2.1.Kürt Raporları ve Kanunlara Yansımaları………...12

2.2.Türklüğü Tehdit Eden Ötekiler ve Kürtler………...18

3. PKK’NİN KURULMASI VE SİLAHLI MÜCADELE DÖNEMİ: 1984–1999………25

3.1.Olağan Üstü Hal ve Zorunlu Göç ………..33

3.1.1. Olağanüstü Hal ………33

3.1.2. Zorla Yerinden Edilme/ Zorunlu Göç………37

4. KENT-YOKSULLUK- ŞİDDET VE YENİ KİMLİKLER………....43

4.1. Modern Kurgusal Bir Kategori Olarak Çocukluk………...51

4.2.Terörle Mücadele Kanunu ve Devletin Yeni Stratejisi………56

4.3.Hem Kürt Hem Çocuk……….59

4.4.Baskı ve Direniş Arasında Kimlik ve Siyasallaşma………..61

4.4.1.TMK Mağduru Kürt Çocukların Kimlik Oluşumları.……….63

4.4.2.Kimlik Kurucu Olarak Şiddet ………64

4.4.3.Toplumsal Eylemler ve Bu Eylemlerde Kurulan Kimlikler ……….73

4.4.4. Legal Kürt Kurumları ve TMK Mağduru Çocuklar………81

4.4.5. Kimliğin Kurucu Kaynağı Olarak Toplumsal Hafıza………..92

SONUÇ VE DEĞERLENDİRME………..100 KAYNAKÇA

(4)

4

TERÖRLE MÜCADELE KANUNU (TMK) MAĞDURU ÇOCUKLARIN GÜNDELİK

YAŞAM PRATİKLERİ BAĞLAMINDA KİMLİK OLUŞUMLARI VE SİYASALLAŞMA

ÖZET

Bu tez Van’da ve Diyarbakır’da Terörle Mücadele Kanunu (TMK) kapsamında yargılanan çocukların kendi anlatımlarından yola çıkarak kimlik oluşumlarını ve siyasallaşmalarını sağlayan temel siyasal, toplumsal, kültürel ve ekonomik motivasyon kaynaklarını analiz etmektedir. Zorunlu göç sonucu ailelerinin yerleştikleri kentlerde doğan bu çocukların gündelik yaşamlarında karşılaştıkları birçok farklı şiddet biçimi, ailelerinden, arkadaşlarından, yazılı ve görsel Kürt kaynakları ve medyasından devraldıkları toplumsal hafıza ve mevcut Kürt siyasal hareketinin bileşenleriyle kurdukları ilişki onları politik birer özneye dönüştürmede etkili olmaktadır. TMK mağduru çocukların gündelik yaşam pratikleri, öznel anlatıları, ortaya koydukları eylemsellik ve siyasal, sosyal ve kültürel alana dair söylemleri modern çocukluk paradigmasının çocuk ve çocukluğa dair ileri sürdüğü argümanlarla açıklanamayacağını ileri sürmekteyim. Kürt siyasal hareketi ve Türkiye’nin genel siyasetinin anlamakta zorlandıkları TMK mağduru çocuklar iki noktada önemli fırsatlar sunmaktadır: Birincisi bu çocuklar hem Türkiye genel siyaseti hem de Kürt siyasal hareketinin siyaset alanlarının sınırlarını zorlamaktadır. Buradan hareketle siyasetin sınırlarının genişlemesi ve karar alma mekanizmalarına bu çocukların da katılmaları sağlanmalıdır. İkincisi ise sosyal bilimler açısından “çocukluk” kategorisinin yeniden tartışılmaya açılmasıdır.

(5)

5

THE IDENTITY FORMATION AND POLITICIZATION OF THE CHLILDREN,

WHO ARE VICTIM OF ANTI-TERROR LAW, IN THE CONTEXT OF THEIR DAILY LIFE PRACTICE

ABSTRACT

This thesis analyzes the basic socio-politics, cultural and economic motivation behind identity formation and politicization of the children, who were aggrieved of anti-terror law, through their everyday practices and subjective narratives. Different types of violence which the children exposed in their everyday life and the social memory transmitted by older family members, friends, written or oral sources that they can reach from Kurdish media and the relation to component of Kurdish political movement, have imminent role in the formation and construction of the children’s political subjectivities. I proposed that children’s practice of everyday life, their subjective narratives, participant in social protests and, discourse on political, social and cultural domain can not be analyzed and understood by childhood paradigm argument on child and childhood. Kurdish political movement and Turkish general policy had/have difficulty in understanding the children’s politics. However, those children offer significant opportunity at two points: these children are challenging the boundaries of politics of both Turkish general policy and Kurdish political movement. This is an opportunity to discuss and to expand political sphere, and also it is significant opportunity to re-think and re-discuss childhood category and paradigm

(6)

6

GİRİŞ

Terörle Mücadele Kanununun (TMK) 2006’da yeniden düzenlenmesiyle Türkiye’de süre giden ve tarihsel kökenleri olan birçok soruna yeni bir sorun daha eklenmiş oldu. Toplumsal olaylarda görünürlüğü artan Kürt çocuklarının eylemlerinin terör kapsamına alınmasıyla kitlesel olarak gözaltına alınan, tutuklanan ve yaşlarından daha fazla ceza alan çocuklar Türkiye’nin gündemine oturdu. “TMK mağduru çocuklar”, “taş atan çocuklar”, “kandırılmış çocuklar” gibi birçok sıfatın yakıştırıldığı bu kitle bütün yasal ve yasadışı uygulamalara rağmen toplumsal eylemlere katılmayı sürdürdüler.

TMK mağduru çocuklar sorunu ya da “taş atan çocuklar” sorunu Türkiye gündemine 2006’dan itibaren girmişse de 1991 yılında çıkartılan Terörle Mücadele Kanunu kadar geriye giden bir sorundur. 1991 yılından bu yana bu kadar tutuklamalar ve gözaltılar kitleselleşmemişse de çocuklar, bu kanun çerçevesinde sürekli mağdur olmuşlardır. TMK mağduru çocukları ele almak, analiz etmek ve anlamak için Terörle Mücadele Kanununun kapsamının genişletilmesi sonucu ortaya çıkan bir sorun olarak ele almanın ötesine geçmek gerekmektedir. Bununda ötesinde şüphesiz bu sorunun da bir parçası olduğu Kürt meselesinin tarihsel gelişimini ve bu gelişimin Kürtlerde oluşturduğu toplumsal hafızayı ve bu hafıza üzerinde inşa edilen yeni kimlikler, mücadele alanları ve biçimlerini dikkate almak gerekmektedir. Bu yüzden de Türkiye’de Kürtlüğe göndermede bulunan herhangi bir konuyu, Kürt sorununa değinmeden ele almak neredeyse imkânsızdır. Çünkü Kürtlüğü imleyen herhangi bir konu kaçınılmaz olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması öncesinden başlayarak günümüze kadar gelen devletin Kürt sorunuyla ilgili uygulamalarındaki tarihsel süreçle doğrudan bağlantılıdır.

2006’dan itibaren toplumsal olaylarda görünür olmaya başlayan, Terörle Mücadele Kanunu (TMK) ile gittikçe büyüyen bir sorun olan Kürt çocukları meselesini ele almak için öncelikle Kürt sorunun tarihsel gelişimine bakmak gerekmektedir. Kürt çocukları sorunu, Kürt sorunun tarihse geçmiş ve şimdiki uygulamalarından bağımsız değildir. Tam tersine Cumhuriyet döneminin öncesinden başlayan ve 1924 anayasasıyla bir devlet projesi haline gelen Türk olmayanlara yönelik dışlama, asimile etme/Türkleştirme, yok etme, yerinden zorla etme gibi süre gelen politika ve uygulamaların hem bir parçası hem de sonucudur. Bu yüzden de Kürt çocuklarını ele alacak herhangi bir çalışma veya analiz bu tarihsel arka plandan bağımsız ele alındığında sorunun özünü kaçırmaya mahkûmdur.

Türk ulus-devletinin Osmanlı’dan devralınan mezhepsel, dinsel ve etnik farklılıklara yönelik uyguladığı politika, Cumhuriyet’in ilk yılarına mahsus değildir. Dönemsel olarak

(7)

7

farklılıklar göstermişse de bu politika, uygulamalarda günümüze kadar sürekli kendine yer bulabilmiştir.

Türk ulus-devlet yapılanması, bütün farklılıkları bir tehdit olarak gören bir anlayışla kuruldu. Etno-seküler bir Türk kimliğini merkeze alan yeni devlet, bu kimliği kurmak için, zor kullanarak bastırma, tehcir, mübadele, zorla iskâna tabii tutma, umum müfettişlik aracılığıyla sıkıyönetim, Kürtlüğe referans edilen her türlü ifadenin yasaklanması ve bütün bunlarla beraber Türkleştirme politikaları takip edildi. Bu politikalar 1960 darbesi sonrası, Sivas kampı, yine sürgünler, 1980 darbesi sonrası Kürtçenin yasaklanması, Olağan Üstü Hal ile sıkıyönetim, zorla yerinden edilme politikaları, faili meçhuller gibi politika ve uygulamalarla devam edildi. Bu da devletin Kürtlere yönelik politikalarındaki sürekliliği göstermesi açısından önemlidir. Bu süreklilik nedeniyle de TMK mağduru çocuklar sorunu da bu politikaların sürekliliği içerisinde anlaşılması gerekmektedir.

1925–1938 tarihleri arasında Kürtler birçok isyana kalkışmış ve bütün isyanlar çok sert bir şekilde bastırılmıştır. 1938’den–1960 yılına kadar marjinalize edilen Kürt hareketleri, 1960’lardan itibaren 1980’e kadar yeniden bir hareketlenme ve örgütlenme çalışmalarını başlatmış ve legal ve illegal parti, dernek, birlik kurulmuş ve Kürt kimliği etrafında belli bir toplumsal grubu mobilize etmeyi başarmıştır.

1984’te PKK’nin silahlı mücadeleyi başlatmasıyla sürekli hale gelen bir şiddet ortamının oluşmasını beraberinde getirdi. Bu şiddet, faili meçhul cinayetler, zorla yerinden edilme, köylerin yakılması, zorla göçe maruz kalanların geldikleri kentlerde de baskı, dışlanma, ötekileştirilme ve şiddetin devam etmesi, yoksulluk ve yoksunluk olarak ortaya çıkmıştır. Çocukların toplumsal eylemlere katılımının bu bağlamda değerlendirilmesi gerekmektedir. Bunu için de Kürt sorunun meydana gelmesi ve gelişiminin ele alması gerekmektedir. TMK mağduru çocukların kimlik oluşumları ve siyasallaşmaları bütün bu toplumsal süreçleri hesaba katarak analiz etmek bu çalışmanın ana eksenini oluşturmaktadır. Bunu yapabilmek için de modern çocukluk paradigmasının öngördüğü çocukluk kategorisinin tartışılmaya açılması gerekmektedir.

Bu çalışmada birinci bölümde çalışmanın yöntemi ve saha çıkma süreci ele alındı. İkinci bölümde, TMK mağduru Kürt çocukları sorunun Kürt sorunun bir parçası olduğu düşünüldüğünden, Cumhuriyetin genel olarak farklılıklara özel olarak ise Kürtlere yaklaşımı ele alındı. Kürtlere ve diğer farklı gruplara yaklaşımını ortaya koyan ve Cumhuriyet’in Kürtlere yaklaşımının daha iyi anlaşılması için cumhuriyet’tin ilk yıllarından itibaren hazırlanan raporlar ve bu raporlar ışığında uygulamaya konulan kanunlara değinildi. Aynı zamanda cumhuriyettin kuruluşundan itibaren Kürtlere yaklaşımın resmi olan bu rapor ve

(8)

8

politikaların süreklilik gösterdiğini ortaya koyan 1960 ve 1980 darbesi ve sonrasında uygulamalara değinildi. Üçüncü bölümde ise Türkiye Cumhuriyeti’nin Kürtlere yönelik uyguladığı politikalar sonucu ve bu politikalara bir itiraz niteliğini taşıyan PKK ele alındı. PKK’nin silahlı mücadeleye başlamasının yeni bir dönemin başlangıcı olduğu belirtildi. PKK’nin başlattığı silahlı çatışmanın Kürt siyasal hareketi için ne ifade ettiği, ne tür bir milli kimliğin inşasını öngördüğü ve bunu başarmak için ne tür kaynakları seferber ettiğine değinildi. PKK’nin başlattığı silahlı mücadeleye karşı devletin geliştirdiği stratejinin bir parçası olan Olağan Üstü Hal ve uygulamaları bu bölümde ele alındı. 1989 yılından itibaren uygulamaya konulan Olağan Üstü Hal (OHAL) kapsamı ve uygulamaları, zorla yerinden edilme, sonrasında yeni yaşam alanlarında karşılaştıkları şiddet, ötekileştirilme, dışlanma uygulamaları ve bu uygulamaların Kürtlerde yarattığı etki ortaya konuldu. Dördüncü ve son bölümde ise, modern çocukluk paradigmasının oluşumu ve tartışmaya açılışı ile ilgili literatürdeki yaklaşımlar ortaya konuldu. Çocukların kimlik oluşumları ve siyasallaşmalarının nasıl ortaya çıktığı, toplumsal, siyasal ve kültürel durumun ne kadar etkili olduğu çocuklarla yapılan görüşmelere dayanılarak ele alındı. Bu çalışmanın bulguları da bu bölümde değerlendirildi.

1.BÖLÜM

1. METODOLOJİ

Toplumsal eylemlerde katılan ve TMK kapsamında gözaltına alınan ve ya tutuklanan çocuklar ile ilgili bir çalışma yapmak çeşitli zorluklar barındırmaktaydı. Her şeyden önce görüşeceğim kişilerin verdikleri bilgilerin polisin eline geçmeyeceğine dair güvenlerini kazanmam gerekti. Diğer bir zorluk ise gözaltına alınıp işlem yapılan kişilerin isim ve adreslerine ulaşmada karşılaştım. Özellikle de Van’da TMK kapsamında çokça işlem gören çocuk olmasına rağmen, bu çocuklarla ilgili derli toplu kayıt tutan bir kurumun olmamasıydı. Van İnsan Hakları Derneği (İHD), Tutuklu Aileler Derneği (TUAD), Van Barosu gibi Sivil toplum kuruluşlarında Terörle Mücadele Kanunu kapsamında işlem gören çocukların isim ve adres bilgileri elde etmek için görüşmelerde bulundum. Çocuklarla ilgili kayıtların çoğunu Van İnsan Hakları Derneğinden (İHD) kendim tek tek dosyaları tarayarak isim ve adres bilgilerini aldım. Diyarbakır’da ise Yine İHD’ de çocukların davasını takip eden bir avukattan birkaç isim aldım. Önemli sayıdaki görüşmeciye ise TMK kapsamında tutuklanan veya yargılanan çocukların beni yönlendirmesiyle ulaştım. Diyarbakır’da TMK kapsamında işlem gören çocuklar beni yönlendirdikleri kişilerle ya yargılanmışlardı ya da BDP’nin kurduğu

(9)

9

mahalle dernekleri aracılığıyla birbirleriyle kısmi anlamda ilişki halindeydiler. Bu da Diyarbakır’da çocuklara ulaşmamı kolaylaştırdı.

Van’da birkaç farklı mahallede yoğunlaşan TMK mağduru çocuklarla görüşmek için ilk etapta kimseyi aracı etmeden görüşmek üzere mahallelere gittim. Hem mahalleye girmek hem de çocukları konuşmaya ikna etmek kolay olmadı. Aileler çocuklardan daha fazla tedirginlikle bana ve çalışmama yaklaştılar. Ancak aracıların isimlerini söyledikten sonra çocuklarla görüşmeme izin veriyorlardı.

İlk olarak TMK kapsamında işlem gören çocukların çoğunlukta olduğu Şenses mahallesine1 gittim. Mahalle bakkalının önünde indim. Etrafa bakınırken bakkaldan bir kişi çıktı ve “kim olduğumu, kimi aradığımı?” sordu. Elimdeki listeden adresine yakın olduğum bir çocuğun ismini ve evini aradığımı söyledim. Tanımadığını buradan gidersem iyi olacağını söyledi. Tez çalışmasının konusunu söyledim. Ama yine de ikna olmadı. Önümden de çekilmeyen bakkal sahibiyle göz göze geldik geri dönmemin daha iyi olacağını düşünerek ilk gün oradan ayrıldım. Daha sonra İHD ve BDP’den tanınan birisinin referansıyla tekrar aynı yere gittim. Aynı adam çıktı “yine mi sen” dedi. Beni X şahsın gönderdiğini söyledikten sonra elimi sıktı. Gitmek gereken yere kadar bana eşlik etti. Çocuğun evde olup olmadığını kontrol etmek için evin kapısını çaldı. Çıkan kişiye beni kimin gönderdiğini söyledikten sonra yardımcı olmalarını salık verdi ve oradan ayrıldı. Artık en azından mahalleye girerken rahat olmaya başlamıştım. Fakat kişileri görmek ve konuşmaya ikna etmek kolay olmadı. İlk başlarda bilgilerin gizli kalıp kalmayacağıyla, bu bilgileri nasıl kullanacağımla ve en önemlisi onlara ve yaşananlara bakış açımın ne olduğuyla ilgiliydiler. Ben çalışma hakkında bilgi verdikten sonra çalışmayla ilgili soruları sormadan önce onların sorularına muhatap oluyordum ve hepsine ikna edici cevap vermeden de görüşmeye geçemiyorduk.

Diyarbakır’da ise özellikle ilk üçüncü görüşmem çok ilginç bir ortamda gerçekleşti. İkinci görüşmeciden aldığım bir adrese gittim. Görüşeceğim kişiyi bulamadım. Mahalle derneğine gidersem bulabileceğim söylendi. Mahalle derneğine gittim. Dernekte TMK’dan cezaevinde yatmış üç kişi vardı. Üçüyle birlikte görüşmek istedim. Dernekte görüşmek için arka bir adaya geçtik. Otururken boğazım ve gözlerim yanmaya başladı. Meğer o gün orada sabahtan olaylar çıkmış ve çok fazla miktarda gaz kullanımı olmuştu. Daha görüşmeye başlamadan o günkü olayı anlatmaya başladılar. “Durumu görüyorsun sürekli bu haldeyiz, temiz oksijene bile hasret kalınan bir yerde yaşamak kolay değil. Ne anlatalım ki, git ve bu

(10)

10

durumu anlatsan yeter zaten” cevabını verdiler. Yaklaşık üç saat süren görüşmeyi boğazımız ve gözümüz yanarak gerçekleştirdik. Başka bir yere geçme talebimi “ polisin olaydan sonra kişileri toplamaya başlayacağı için güvenli olmayacağı” gerekçesiyle reddettiler. Bir protesto eyleminden sonra böyle bir görüşme gerçekleştirmek birkaç noktada soracağım soruları anlamsızlaştırabiliyordu. Çünkü gündelik yaşamlarına dair ve bir günlerinin nasıl geçtiğine dair sorular sorduğumda “işte görüyorsun, bazen bir hafta boyunca aynı olaylı ve gazlı geçiyor ” şeklinde cevaplar veriyorlardı. Aynı zamanda çocuklar kendi eylemliliklerinin haklılığını kanıtı olarak iki de bir bu gaz kokusuna vurgu yaparak konuşmalarını sürdürmekteydiler.

Saha çalışmasından sonra derinlemesine görüşmeler yoluyla kayıt altına alınan görüşmeler deşifre edildi. Görüşmelerde önceden yarı yapılandırılmış görüşme soruları olmasına rağmen her görüşme, kendi sorularını da ortaya çıkarıyordu. Görüşme esnasında anlatıcıya hiçbir şekilde müdahale edilmedi. Bu durum geniş bir veri anlamına geliyorsa da tezin kapsamına girmeyecek konular hakkında da birçok bilginin verilmesini doğuruyordu. Geniş bir veri setine sahip olmak avantajlı görünse de eldeki verileri kategorileştirme ve hangi verileri tez kapsamında kullanılacağı konusu bir dezavantajdı.

2. BÖLÜM

2. KÜRT SORUNU VE DEVLET

Kürtlerin, dört farklı ulusun egemenlik sınırları dâhilinde yaşamaları, her bölgenin kendi karakteristiğinden kaynaklanan farklıklar, Kürt sorununu bütün parçalarıyla ve bütün boyutlarıyla ele alışı zorlaştırmaktadır. Kürtlerin neredeyse yarısına yakını Türkiye de bulunmasına rağmen azımsanmayacak bir nüfus da İran, Suriye ve Irak’ta bulunmaktadırlar. Bu aynı zamanda Kürt sorununun sadece Türkiye iç sorunu olmadığını uluslararası derin bir boyutunun da olduğunu göstermektedir. (McDowall, 2004; 2–3). Aynı zamanda her bölgenin kendi stratejisi, dili ve hâkim siyasal egemenlik ilişkilerinin olması da bu bütünselliği yakalamayı zorlaştırmaktadır. Bu çalışmada da Türkiye’deki Kürt sorunu özelinde bir analiz yapılacaktır.

Kürt sorununu nedenlerini, gelişimini, mahiyetini ve geleceğine yönelik bir analiz ortaya koyabilmek için Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşuna belki daha da öncesini ele almak gerekmektedir. Tarihsel gelişime geçmeden önce bu çalışma kapsamında önemli olan birkaç

(11)

11

noktayı açıklamakta fayda vardı. Bu çalışma kapsamında devlet ile Kürtler arasındaki çatışmanın yarattığı toplumsal, kültürel ve siyasal durum literatürdeki kullanımı dikkate alarak “Kürt sorunu” kavramsallaştırılması takip edilecektir. Fakat bu adlandırma birkaç noktada sorunlu olarak kabul edilmektedir. Birincisi, “Kürt sorunu” gibi bir adlandırma çatışmanın tarafı olan Türk ulus-devlet sisteminin silikleştirmektedir. Diğer önemli bir nokta ise yine bununla bağlantılı olarak çatışmanın kaynağının sadece Kürtler olduğu algı ve yargısına götürme tehlikesi vardır. Hem Kürtler hem de Türkiye’de yaşayan diğer dinsel ve etnik grupların Türkiye devletiyle yaşadıkları anlaşmazlığın ve çatışmanın temelinde yeni kurulan ulus-devletin etnik Türk kimliğini merkezi ve tek makbul kimlik olarak kabul edip onu tanımlaması ve sınırlarını/sınırsızlıklarının keskin olarak belirlenmesi bulunmaktadır. Bu bağlamda sorunlar ve çatışmalar yumağına dönüşen meselelerinin ana kaynağının aslında yeni kurulan ulus devletin makbul gördüğü “Türk kimliği” oluşturmaktadır. Türkiye’de var olan tartışmaların ve çatışmaların çıkış noktasını bu oluşturur. Türk kimlik sorunun, Gayrimüslimleri ve Kürtleri de içine alan sorunları doğurduğu cumhuriyet politikalarına bakıldığında kolaylıkla görülebilecektir.

Türkiye Cumhuriyeti devletinin kurulmasıyla, bu devletin sınırları içerisinde yaşayan halkların, kültürlerin, dillerin, dinlerin, yeni bir ulus-devlet formasyonunda nasıl ele alınacağı ve ne tür bir kimlik etrafında eritileceği, ya da yok edileceği meselesi günümüzde azınlıklar sorunu, gayri Müslimler sorunu, Alevi sorunu ve Kürt sorunu olarak adlandırılan çatışma alanlarını oluşturmuştur. Yeni kurulan ulus-devlet, kurucu kimlik olarak etno-seküler (Yıldız, 2007) bir Türk kimliğini merkezine almış ve bunun dışındaki tüm farklılıkları, kurulacak yeni ulusal Türk kimliğine tehdit olarak ele almıştır. Türkiye Cumhuriyeti sınırları içerisinde var olan etnik, dinsel ve siyasal farklılıkları ortadan kaldırmak için soykırım, mübadele, zorla yerinden etme ve asimilasyon araçları kullanılmış ve bu yönde politikalar geliştirilmiştir.

Türkiye Cumhuriyetinin mevcut etnik, dinsel ve siyasal farklılıkları ortadan kaldırmak veya tek tipleştirmek için geliştirdiği politikalar ve uygulamalarını en açık olarak görülebilineceği yer, yine devlet eliyle hazırlanan raporlar ve bu raporlar ışığında hazırlanan kanunlar ve bu kanunların uygulanışıdır. Kemalist ulusçuluk anlayışı, “tek yürek, tek bilek” şiarına dayalı “halkta birliği” esas alan, bu yekpare birliği sağlarken de, ırki/etnik motifleri Türk ulusal kimliğinin kurucu unsurları olarak kullanan ve ortaya, “herkes için ömür boyu yaşam kılavuzu” denilebilecek bir formül çıkmıştır. Yıldız’a göre birliği tekliğe irca eden bu anlayışta, milli ülküden sapma oluşturabilecek hiçbir şeyin görünürlüğüne yer yoktur. Bu ulusal kimlik ülküsünü hayata geçirebilmek için Kemalist seçkinler, her türlü farklılığı

(12)

12

çatışma kaynağı olarak kabul ettiklerinden, bütün nüfusa adı Türklük” olan tek bir üniforma biçmişlerdir (2007; 227). Fakat bunu gerçekleştirmek için “hallolunması” gereken iki mesele vardı. Birincisi “şark meselesi” olarak adlandırılan ve “gaflet” (Yeğen, 2009) olarak görülen meselenin halli, ikincisi ise, gayrimüslim azınlıkların yok edilmesi ya da Türkleştirilmesidir (Yıldız, 2007). Bu ülküyü gerçekleştirmenin en önemli enstrümanları silah, zorla yerinde etme, mübadele, tehcir, ve asimilasyon/Türkleştirme olarak seçilmiştir.

Cumhuriyeti kuran kadro, kendi dönemini tarihsel bir kopuş olarak nitelendirdiğinden, halka yeni bir kimlik biçmiş ve bu yeni kimliği, eskinin dışlanmasına dayandırmıştır (Mahçupyan, 1998: 296). Fakat bu noktada iki önemli soru ortaya çıkmaktadır: bu ulusun kimliği ne olacaktı? Ulus, hangi kimlik üzerine bina edilecekti? O döneme kadar Tanzimat’tan beri tartışılan bu soruya “Osmanlılılık” ve “Müslümanlık” gibi farklı cevaplar üretilmişti. Ancak Cumhuriyet’in kurucuları, Osmanlılık ve İslâmcılık siyasetlerinin başarısız olduğundan hareketle, “Biz kimiz?” sorusuna “Biz Türküz, biz Türk ulusuyuz” cevabını vermişlerdir. Bu yeni kimlik, kabaca söylenecekse iki temel kod üzerinden inşa edilmiştir: Laiklik ve Milliyetçilik. Laiklik, devletin ve toplumun İslâmî referanslardan arındırılmasını, devlete ve topluma din-dışı ve Batılı değerlerin benimsetilmesini hedefleyecekti. Milliyetçilik ise, imparatorluk bakiyesi bir toplumdan bir ulus-devlet çıkarmanın ideolojisiydi. Kurucu seçkinler, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki millet sistemini ve çok kültürlü yapıyı imparatorluğun yıkılmasının en büyük nedenleri olarak görüyorlardı. Bu nedenle, kurdukları yeni devletin bir daha bu tür bir parçalanma tehlikesine düşmemesi için tek bir etnik kimliği baz alan yeni bir ulus yaratma çabasına girdiler (Işın ve İşyar, 2005: 96). Türkiye etnik açıdan homojen bir ülke olmamasına rağmen Kemalist ideologlar ulusun belirli bir etnik ırksal tanımını oluşturdular. Türkiye’nin geçmişteki ve bugünkü sakinlerinin tamamının Türk olduğunu iddia etmeye başladılar. Cumhuriyetçi söylemde, her ne kadar bu “Türk” ifadesinin toplumda var olan tüm kültürel ve etnik aidiyetleri aşan bağımsız bir üst-kimliğe vurgu yaptığı ifade edilse de, gerçekte “Türk”ün anlamı, etnik kimliklerden birinin kabulünün diğer tüm etnik kimliklere zorla dayatılmasıydı. (Çağaptay, 2006: 91 ). Bu iddiayı bir temele oturtmak için de sanattan siyasete, eğitimden ticarete, kültürden spora kadar gündelik hayatın bütün alanlarında tümden bir Türkleştirme programı uygulamaya başlanmıştır. Bu Türkleştirme programının mimarları, hemen her ortamda ve her vesile ile “Türk” olmayı bir üstünlük, “Türk” olmamayı ise bir eksiklik, bir kayıp ve hatta utanılacak bir durum olarak ortaya koymuşlardır. Mahmut Esat Bozkurt’a göre:

“Türk ihtilali, öz Türklerin elinde kalmalıdır… Türkün en kötüsü, Türk

(13)

13

ekseriya, mukadderatını Türklerden başkasının idare etmiş olmasıdır. (Yıldız, 2004: 209)

“Türk” olmak, devlet yönetiminde görev almanın şartıdır, çünkü bu kimliği taşımayanlara itimat edilemez. Bozkurt şöyle devam eder: “Türk devleti işlerini Türk’ten başkasına vermeyelim. Türk devleti işlerinin başına öz Türk’ten başkası geçmemelidir… Yeni Türk Cumhuriyetinin devlet işleri başında mutlaka Türkler bulunacaktır. Türk’ten başkasına inanmayacağız.”(Yıldız, 2004: 210). Bozkurt, 1930’daki Ağrı İsyanı’nın bastırılmasının ertesinde ve 1931 seçimlerinin öncesinde kendi seçim bölgesinde yer alan Ödemiş’te seçmenlerine hitap ederken Cumhuriyet Halk Fırkası’na (CHF) üye olmasının gerekçesini çok açık bir biçimde açıklar: “Bu fırka bugüne kadar yaptıkları ile esasen efendi olan Türk milletine mevkiini iade etti. Benim fikrim, kanaatim şudur ki, dost da, düşman da dinlesin ki, bu memleketin efendisi Türk’tür. Öz Türk olmayanların Türk vatanında bir hakkı vardır, o da hizmetçi olmaktır, köle olmaktır.”(Yıldız, 2004: 210). Burada kullanılan “öz Türk” ifadesinin altı çizilmelidir. “Öz Türk” tanımlaması, hem gayrimüslim azınlıkları hem de kendini etnik açıdan “Türk” olarak tanımlamayan Müslüman toplulukları –özellikle de Kürtleri– Türklük dairesinin dışında bırakmaktadır. Bu ayrım ve tanımlama aynı zamanda cumhuriyeti kuran ve idare edenlerin politik yaklaşımındaki bir ikircikliğe de işaret etmektedir. 1926 yılında Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Saraçoğlu, kabinede Kürtlere ilişkin yaklaşımın ne olduğunu net bir şekilde ifade ediyordu: “Kendi (Kürt) davaları açısından kültürel düzeyleri çok düşük, zihniyetleri çok geri, Türkiye’nin genel politik yapısı içinde yer alamazlar… Daha ileri ve daha kültürlü Türkler ile rekabet içinde yaşam mücadelesi vermeye ekonomik olarak uygun olmadıkları için azalıp tükenecekler... Gidebilenler İran ve Irak’a göç edecekler, geri kalanlar ise yalnızca zayıf olanın tutunamaması ilkesine tâbi olacaklar.” (McDowell, 2004:277).

“Öz Türkler”, dil, kültür, ülkü ve kan bakımından Türk olanlardır. Öz Türklük bu anlamda Atatürk tarafından da kullanılmıştır: 16 Mart 1923’te Adana esnafıyla konuşurken, Adana bölgesinin Türk karakterinin tarihî evrimi üzerinde durarak, bölgenin “sahib-i aslî”sinin Türkler olduğunu söyler:

“Ermenilerin bu feyizli ülkede hiçbir hakkı yoktur. Memleketiniz sizindir,

Türklerindir. Bu memleket tarihte Türk’tü, o halde Türk’tür ve ebediyen Türk olarak yaşayacaktır… Bu bereketli yerler koyu ve öz Türk memleketidir.”39

Kurucu kadroda yer alanlar bu minvaldeki düşünceleri sıklıkla dile getirmişlerdir. Bu sözler şöyle değerlendirilebilir: Bu ülkenin nimetlerinden ve imkânlarından yararlanma hakkına sahip olanlar sadece öz Türklerdir. Bu kimliği taşımayanlar ise, ya çekip gidecek ya da asimilasyona tâbi tutulacaklardır.

(14)

14

Şeyh Said İsyanı’nın akabinde, 1926’da, Türk Ocakları’nın İkinci Kurultayı’nda İsmet İnönü, bu konudaki kararlılığını şüpheye yer bırakmayacak şekilde dile getirir:

“Biz açıkça milliyetçiyiz… ve milliyetçilik bizim yegâne birlik

unsurumuzdur. Türk ekseriyetinde diğer unsurların (etnik toplulukların) hiçbir nüfuzu yoktur. Vazifemiz Türk vatanı içinde Türk olmayanları behemehâl Türk yapmaktır. Türklere ve Türklüğe muhalefet edecek anasırı kesip atacağız. Ülkeye hizmet edeceklerde her şeyin üstünde aradığımız Türk olmalarıdır.”( Şimşir, 1975–58)

Türk olmayanları Türk yapmak için birçok araca başvuruldu, ancak bu asimilasyonist programda anahtar rolü eğitim ve dil politikaları oynadı. 1924 Mart’ında kabul edilen Tevhid-i TedrTevhid-isat Kanunu bTevhid-ir yandan eğTevhid-itTevhid-imTevhid-i bütünüyle laTevhid-ikleştTevhid-irTevhid-irken,(Zurcher, 2007: 272, KTevhid-irTevhid-işçTevhid-i ve Minrow, 2007:112) diğer yandan da Türkleştirme ve homojenleştirme çabalarının önemli bir parçasını oluşturdu. Yasayla eğitim kurumları ve eğitim dili merkezîleştirildi. Buna göre tüm Kürt okulları, kurumları ve yayınları, tarikatlar, tekke ve zaviyeler yasaklandı. Bir taraftan eğitim aracılığıyla nüfusun tek tipleştirilmesi hedeflenirken, diğer taraftan buna ters bir tavır olarak Kürtlerin yaşadığı bölgelerde okullaşma düşük tutuldu. Bu politikanın sebepleri arasında, bölgeye yapılacak eğitim yatırımları ile bir Kürt orta sınıfının oluşması ve Kürt ulusal bilincinin gelişmesinden duyulan korkunun olduğu söylenebilir. Nitekim Millî Eğitim Bakanı ve Mardin Milletvekili Necip Bey’in “Bugünkü eli silahlı Kürdü, yarının eli kalemli münevveri olarak evlatlarımızın karşısına mı dikeceğiz?”(Şahin, 2006:127) sözü bu düşüncenin bir ifadesi olarak değerlendirilebilir.

Günümüzde de bu eğitim politikaları, içeriğinde belli değişiklikler olmakla beraber ana temasından herhangi bir şeyi kaybetmeden devamlılığını sürdürmektedir. Eğitim kurumlarında kullanılan materyaller Türk ırkı dışındaki tüm farklılıkları reddederken aynı zamanda Türk ırkının yüceliği, Türk ırkının ilk ırk olduğu tezi ve Türklükle övünme, gibi unsurlar ana tema olarak seçilmiştir (Yıldız, 2007; 229). Ulusal ideolojiler, milli bir kimliğin inşası için eğitimi çok önemli bir araç olarak görmektedirler.

Balibar’a göre, halkı kurgusal etnik bir birlik olarak inşa eden ulusal ideoloji, devletin toplulukları kontrol altında tutmak için kullandığı stratejileri haklı çıkarmakla kalmaz, bu toplulukların taleplerini, aidiyet duygusuna dâhil eder. Dil ve ırk çoğunlukla birlikte düşünülür. Çünkü sadece bu ikisinin birbirini tamamlaması “halk”ı mutlak bir biçimde özerk bir birlik olarak sunmaya olanak verir.(1995:122). Balibar, milli kimliğin oluşturulmasında dilin veya ırkın tek başına yeterli olmayacağını belirtir. Özellikle dil, birçok farklı ırkı millete davet edebilirken, ırk bu imkânı sağlamaz. Bu nedenle dil asimile etme yoluyla dışarıyı

(15)

15

içeriye alabilen, dışarıya daha açık olan bir konumdayken, ırk tam tersi dışlayıcı bir konumdadır. Türkçe üzerinden birçok farklı ırktan olan toplumsal grupları asimilasyona tabii tutularak, Türk milli kimliğine davet edilebilir olması, ama aynı zamanda ırki olarak bunu da reddeden bir pozisyona sahip olması bunun en önemli göstergesidir. 1924 anayasasının 88. Maddesinde Türk vatandaşı olma ile Türk olma arasında yapılan ayrım bu dönemde çıkarılan tüm kanunlarda gözetilmiştir. 1924 anayasasının 92. Maddesi, devlet memuru olabilmeyi “siyasi haklara sahip olan her Türk’e” (Türk vatandaşına değil) vermiş, dolayısıyla Türk vatandaşı olup Türk olmayan azınlıklar devlet memuru olma haklarını yitirmişlerdir (Yıldız, 2007; 234). Fakat bu ayrım sadece devlet memurluğunda değil eczane açma, doktorluk yapma, sanayi kurumlarında çalışma gibi alanlarda da kendini göstermiştir (2007;235). Diğer önemli bir örnek ise mübadele yoluyla Türkiye’ye göç eden nüfus karşısında devletin aldığı pozisyon örnek verilebilir. İskân kanununa göre, göçmenlerin Türkiye kabulünde Türk soyundan gelenlere doğrudan vize verilmesini öngörmüş, fakat her ne kadar Türk kültürüne özümsemişse de Türk soyundan gelmeyenlerin İçişleri Bakanlığının onayı olmadan ve yerleşecekleri yeri belli olmadan vize verilmez hükmü konulmuştur. (Yıldız, 2007;250).

Türkiye’de yaşayan bütün toplulukların ırk bakımından Türk olduklarını ileri süren ve “milliyet” açısından zorunlu Türkleştirmeyi ırki temeller üzerinde meşrulaştıran Türk Tarih Tezi yeni ulusal bilincin maddesini oluşturmuştur. Bu noktada tarih yazımı, siyasi iktidarın esası olarak ulusçuluğun kullanımı için en verimli zemini oluşturmuştur. Bu tarih yazımı bütünüyle, Türklüğün “ırk” olarak yüceltilmesine dayanan ve Türk medeniyetinin bütün medeniyetlerin anası olduğu tezi üzerine dayanmıştır. Homojen bir toplum yaratmada kullanılan en önemli araçlardan birisi de milliyetçi tarih yazımıdır. “Tarih yazımı bu bakımdan önemli görevler üstlenmiştir. Milliyetçi tarih yazımının görevi, tutarlı olmak değil, grubu ve dışarıdaki üyeyi tek vücut yaparak, onları bir araya getirmektir” (Bozarslan, 2005; 41). Tarih yazımının diğer bir işlevine de değinen Bozarslan, Tarih yazımının şimdiki koşullara anlam kazandırdığını, onları kabul edilebilir ya da değiştirebilir kıldığını ve bu yolla politik seferberliğin bir unsuru haline geldiğini belirtir. (2005; 39). Yıldız’ın da üzerinde durduğu gibi, bu sadece tarih tezleriyle değil tüm eğitim kurumlarındaki bulunan tüm disiplinlere sinmiş bir anlayış olarak karşımıza çıkmaktadır. Yıldız 1930’larda biyoloji dersinde okutulan Biyoloji ve İnsan Hayatı II isimli kitaptan yaptığı alıntı bunu açıkça ortaya koymaktadır:

Mensup olmakla iftihar ettiğimiz Türk ırkı dünyanın en iyi, en sağlama, en zeki ve en kabiliyetli ırkların arasında mümtaz bir mevki sahibidir. Hepimizin

(16)

16

vazifesi Türk ırkının asli evsaf ve meziyetlerini muhafaza etmek ve bu ırka layık fertler olduğumuzu her halimizle ispat eylemektir. Bunun içindir ki, kendimizi iyi korumak, sağlığımıza zarar verecek şeylerden tamamile çekinmek, öğrendiğimiz biyoloji malumatını kendi hayatımıza tatbik ederek bedence ve ruhça liyakatli yaşamayı kendimize hayat düsturu yapmak milli vazifelerimizin birincilerindendir. Çünkü Türkiyemizin istikbali bugün böyle yaşayacak gençlerin ileride teşkil edecekleri ailelerle yetiştirecekleri yüksek kıymetli Türk zürriyetlerine dayanacaktır.(2007;233–234)

Türkü ve Türklüğü zekilikle, kabiliyetle, yücelikle eşdeğer gören, hatta gelecek nesillerin zürriyetlerinin de bu minvalde olacağı vurgusu, tahayyül edilen vatandaşın sınırlarını net bir şekilde açığa vurmaktadır. Kemalist ulusçuluk, ulusal devletin iktidar ve ideoloji enstrümanları aracılığıyla, ulusal bir toplum oluşturma girişiminde bulunmuştur. Bu konudaki “azmini”, dönemsel olarak azalıp artmasına rağmen, hala sürdürdüğünü söylemek yanlış olmayacaktır. Fakat Türk ulusal kimliğini etnik temelde inşa etmek için girişilen ideolojik seferberliğin başarısı sınırlı kaldıkça, milli bütünlüğü oluşturmak için çıplak askeri güç kullanımının devreye konulduğu görülmektedir. Bu çıplak güç kullanımının Cumhuriyetin kuruluşundan sonra en fazla yöneldiği toplumsal kesimi Kürtler oluşturur. Çünkü yeni kurulan ulus devletin başarısızlığının görünür kılan, ortaya koyan en önemli gösterge, Kürtlerin Türkleştirmeye yönelik ortaya koydukları itirazdır. Oluşturulmaya çalışılan “Türk milleti”nin, “Türk ulusu”nun yapaylığını ortaya koyan ve aynı zamanda bunu çevreleyen sınırları tehdit eden, Kürtlerin sistemi reddedip onlarca silahlı direnişe varacak derecede başkaldırmalarıdır.

Balibar’a göre, ırk cemaati toplumsal eşitsizlikleri, daha da zıt anlamlılık içeren bir benzerlik içinde eritir: uzlaşmaz karşıtlıkları açığa vuran toplumsal farklığı ona “sahte” ve “gerçek” yurttaş arasında bölünme biçimi vererek etnikleştirir.(1995:126). Cumhuriyetin ilk dönemlerinden itibaren uzun yıllar, reddedilen Kürtlerin daha sonra “sözde vatandaş” olarak kodlanması Balibar’ın belirttiği çerçeveye uygundur.

Cumhuriyet rejimi diğer Müslümanlarla birlikte Kürtleri de 'Türkleştirmeyi' hedeflemiş ve Kürt kimliğinin siyasî ve kültürel bir varlık olarak kamusal alanın dışında tutulması süreklilik taşıyan bir strateji olarak uygulanmıştır. Yeni cumhuriyet, Gayrimüslimlerin dışında, Türklerin yanı sıra üç büyük Müslüman etnik grup barındırmaktaydı: Kürtler, Çerkesler ve Lazlar. Fakat Kürtler dışındaki diğer iki büyük Müslüman etnik grup gönüllü veya gönülsüz yeni ulusal topluma katılmışlardır. Kirişçi ve Winrow’a göre resmi planda etnik türdeşleştirmenin tüm araçları kullanılarak Kürt etnik

(17)

17

kimliğinin kurucu unsurlarını silmeyi amaçlayan tedbirler, tam tersi bir etki yaparak, etnik Kürtlerin yeni Türk ulusal devletiyle bağlarını koparmasını beraberinde getirdi.( 2010; 34) Bunu en önemli göstergesi de 1925’te başlayan Şeyh Said isyanıdır. Türkiye’de devletin uyguladığı asimilasyon, ayrımcılık, merkezileşme ve modernleşme politikaları, etnik bir Kürt kimliğinin oluşmasında ciddi anlamda etkili olmuştur (Kirişçi ve Winrow,). Şeyh Said isyanıyla başlayan hem dinsel hem de etnik Kürt kimliği temelli itirazlar, daha sonra İhsan Nuri Paşa’nın önderlik ettiği, Ağrı isyanı (1929–1930), ve daha birçok isyanın daha önünü açmasına neden olmuştur (Yıldız, 2007;242). Türk devleti karşılaştığı her direnişi güvenlik ve asayiş temelinde tanımlamış, ülkede yalnızca Türk etnik varlığının söz konusu olduğu veya olabileceği vurgulanmış ve bu yüzden de herhangi bir etnik sorunun olduğunu reddetmiştir. Kürt etnik ve kültürel kimliğinin tüm gösterenleri bir tehdit olarak görülmüş, bu minvalde Kürt meselesi, “şark vilayetlerinin ıslahı” adı altında kodlanmış ve bu yönde politikalar geliştirilme yoluna gidilmiştir. Cumhuriyet döneminde başlayan raporlamalar bunun en önemli kanıtıdır.

1924 anayasasıyla başlayan ve hızla şekillenen yeni etnik/irki temelli ulus devlet, Kürtlerin fiziki varlığını kabul eden fakat hukuki varlığını reddeden bir noktadayken, 1930’larla beraber fiziki mevcudiyetini de reddetmeye başlamıştır (Yeğen, 2009; 53). Uzun yılları alan bu fiziki reddediş, “Türk vatanında Kürt yoktur” anlayışıyla başlamış ve 1990’ların ilk başlarına kadar devam etmiştir(2009;53).

Kürt sorununun tarihini ve gelişimini anlamak için, Türkiye’de devletin Kürt halkına yönelik politikalarını resmi belgeleri olan ve dönemin içişleri bakanları, başbakanları, milli eğitim bakanları ve daha nice erkanları tarafından dönem dönem Kürtlere ve Türk olmayan diğer etnik ve dini azınlıklara yönelik geliştirilecek politikaları belirlemeye yönelik hazırlanan raporlar hayati bir öneme sahiptir. Çünkü bu raporlar sadece yazıldıkları dönemlerde uygulanmaya konulmamış, cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren dönemsel olarak ihtiyaca cevap verecek şekilde sürekli olarak uygulanmış ve hala da uygulamaları söz konusu olabilmektedir. Kürt siyasal hareketinin başlattığı silahlı mücadeleyi bu raporlara ve bu raporlar sonucu ortaya konulan tarihsel uygulama ve birikime değinmeden, 1980 darbesi ve Diyarbakır cezaevi uygulamalarına karşı bir tepki olarak okumak, konunun anlaşılmasında yardımcı olmaz. Bu yönde bir okuma, Kürt sorunu bir ulus-devlet olarak kurulan Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşundan da öncesine giden tarihsel kökenini göz ardı etmek anlamına gelecektir. Bu da günümüzde Kürt toplumunun farklı yaş, eğitim, cinsiyet, meslek, iş kollarını içine alan farklı toplumsal kesimden insanların yer aldığı toplumsal hareketliliği ve itaatsizliği anlamlandırmada güçlük çekilmesine neden olacaktır. Bunun için Cumhuriyet döneminde

(18)

18

hazırlanan raporlar ve raporların dönemsel olarak uygulamaları ve bunun karşısında Kürtlerin verdiği tepkiyi anlamlandırmak için önemlidir.

2.1.Kürt Raporları ve Kanunlara Yansımaları

Kürtlerin yeni kurulan ve ırki (Türk)/etnik (etno-seküler (Yıldız; 20009)) temelli ulus devletin reddi olan Şeyh Said isyanından sonra 1990’lara kadar, devletin Kürtlere yönelik durumu anlamaya ve nasıl alt edileceğine yönelik olarak devlet tarafından hazırlanan birçok farklı rapor bulunmaktadır. Devletin en üst makamlarınca hazırlanan bu raporlara bakmak, devletin Kürtlere yönelik algısını ve politikalarını görme ve aynı zamanda bu uygulamaların anlatılar ve kültürel hafıza kaynakları aracılığıyla nasıl bir politik kimliğin inşasında kullanıldıklarını görmek açısından önemlidir.

Cumhuriyetin “doğu meselesi”ne yönelik hazırladığı ilk rapor Çankırı milletvekili, Abdulhalik Renda’nın Şeyh said isyanından sonra 1925’te “Ayaklanma Din Perdesi Altında Tamamiyle Milli bir Harekettir” adıyla hazırladığı rapordur (Bayrak, 1994, Yıldız, 2007, Yayman 2001, Yeğen, 2009). Bu raporda, sıkıyönetim altında uygulanmak üzere asimilasyon ve iskânı içine alan çeşitli reform programları teklif edilmiştir. Devletin resmi tezini oluşturan aktörlerden biri olan Renda, Tek parti dönemi çalışmalarında sıkça tekrarlanacak olan Kürdistan’a idealist öğretmen ve memur gönderilmesi, yatılı mekteplerin açılması ve bölgenin Türkleştirilmesi, ilk kez dile getirmiştir (Yayman,2011; 69, Bayrak, 2009).

İçişleri Bakanı Cemil Uybadın tarafından hazırlanan, “Kürdistan Umumi Valilikle ve Müstemleke Usulü İdare edilmelidir” (1925) başlığını taşıyan rapordaysa, umumi bir müfettiş tarafından kolonyal bir şekilde idare edilecek bölgenin Türkleştirilmesi için iskân ve zorunlu göç (tehcir) politikası önerilmekteydi (Bayrak, 1994;257). Yine 1925’te Genelkurmay tarafından da bir rapor hazırlanmış, bu rapor, daha sonra önceki hazırlanan iki raporla birleştirecek bir komisyon kurularak hazırlanan üç raporu tek rapor altında toplanmıştır. Bu rapor “Şark Islahat Planı”dır. Yıldız’a göre, “Şark vilayetlerinin ıslahı”, “Kürt meselesinin” Kemalist söylemdeki adıdır (2007;243).

Şark Islahat Planı’nı kapsamında ortaya konulan öneriler şu şekilde sıralanabilir: —İsyana teşvik ve idare etmiş olanlar ile bunların akraba ve taalûkatı ve rüesadan hükümetin Şarkta kalmalarını muvafık görmediği eşhas, aile ve taallûkatile beraber Garpte hükümetin göstereceği mahallere nakledilecektir. (Kürt isyanlarına öncülük

(19)

19

eden, yönlendiren ve bunların yakınları ve aşiret reislerinin hükümetin Doğu’da kalmalarını uygun görmediği kişi, aile ve gruplar Batı’da hükümetin göstereceği yerlere gönderilecektir..

— Aslen Türk olup Kürtlüğe mağlup olmaya başlayan Malatya, Elâziz, Diyarıbekir, Bitlis, Van, Muş, Urfa, Ergani, Hozat, Erciç, Adilcevaz, Ahlat, Palu, Çarsancak, Çemişkezek, Ovacık, Hısnımansur, Behisni, Arga, Hekimhan, Birecik, Çermik vilayet ve kaza merkezlerinde hükümet ve belediye dairelerinde ve diğer kuruluşlarda mekteplerde, çarşı ve pazarlarda Türkçeden başka dil kullananlar hükümete ve belediyeye muhalif ve mukavemet cürmile tecziye edilir(cezalandırılır).

—Olağan mahkemelerde ve sıkıyönetim mahkemelerinde asker ve sivil yerli(Kürt) hâkim bulunmayacaktır.

— Ermeni mülklerine yerleşmiş Kürtler yerleştirildikleri yerlerden çıkartılacak eski yerlerine veya Batı bölgelerine gönderilecektir

— Bölgeye, idealist ve yetişmiş Türk kökenli memurlar gönderilecek; ikinci derecedeki memurluklara dahi Kürt memurlar atanmayacaktır

— Aslen Türk olan ve fakat Kürtlüğe temessül etmek üzere bulanan Siirt, Mardin, Savur gibi ahalisi Arapça konuşan mahallelerde Türk Ocakları ve kız mektepleri açılması ve bilhassa her türlü fedakarlık iktiham olunarak mükemmel kız mektepleri tesis ve kızların mekteplere rağbetlerinin suver-i adide temni lazımdır.

— Bölgede arazi ve nüfus tahrir işlemleri acilen yapılacaktır. Nüfus tahrir işlemlerinin yapılması sonrasında askerlik yaşına gelmiş erkekler hızla askere alınacaktır. Bu askerler başka bölgelere gönderilecek ve bir süre için silahsız olarak askerliklerini yapacaklardır.

— Türkiye 5 genel umumi müfettişlik bölgesine ayrılacaktır.

— Fırat’ın batısında yaşayan Kürtlerin Kürtçe konuşmalarına izin verilmeyecek ve özellikle kadınların Türkçe konuşmaları sağlanacaktır.

— Bölgeye görkemli Hükümet konakları ve karakollar yapılacaktır.(Bayrak, 2009; 124–132).

Daha sonra hazırlanacak olan CHP azınlıklar Raporu, 27 Mayıs ve 12 Eylül darbesi sonrası hazırlanan raporlarda da Şark Islahat Planının önerileri tekrarlanmıştır (Yayman, 2011;77). En önemlisi bu plan çerçevesinde öngörülen tüm politikalar uygulanmaya konulmuştur. Şark Islaha Planı önerilerinin uygulamaya konulmasını mümkün kılan üç

(20)

20

önemli kanun olmuştur. Bunlar; 1925 yılında 587 sayılı Takrir-i Sükûn, 1927’de birincisi kurulan umumi müfettişlik ve sürekli sıkı yönetim ile 1934 yılında çıkarılan İskân kanunudur. Yıldız’a göre, iskân kanunu, Kemalist ulusçuluğun, “dil, kültür, ülkü” üçlüsünün yerini “dil, kültür ve kan” şiarına bıraktığı bir dönemi ifade etmektedir.(2007;248). Takrir-i Sükûn kanunu ise, Kürtlerin siyasete katılması ve örgütlenmesi açısından tam bir dönüm noktası oluşturacak niteliktedir. Bu kanun, Kürtler için önceden başlayan siyasetten soyutlama, idari hayattan silinme sürecini hukuksal bir onaya kavuşturmuştur (Güçlü, 2010; 227).

Mübadelenin yeterli olmadığı ve mevcut sınırlar içinde “devlet ve kültür” arasında uyumun sağlanamadığı durumlarda, daha başka uygulamalar devreye girmiş, yeniden iskân politikaları farklı biçimlerde uygulanmaya başlanmıştır. Hem devletle hem de yaratılan yeni kültürle uyum sağlayamayan bölgelerin ve toplulukların yaşadıkları yerlerden çıkarılarak, uyum içindeki başka bölgelere serpiştirilerek yerleştirilmesi yoluyla yeniden iskân politikaları devreye sokulmuştur. Koehl’e (1953) göre, “Yeniden iskân kontrol edilemez olduğuna inanılanların hâkim olunan bir bölgeden uzaklaştırılması ve onların yerine kontrol edilebilir bir nüfusun iskân edilmesidir” (Jongerden, 2008: 35). İskân kanunu, nüfusun yapısıyla oynanarak asimilasyon politikalarının hayata geçirilmesinin en önemli ayağını oluşturmaktadır. İskâna tabi tutulacak olan Kürtlerin zorunlu olarak Batı illerine göç ettirilmeleri, mübadele yoluyla gelen Türklerin de Kürt bölgelerine gönderilmesi ve bu yolla Türkleştirmenin sağlanması hedeflendiği kanuna bakıldığında rahatlıkla görülebilir. Fakat bu kanunun sadece Kürtleri hedef almamış bütün gayri Türklerin ve “Türk kültüründen uzaklaşmış olanlar”ı hedeflemiştir. İskân kanunu Muvakkat Encümeni’nin hazırladığı rapor, bu amacı net bir şekilde ortaya koymaktadır.

Rapora göre;

Öteden beri Türk kültürüne uzak kalmış olanların ülkede yerleşerek onlara Türk kültürünü benimsetmek için Devletin yapacağı işler bu kanunda açıkça gösterilmiştir. Türk bayrağına gönül bağlamamış iken Türk yurttaşlığını, kanunun onlara verdiği her türlü hakları kullanmakta onları Türkiye Cumhuriyeti uygun göremezdi. Bunun içindir ki, bu gibileri Türk kültüründe eritmek ve onları Türk oldukları için daha sağlam yurda bağlamak yollarını bu kanun göstermiştir. Türkiye Cumhuriyeti devletinde, Türküm diyen herkesin bu Türklüğü Devlet için belli ve açık olmalıdır. Burada Devlet,, hiçbir Türkün Türklüğünden bir soluk ilişkilenmek istemez. Yalnız Devletin kanunlarından her türlü koruyuculuğu ve yararlığı görerek her Türk gibi yurdun bütün iyiliklerini, kazançlarını, verimlerini bol bol almakla beraber Türk duygusunu taşımaz gibi durmak işini bu kanun

(21)

21

kökünden kesip atmıştır. Türkiye Cumhuriyeti bütün bunların nereden geldiğini araştırarak bu kanunla uygunsuzlukların hepsini ortadan kaldıracaktır (Yıldız, 2007:251)

27 Mayıs askeri darbesinden dört gün sonra Sivas Kabakyazı’ya sürgüne gönderilen Kürtlerin ileri gelen ailelerinden oluşan Sivas Kampı ve 1989 yılından başlayarak 1999 yılına kadar yoğun bir şekilde köylerin yakılarak zorla boşaltılması İskân politikası uygulamaları ve Devletin Kürtlere algı ve politikalarının sürekliliğini göstermesi açısından önemli iki örnektir. Fakat 1989 yılında başlayan zorla yerinden etme politikasında önemli bir değişiklik vardır. O da Şark Islahat Planında “devletin göstereceği yerlere gönderilecektir” in yerine, her hangi bir yer gösterilmeden kırın boşaltılması üzerine kurulu bir politika güdülmüş olmasıdır. İnsanlar köylerinden, yerleşim yerlerinden edildikten sonra kendi başlarına kademeli olarak ilk gidebilecekleri yerleşim yerine en yakın kent seçilmiş, daha sonra da kısmen batı illerine tekrar ikinci bir göç süreci yaşamak durumunda kalmıştır

1980 darbesinden sonra 1982 Anayasasında 2932 sayılı kanunla, resmi kurumlarda, basın-yayın ve hayatın değişik alanlarında Kürtçenin kullanımının yasaklanması, yine yukarıdaki maddelerde olduğu gibi devletin Kürtlere yönelik politikalarında Şark Islahat Planında yer alan önlem ve uygulamaların sürekliliğini göstermesi açısından önemlidir. Bu kanunun dışında Olağan Üstü Hal uygulamaları kapsamında sadece Kürtçe değil her türlü yayın ve basım denetimden geçtikten sonra bölgeye girilmesine izin verilmiş ve istenildiği halde bunlar süresiz veya süreli olmak üzere yasaklanabilmiştir.

Yatılı İlköğretim Bölge Okulları(YİBO) ve 23 Nisan 2005 yılında “Baba Beni Okula Gönder” kampanyaları yine “Şark Islahat Planı”yla uyumlu olan uygulamalara bir diğer örnektir.

İçişleri Bakanlığı, Batman’ın Gercüş İlçesi’nde 2006 yılında meydana gelen çatışmada öldürülen polis memuru Erkan Serdar Salar’ın ailesine ödediği 41 bin 544 TL tazminatı, aynı çatışmada ölü ele geçirilen PKK’li Nebihe Altun ile Mesut Erbey’in ailelerinden tahsil etmek için açtığı davayı kazanması2

yine “Islahat Planı”nda yer alan uygulamaların devamı niteliğindedir. Şark Islahat Planında yer alan; “isyana iştirak eden mıntıkalardaki halka isyandan mütevellit masrafın tahmili muvafıktır” maddesi bunun en önemli göstergesidir. (Bayrak, 2009;128). Bu anlamda günümüzdeki devlet-iktidarın daha önce Cumhuriyetin

2

Arif Arslan, Milliyet Gazetesi, 20 Mayıs 2010, http://www.milliyet.com.tr/sehit-polisin-tazminatini-pkk-lilarin-ailesi-odeyecek/turkiye/sondakika/20.05.2010/1240389/default.htm (Erişim;12/06/2012)

(22)

22

kuruluşundan itibaren dönem dönem ortaya koyduğu politikaların devamı niteliğindeki uygulamalarına rastlamak mümkündür.

Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonraki ilk yıllardan başlayarak, oluşturulmaya çalışılan uyumu tehlikeye sokma tehlikesi olan gayrimüslimler tehcir ve mübadeleye maruz kalmış, mübadelesi imkânsız olan Kürtler ise, yeniden iskan yoluyla Türkleştirme politikasına maruz kalmışlardır. Bunu örneklerini hem 1925 yılında hazırlanan Şark Islahat Planında hem de 1960 askeri darbesinden sonra 1961 yılında hazırlanan “Esbabı Mucibe” ön raporuyla dönemin çalışma bakanı olan Bülent Ecevit’e sunulan raporda görmek mümkündür. Bu raporda ayrıntılı bir şekilde Kürtlere ekonomik, sosyal, siyasal, askeri alanda kısa, orta ve uzun vadede neler yapılacağını ele aldığını belirten Çiftyürek, raporun sadece dönemin hükümeti tarafından başarılamayacağı düşünüldüğünden, başarılması için daha sonra gelecek hükümetlere de muhtıra yoluyla iletilmesi öngörüldüğü belirtmektedir. Raporda yer alan; “Bölgenin kendilerini Kürt sananlar lehindeki nüfus Strüktürünü, Türk lehine çevirmek için, bölgelerindeki iktisadi şartların zorluğu karşısında, başka tarafa hicrete mecbur kalan, Karadeniz sahillerindeki fazla nüfusla, memleket dışından gelen Türkleri, bu bölgelere yerleştirmek, bölgedeki kendini Kürt sananları bölge dışına hicrete teşvik etmek” (Çiftyürek, 2010; 129–30) önerisi yeni bir öneri olmamakla beraber nüfusla oynayarak, Kürtleri Türk kimlik potasında eritme yönündeki politikanın devam ettiği ve edeceğini göstermesi bakımından önemlidir.

İskân kanunu sadece içteki gayri Türkleri Türkleştirmek değil aynı zamanda dışarıdan kabul edilecek göçmenlere yönelik de bir düzenleme olmuştur. Kabul edilecek göçmenleri soy olarak Türk olanlar ile Türk kültürünü özümseyenler diye ikiye ayırmış ve farklı kabul şartlarına tabii tutmuştur. Çünkü kanuna göre, göçmelerin Türkiye kabulünde Türk soyundan gelenlere doğrudan vize verilmesini öngörmüş, fakat her ne kadar Türk kültürüne özümsemişse de Türk soyundan gelmeyenlerin İçişleri Bakanlığının onayı olmadan ve yerleşecekleri yeri belli olmadan vize verilmez hükmü konulmuştur. (Yıldız, 2007;250).

Bütün yaklaşımlar, Kürt meselesinin ve Türkiye’deki azınlıklar veya gayrimüslimler meselesinin kaynağının yeni kurulan ulus-devlet formasyonu kapsamında inşa edilecek yeni Türk kimliğinin ve bu kimliğin korunması olduğu savını destekler niteliktedirler.

Kürtlerin yoğun yaşadığı bölgeler olan Doğu ve Güney Doğu Anadolu Bölgeleri, 89 yıllık cumhuriyet tarihinin yarısından fazla zaman diliminde olağanüstü yasalarla yönetildi. 1925 yılından Şeyh Sait isyanından sonra 1927 yılında Elazığ, Urfa, Hakkari, Bitlis,

(23)

23

Diyarbakır, Siirt, Mardin ve Van illerinde kurulan birinci Umum Müfettişlikle başlayan sürekli sıkıyönetim uygulamaları, fiili olarak 20 yıl, resmi olarak ise 25 yıl uygulanmıştır (Yayman, 2011;83-84). Türkiye genelinde beş “umum müfettişlik” kurulmuşsa da bunların üçü Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde kurulmuştur. İkinci umum müfettişliği 1934 yılında Trakya Bölgesi’nde kurulmuş ve bu bölgedeki gayrimüslim nüfusun seyreltilmesine yönelik çalışmalarda bulunmuştur. Üçüncü umum müfettişlik, Ağrı ve Zilan isyanlarından sonra 1935 yılında kurulmuştur. Dördüncü umum müfettişlik ise 1936 yılında Dersim katliamından önce kurulmuş olup temel görevi, katliam için gerekli hazırlıkları yapmak olmuştur. Beşinci umum müfettişliği ise 1945 yılında merkezi Adana olarak kurulmuş fakat fiili olarak pek uygulanamamıştır (Yayman, 2001;84-86), Bu illeri yöneten umum müfettişlerin çoğu asker kökenli olup hem vali hem de komutanlık görevlerini yürüten ve olağanüstü yetkilerle donatılmışlardı (2011;84). 1927 yılında kurulan umum müfettişlik DP döneminde 1952 yılında yürürlükten kaldırılmıştır (Koçak, 2003;276). Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde kurulan umum müfettişlik uygulamalarının Kürt sorunun “hallinde”, Trakya ve Adana’da kurulan umum müfettişlik uygulamaları ise gayrimüslimlerin “hallinde” önemli bir enstrüman olarak görülmüştür. 1952 yılında kaldırılan umum müfettişlik uygulaması 1978 yılında Sıkı Yönetim 1987 yılında ise Olağanüstü Hal halini alarak tekrar uygulamaya girerek 2002 yılına kadar devam etmiştir.

2.2.Türklüğü Tehdit Eden Ötekiler ve Kürtler

Wallerstein (1991) modernitenin evrensel eşitlik söylemiyle eşitsizlik yaratan işleyişi arasındaki çelişkinin her zaman ırkçılık ve cinsiyetçilikle telafi edildiğini belirtir. Düşmanlar, yabancılar yaratarak işleyebilir, var olan eşitsizliği böyle açıklayabilen bir sistemde ayrımcılığın nesnesi olarak kurulan kategorilerin içi o sırada uygun düşen gruplar tarafından doldurulacaktır (Aktr. Ahıska, 1993; 20). Türkiye’de eşit, sınıfsız ve kaynaşmış bir millet söyleminin ürettiği eşitsizlik, dışlanma, ayrımcılık, baskı, tehcir vs, politikalarının getirdiği çelişki sürekli dönemsel olarak değişen düşmanlar aracılığıyla geçici süreliğine de olsa bertaraf edilmiştir. Gayrimüslimler, aleviler, solcular, İslamcılar ve Kürtler uygun düşen döneme göre düşman olarak kodlanmış ve uygulanan zülüm ve şiddet toplumun geri kalanına kabul ettirilebilmiştir.

Kürt sorunu etrafında gelişen toplumsal gösterilerde geniş bir çocuk nüfusun görünür olmasıyla, bu çocuklar ayrımcılığın nesnesi olarak kurulan kategorilerden biri haline geldi. Bu kategorinin işlevi ise geniş toplum kesiminden gelebilecek tepkileri minimalize etmesiydi.

(24)

24

Nitekim toplumsal gösterilere katılan çocuklara karşı bölünme, terör, hainlik, etiketleri kullanılarak, çocuklara karşı hem gösteriler sırasında hem de gözaltı ve tutukluluk süresince kullanılan şiddete karşı gelişebilecek toplumsal tepkileri uzun süreliğine bastırma yoluna gidildi. TMK’nın bugünkü haline gelmesi için yasal çalışmalar başladığında tehdit olarak görülen çocuklara karşı kullanılan düşmanlaştırıcı söylemin kullanışlılığı bir kez daha test edilmiş oldu.

Sistemin işleyişi açısından bakıldığında rastgele gibi görünen bu farklılaşmanın (farklı toplumsal kesimlerin düşman seçilmesi) bir tarihi, kendine özgü bir dayanağı olduğunu söyleyen Ahıska, her tekil örnekte farklılaştırılan, marjinalleştirilen, saldırılan insan guruplarının var olan iktidarları tehdit etme nedenlerinin ve biçimlerinin farklı olduğunu belirtir. Bu farklı nedenler bu guruplar için ortak bir tarih, içselleştirilmiş bir kimlik yaratır (Ahıska,1996, 20)

Türk kimliğinin önündeki en önemli engel, cumhuriyetten de önce başlayarak, Kürtler ve Gayrimüslimler görülmüştür. Rum ve Ermeni halklarının sınır dışı edilmesi, katledilmesi ve mübadelesiyle kısmen de olsa cumhuriyetin ilk yıllarında bu sorun bertaraf edilmiştir (Keyder, 2005; 36). Gayrimüslimlerin bu yolla “hallolunması”ndan sonra Müslüman olan ama Türk olmayan ve azımsanmayacak bir nüfusa sahip, aynı zamanda belli bir coğrafyada bulunan Kürtler başka büyük bir sorundu. Nispeten daha kolay Türkleştirilmesi beklenen Kürtler, aksi ortaya çıktıkça Kürtlere ve Kürtlerin yaşadığı coğrafyaya yönelik çok sert politikalar geliştirilmiştir. Kürtlerin yaşadığı Doğu ve Güney Doğu Anadolu Bölgesi 1925– 1950 yılları arasında sıkıyönetim ile idare edilmiş, bu bölgeler “yasak bölge” ilan edilmiş ve Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmayanların girişleri izne tabi kılınmıştır (Bayrak, 2009; 131). Bölgedeki olağanüstü uygulamalar bununla sınırlı kalmamış, her darbe sonrası bölgede askeri seferberlik ilan edilmiştir. 1978 yılında ilen edilen sıkıyönetim, 1987’ye kadar sürmüş bu tarihten itibaren de hiç ara vermeden 2002 yılına kadar da Olağanüstü Hal Bölge Valiliği altında yönetilmiştir (Yayman, 2011; 59). Bu tabloya kabaca bile bakıldığında yeni ulus-devletin 79 yıllık yönetiminde Kürtlerin yaşadığı bölgeleri, 49 yılını, Türkiye’nin geri kalanının tabii olduğu hukukun dışında olağanüstü bir hukukla yönettiğini söylemek mümkündür. Bu olağanüstü hal yönetimi altında Kürtlere yönelik geliştirilen politikalar “askeri operasyonlar, zorunlu iskân, asimilasyon ve Türkleştirme” şeklinde devam etmiştir.

1925 Şeyh Said isyanı sonrası devlet erkânında, Kürtlerin milli bir bilincin yükseldiği fikri ve böyle giderse Kürtlerin yukarıda da belirtildiği gibi sadece Fırat’ın doğusunu değil Fırat’ın batısını da tehdit edebilecek bir noktaya geleceği fikri, Kürtlerin tehdit olarak

(25)

25

algılanmasını pekiştirmiştir. Abdulhalik Renda tarafından 1925 yılında Kürdistan’a yönelik gözlemleri bunun en önemli göstergesidir. Abdulhalik hazırladığı raporda;

…Hulasaten arz ettiğim bu mevâddın içinde en ziyade şâyân-ı ehemmiyet gördüğüm: Kürtlerde fikr-i millinin günden güne çoğalması ve âtide tamamen milli bir isyan zuhur etmesi meselesidir. İtiraf etmek lazımdır ki, Fırat’ın şarkındaki bütün menzil hatlarımız bugünkü günde Kürt Köyleriyle doludur. Ermeni köylerine akın ederek birer süuretle yerleşmeye başlayan Kürtler şimdiden tedâbir-i lâzıme ittihaz edilmezse bütün menzil hatlarımızı tamamen elde etmeye muvaffak olacaklardır.

…. Kürtler Ankara’ya kadar yayıldıkları cihetle iş Fırat’ın yalnız şarkını kaybetmek ile kalmayacak, Fırat’ın garbında da Malatya vilâyeti gibi birçok yerler de tehlikeye girecektir (Yıldırım, 2011;7).

Devamında Türk nüfusunun bölgeye yerleştirilmek suretiyle, var olan durumu tersine çevirmek için geç olmadığı ve hala bu tehdidi bertaraf etmek için zaman olduğu fikri dile getirilmektedir. Burada dile getirilen tehdit Türk ulusal kimliğine yönelik bir tehdidi aştığını Ankara’yı diğer bir ifadeyle devletin varlığını tehdit edecek bir konumda olduğu anlayışının dile getirildiği görülmektedir. Nitekim Kürtlerin her itirazı/başkaldırısı bu algıyı perçinlediği, uygulanan politikalardan anlamak mümkündür. Aslında bakıldığında genel olarak her türlü farklılığı ve ötekiyi, özel olarak da Kürtleri bir tehdit olarak görmenin sonucu olarak ortaya konulan politikalar, Kürtlerin başkaldırışını beraberinde getirmiş, her başkaldırı da Kürtlere uygulanan baskıcı politikaların sertleşmesini pekiştirmiştir. Bir kısır döngü halini alan bu durum, şimdiki PKK ve Kürt sorunu tartışmalarında da, Kürt sorununun çözümü dile getirildiğinde sürekli PKK’nin varlığına işaret edilmesi ve PKK’nin varlığının Kürt sorununu doğurduğu ve aynı zamanda Kürt sorunun çözümünün önündeki engel olduğu teziyle devam etmektedir. Silahlı çatışma ve bu çatışmaların geldiği nokta üzerinden sürekli yürütülen tartışmalar Kürt sorunun nereden kaynaklandığını ve nasıl çözüleceği konusuna gelmesini gitmesini engellemektedir. Cumhuriyetin ilk yıllarından başlayan bu durum Renda’nın hazırladığı raporda da karşılaşılan bir durumdur. Renda’nın hazırladığı raporda Şeyh Said’in devletin hangi uygulamalarına karşı gelerek baş kaldırdığını görmezden gelerek, “başkaldırının milli hislerle yapıldığı ve bu başkaldırının milli hisleri yaydığı”(2011;3), bu yüzdende bunun önüne geçilmesi gerekliğini dile getirmiştir. “İsyan anlarında Kürtlük, medeniyeti, dürüstlüğü, devrimi temsil eden Türk ethos’una karşı çıkan negatif bir atavizm, vahşeti ve gericiliği temsil eden ve bu itibarla yok edilmesi gereken feodal bir ethnos olarak tanımlanmaktaydı” (Bozarslan, 2002, 848).

(26)

26

Bu anlayış 1925 Şey Said isyanında sonra hem İsmet İnönü hem de Atatürk tarafından kullanılmıştır. Türklük dairesinin dışında kalan herkesi aşağılayan ve aynı zamanda buna muhalefet edecekleri de “kesip atmak”la tehdit eden bir dil olduğu görülmektedir. 1926’da, Türk Ocakları’nın İkinci Kurultayı’nda İsmet İnönü’nün konuşması bunu en önemli göstergesidir:

“Biz açıkça milliyetçiyiz… ve milliyetçilik bizim yegâne birlik unsurumuzdur. Türk ekseriyetinde diğer unsurların (etnik toplulukların) hiçbir nüfuzu yoktur. Vazifemiz Türk vatanı içinde Türk olmayanları behemehâl Türk yapmaktır. Türklere ve Türklüğe muhalefet edecek anasırı kesip atacağız. Ülkeye hizmet edeceklerde her şeyin üstünde aradığımız Türk olmalarıdır.”(Yıldız, 2004:155-156)

Yeni kurulan devletin “makbul vatandaş”ın sınırlarını göstermesi açısından önemli olan yukarıdaki vurgular, aynı zamanda bu sınırların dışında kalanlarında karşılaşacağı muameleyi de göstermesi açısından önemli ipuçları vermektedir.

Türklüğü tehdit eden ötekiler olarak Kürtler 1938 ile 1950’li yıllarında arasında sesiz bir dönem geçirmişlerdir. Yaklaşık yirmi yıllık sessizlik 1950’li yılarda bozulacaktı. Diyarbakır’da 1948’de Musa Anter tarafından yayımlanan haftalık Dicle Kaynağı dergisi ve bu derginin gördüğü ilgi, Cegerxwin, Qadri Can ve Osman Sabri gibi sol eğilimli Suriye Kürt aydınlarının yazdıkları şiirlerin Türkiyeli Kürtlerin arasında sınırlı da olsa yayılması, Kürt milli kimliği etrafında kıpırdamaların oluştuğuna işarettir (Bozarslan. 2002: 852). Bozarslan’a göre Türkiye’de ellili yıllarda gelişen faaliyetler Suriye ve Avrupa’daki faaliyetlerin etkisinde kalmakla birlikte bunlarla organik bir ilişkiyse sahip değillerdi. Bunlar, Şarkın Sesi, İleri Yurt

gazetesi gibi yayın faaliyetlerini, Dicle Talebe Yurdu gibi yurt kurma teşebbüslerini,

İstanbul’da düzenlenen ve büyük bir heyecan uyandıran “Doğu Geceleri”ni ve bir dizi “Öğrenci Piknikleri”ni içermekteydi (2002:852). Nitekim devletin buna cevabı ise yine sert olmuştur. 49’lar davası ve 1960 askeri darbesinden dört gün sonra kurulan Sivas kampı bunun en iyi örneğidir.

Darbenin ikili bir durum yarattığı söylenebilir. Birincisi, kurulan Sivas kampı ve genel olarak yeniden iskân kanunu çerçevesinde yapılan uygulamalar. ikincisi ise Türkiye sol hareketinin kendi örgütlemesine imkân sağlayan görece daha özgürlükçü bir anayasanın ortaya çıkmasıdır. Türkiye solu içinde yer alan hatta Türkiye İşçi Partisi’nin kurucuları arasında da yer alan bir Kürt siyasetçi grubu mevcuttu. 1970’ler artık daha sonra Türk solu ile

Referanslar

Benzer Belgeler

Yapılan bu araştırmaya göre evimizde kullandığımız çamaşır kurutma makineleri, elektrikli fırınlar ve şofbenler karbon kirliliğinin ilk üç sırasını paylaşırken

Sosyal kimlik kuramcıları farklı benlik türlerini tanımlayan iki geniş kimlik sınıfı olduğunu ileri sürmüşlerdir:. Benliği grup üyeliği açısından tanımlayan sosyal

Son~larm hayvanlafln Itklaflna ve sut verimlerine gOra da· glhmlOda isa Istatistiki bir far1<m oImadlgl gOnJldu.. 1OI1IIImlIaI'na IJOnI

Örneðin birinci eksende BTADB ikinci eksende sýnýrda kiþilik bozukluðu alan vakalar, histerik psikoz ve akut stres bozukluðu ile BTADB iliþkisi, kültürel özellikli

Ancak diğer bir model olan sosyo-kültürel bakış açısı tarafından bu tıbbi tanılamaya karşı sağır ve sağırlık terimleri kullanılmaktadır (Marschark, 1993)..

Kırmızı Medrese’ye bitişik olan ve medresenin bir parçası olarak kabul edilen türbede mezarı bulunan Melayê Cizîrî, Kürtler nezdinde kendileri

Şii siyasi kimliği, 1959'un sonlarında Musa el-Sadr'ın Lübnan’a gelişinden kısa bir süre sonra ortaya çıkmaya başlamış ve Musa el-Sadr tarafından hayata geçirilmişti

Uluslararası Türk Dili ve Edebiyatı Araştırmaları Dergisi Cilt 6/ Sayı 13/ Ağustos 2017.. mother, stony-hearted and insensitive grandma, treacherous and opportunist uncle and his