• Sonuç bulunamadı

2. Yarımada Doğal ve Kültürel Yapısı Analizi

2.2. Yarımada Kültürel Yapısı

2.2.1. Tarih

Çeşme, Güzelbahçe, Karaburun, Seferihisar ve Urla ilçeleri, Anadolu’nun batı ucunda Ege Denizi’ne uzanmış bir yarımada üzerinde bulunmaktadır. Bu yarımadaya Çeşme Yarımadası denilse de, 1941 yılında Ankara’da düzenlenen I. Coğrafya Kongresi’nden (6-21 Haziran 1941) bu yana Urla Yarımadası adıyla da anılmaktadır (Kütükoğlu, 2010).

Yarımada’da yer alan beş ilçenin Osmanlı dönemindeki adları Çeşme, Karaburun, Kilizman (Güzelbahçe), Sivrihisar (Seferihisar) ve Urla olarak geçmektedir. Osmanlı dönemi öncesine ait başlıca yerleşim merkezleri ise Erythrai (Ildırı-Çeşme), Klazemonai (İskele-Urla) ve Teos (Sığacık-Seferihisar)’dur.

Yarımada’nın, üretim ve tarıma dayalı yerleşik yaşam biçimine geçildiği Neolotik dönemden bu yana yerleşim gördüğü tespit edilmiştir. Bağlararası mevkiinde yapılan araştırmalar, günümüz Çeşme’sinin, Erken Tunç, Orta Tunç Çağı ve Roma dönemlerinde yerleşim görmüş bir liman kenti olduğunu ortaya koymaktadır. Çeşme Müze Müdürlüğü ve Prof. Dr. Hayat Erkanal’ın yürütücülüğünde Ankara Üniversitesi tarafından yapılan arkeolojik kazılarda, M.Ö.

1800 yıllarına tarihlenen alanda, döneminin ele geçen en eski şarap atölyesi ortaya çıkarılmıştır.

M.Ö. II. Binin sonlarında İon toplulukları Anadolu’ya göç ederek, Batı Anadolu’da ‘polis’ olarak adlandırılan bağımsız şehir devletleri kurmuşlardır. Yarımada’da kurulmuş dört polis, Erythrai (Ildırı-Çeşme), Klazomenai (İskele-Urla), Teos (Sığacık-Seferihisar) ve Lebedos (Ürkmez-Seferihisar), M.Ö.

9-8. Yüzyıllarda faaliyet göstermeye başlayan Panionian isimli İon Kentleri Birliğinin doğu ile ticari ve siyasi ilişkileri güçlü şehir devletlerinden olmuşlardır. Batı Anadolu’da Pers hâkimiyetinin yerini Makedon devletine bırakmasıyla Büyük İskender tarafından Yarımada’daki yerleşimleri ilgilendiren iki ana altyapı projesi girişimi izlenmektedir. Bunlardan ilki, Pers akınları nedeniyle günümüz Karantina Adası’nda yaşayan Klazemonai halkı için adayı anakara ile bağlayan bugün de kullanımda olan köprü/yolun inşası; ikincisi ise Klazomenai (İç Körfez) ile Teos (Sığacık Limanı) arasındaki kanal çalışmalarıdır. Kanal çalışmaları tamamlanamamıştır (Gezgin, 2009: 18).

Ildırı ile Sakız Adası halkları arasında antik dönemde süregelmiş çekişme ve rekabetten ayrıca söz edilmelidir.

Şehir devletlerinde, polisin sınırları içinde merkeze bağlı olan koloni yerleşimleri (köyleri) bulunmaktaydı. Ildırı’nın da günümüzün Karaburun ve Çeşme ilçeleri arasında kurulmuş ve henüz yerleri tam olarak tespit edilememiş beş kolonisi bulunmaktaydı. Tiyatrosunun kişi kapasitesinden yola çıkarak, Erythrai’nin İon dönemi nüfusunun 70-100 bin civarında olabileceği tahmin edilmektedir (Gezgin, 2009: 24).

Günümüz Ildırı’sında nüfusun 600 civarında olduğu dikkate alındığında, yerleşimin ve art alanındaki köylerinin sahip

olduğu güç ve zenginlik daha da anlaşılmaktadır. Sakız halkı ile çekişmenin ana sebebi işte bu zenginliktir.

Türk hâkimiyetinin ilk dönemlerinde Yarımada’da yerleşim stratejileri:

Yarımada’da iskân ettirilmiş Türkmen aşiret ve cemaatlarinin bir kısmı hayatlarını konargöçer olarak sürdürürlerken, bir kısmı da zamanla yerleşik hayata geçmiş ve kurdukları köylere, mensub oldukları aşiret veya cemaatlarin adlarını vermişlerdir. Bunlardan birisi İsmailobası, bugünkü adıyla Eski Çeşme yerleşimidir ve sahilden 3 km kadar içeride kurulmuştur (Kütükoğlu, 2010:

27). Yarımada’da Türk iskânı ile ortaya çıkan yeni yerleşimler, güvenlik hedefiyle denizden gelecek baskınlardan korunmak ve gerektiğinde yeterli hazırlığı yapabilmek amacıyla kıyıdan içeride konumlanmıştır. Urla, Sivrihisar, Kilizman ve Saib-Karaburun diğer birkaç örnektir.

Yarımada, konumu gereği denizden gelen baskınlara açıktır.

Başlangıçta yabancı devlet gemilerine karşı korsanlık faaliyetleri gerçekleştirilirken, özellikle Fransa’ya verilen ticaret serbestliği kararı sonrasında saldırılar sınırlanmıştır.

Bu yolla ganimet ele geçiremeyen levendler (deniz korsanı), Ege sahillerindeki yerleşim yerlerine de baskınlar düzenlemeye başlamıştır. Piri Reis de Kitabı Bahriye adlı kitabında, Seferihisar’ın güneyindeki günümüz Özdere (Kesri), Kumkısığı mevkiinde harami levend kayıklarının barındıklarını belirtmektedir (Reis, 1988). Öte yandan, bölgede bulunan Fransız korsanları da Müslümanları esir edip, mallarına el koymuş ve bu durum karşılıklı devam etmiştir. Özellikle Osmanlı’nın deniz seferlerinin olmadığı zamanlarda korsanlık artış göstermiştir. Sefer zamanında da levendler her zaman düşman kuvvetlerine karşı savaşmayıp, kimi zamanlar sahile çıkarak, halkın evlerini basıp mallarını yağmalamış, yaralama veya öldürme, hatta oğullarını kaçırma işlerine karışmışlardır (Kütükoğlu, 2000: 205). Urla ve köylerinde eşkıyalık, korsanlık ve suhtelik (işsiz medrese talebelerinin yağmalama girişimi) faaliyetlerinin arttığı ve halkın mallarını korumak için tedbirler aldığı XVII. Yüzyılın ortalarında yöreyi ziyaret eden Evliya Çelebi tarafından da vurgulanmaktadır (Çelebi, 2005) (Kütükoğlu, 2000: 211).

Osmanlı’nın Ege kıyılarında korsan faaliyetlerini kontrol etme çabası doğrultusunda kurduğu kale yerleşimler arasında, Yarımada’daki Çeşme ve Sığacık kalelerinden de söz etmek gerekmektedir. Çeşme Limanı XVI. Yüzyıl başına kadar korumasız, olup biri 1472, diğeri 1501’de gerçekleşen iki Venedik saldırısına uğramıştır. Bu olaylardan sonra, bölgenin korunması için bir kale inşası gerektiği anlaşılarak faaliyete geçilmiş ve inşaat 1509’da tamamlanmıştır. Sığacık Kalesi de 1521-1522 yıllarında tamamlanmıştır. Her iki kale içi de Türk yerleşimine sahne olmuştur.

Gelişme döneminde Osmanlı, mülkiyeti kendine ait mirî toprakları için uyguladığı tımar toprak yönetim sistemini, Yarımada’da da uygulamıştır. Buna göre köylü (reaya), tapu bedeli ödeyerek kullanım hakkına sahip olduğu toprakları ekip biçerek, vergisini tımarın sahibi sipahiye öderdi. Küçük birer zirai işletme olan bu topraklar için ‘çift’ veya ‘çiftlik’

tabiri kullanılmaktaydı. Yarımada’nın da dâhil olduğu Aydın Sancağı’nda bir çiftlik yer âlâ (yüksek verimli) topraklarda 60, evsatta (orta verimli) 80, ednâ (az verimli) yerlerde ise 130-150 dönüm kabul edilmiştir (Kütükoğlu, 2000: 118).

Bu değerler iki öküzle ziraat yapılabilecek büyüklüğü ifade etmektedir. Buna göre 1478 tarihli tahrir defterinde Urla Nahiyesi’nde tam çiftlik sayısı 178 iken, yaklaşık 100 yıl içinde %75’e varan bir azalma görülmektedir (Kütükoğlu, 2000: 129). Azalışın ana sebebi, toprağın varislere bölünmesi olmakla beraber, tarımsal toprak bütünlüğünü korumak amacıyla bir ‘çift’ arazinin en fazla ikiye (nim çift) bölünmesine izin verilmiştir. Urla Nahiyesi’nde nim çift sayısı aynı dönemde %2069 artmıştır. Buna rağmen, XVI. Yüzyılda Urla’da ‘bennak’ adı verilen yarım çiftten az toprağı olan varislerin sayısında da % 480’e varan bir artış gözlenmektedir. Sonuç olarak, 1575 yılında, İzmir merkezin nüfusu 3345 iken sadece Urla Kasabası 6600’e çıkmış, kasaba köyleriyle beraber Yarımada’nın iskân edilen en kalabalık bölgesi olmuştur (Kütükoğlu, 2000).

Türk hâkimiyetinin ilk dönemlerinde Yarımada nüfusunda yaşanan artış, toprağın daha da kıymetlenmesine sebep olmuştur. Öte yandan, köylünün arazileri tapulamak için ödeyeceği parayı bulması güçleşirken, ödenen tapu bedelinin yüksekliği mirasın azalmasına sebep olmuştur. Dolayısıyla, bennak sayısı artarken ve köylü gitgide fakirleşmiştir. Bu süreçte, elinde az miktarda toprağı olan bennak ailelerin, Kanuni döneminde yaşanan paranın değer kaybına paralel olarak geçim derdine düştüğü ve şehir, kasaba merkezlerinde çalışmak üzere göç ettikleri görülmektedir.

Urla nahiyesi ölçeğinde yaşanan bu durum, Yarımada’daki çoğu yerleşimde de görülmektedir. Bu dönemde

Yarımada’daki Türk nüfusu azalmaya başlamıştır.

Yarımada’da tarımsal üretim, zirai mahsuller ve mamuller:

Tarihi geçmişi içinde Yarımada’da yetişen zirai mahsullere bakıldığında, başlıca ürünün hububat olduğu görülmektedir.

Hububat çeşidi olarak ilk sıraları, halkın ve ordunun başlıca gıda maddesi olan ekmeğin yapımında kullanılan buğday ile hayvan yiyeceği olan arpa almaktadır. Bunlar dışında darı, yulaf, çavdar ve bakliyat da yetiştirilmektedir. Bağ, meyve bahçeleri ve bostanlar da kayda değerdir. Dikili alanlar içinde en geniş alanı bağların oluşturduğu tahmin edilmektedir (Kütükoğlu, 2000: 151). Yarımada’nın her yerinde bağ, incir ve badem bahçesi mevcuttur. Üzüm ve incir yetiştirilmesi, gerek iç piyasanın—özellikle İstanbul ve sarayın—ihtiyacının karşılanması, gerekse ihracat bakımından önem verilen bir konudur. Örneğin Sultaniye/Karaburunî üzümü, saraydan talep edilen ve Karaburun’da yetişen iyi kalitede üzüm

cinsidir (Güntürkün ve Telci, 1997: 53). Bağlardan sonra en fazla gelir sağlayan mahsul zeytindir. Yarımada’nın hemen her yerinde zeytin yetişmekle birlikte, 1575 yılında zeytinliklerin en fazla bulunduğu bölgeler Urla köyleri ile Tonuzluburnu (Çeşmealtı, Denizli), Kilizman ve köyleri, Hereke (Düzce) ve köyleri, Çeşme’de Ildırı, Karaburun’da ise Kösederesi ve Emirdoğan (Mordoğan)’dır. Pamuk, Çeşme kazasında Ilıca, Çeşme ve Alacaat (Alaçatı) ile Sivrihisar, Temsiye’de (Orhanlı civarı) yetiştirilmektedir. Keten ve kenevir gibi ince ve kaba kumaş, sicim, halat, çuval, balık ağı ve yelken bezi yapımında kullanılan ve sulak alanları seven bitkiler, Yarımada’da Kilizman, Seferihisar, Hereke ve Malkoç (Urla-İçmeler) civarında yetiştirilmektedir. Yine bu dönemde Boynak (Parlak), Kösederesi, Emirdoğan, Tonuzluburnu, Malkoç ve Çamlu köylerinde dut yaprağı üretimi de yaygındır. Küçükbahçe ve İnecik’de de ipekçilik yapıldığı ve hatta dut ağaçlarının çokluğu sebebiyle Küçükbahçe’nin Dutlubahçe diye anıldığı kaydedilmektedir (Güntürkün ve Telci, 1997: 62). Debagatta (deri tabaklama işlemi) kullanılan meşe palamudunun meyvesi olan palamut ile susam yaprağı ziraatı, İpsiliburnu (Doğanbey), Çamlu ve Ilıca köylerinde yapılmaktadır (Kütükoğlu, 2010: 106-135).

Yarımada’da sakız yetiştiriciliği de eskiye dayanmaktadır.

Çeşme’deki sakızlık araziler belli bir bedel karşılığı Müslümanlarca kiralanmaktaydı. Ancak Sakız Adası’nın fethini takip eden dönemde, sakızın gayrimüslim işçilerce toplandığı belirtilmektedir (Kütükoğlu, 2010:

187). Yarımada’da tütün yetiştiriciliği ise daha geç bir döneme, XX. Yüzyıl başlarına kadar dayanmaktadır.

Balkanlardan gelip Yarımada’ya yerleşen muhacirler kendi memleketlerinde yapmakta oldukları tütüncülüğü burada da devam ettirmişlerdir. Örneğin Urla’da tütün tarımının Kavalalı muhacirlerle başladığı belirtilmektedir.

1920’li yılların sonunda başlayan ekonomik sıkıntılarla beraber ‘üzümün para etmediği’ dönemde, Karaburun Yarımadası’nda bağların sökülüp, tütün ekimine geçildiği görülmüştür. Urla’da da mübadele sonucu Rumların gitmesi ile bağcılık gerilemeye başlamış, özellikle üzüm hastalıkları ile başa çıkamayan üretici, yeni gelen mübadillerle tütüncülüğe kaymıştır (Emekli, 2005: 45).

Yarımada’nın her yerinde koyun ve keçi yetiştiriciliği ile arıcılık yapılmaktadır. Balıkçılık da halkın geçim kaynakları arasında yer alıp, Çeşme kasabası, Alacaat ve Malkoç’daki dalyanlarda balık avlanmaktadır. Ayrıca, Urla, Sivrihisar ve Özbek’de devletin malı olup, zaman zaman işletilen tuzlalar mevcuttur (Kütükoğlu, 2000: 51, 168).

Evliya Çelebi’nin gözüyle yarımada:

Çeşme: XVII. Yüzyılın üçüncü çeyreği sonlarında Çeşme büyük bir kasaba olmayıp, kale içinde elli, kale etrafında yüz elli toprak örtülü, bağlı, bahçeli eve sahiptir. Çeşme’nin dağlarında kekliğin bolluğundan ve iki yüz kadar palmiye ağacından söz etmektedir.

Karaburun: Sadece bir cami, bir hamam ve yedi dükkândan ibaret, harap halde kalelere sahip küçük bir kasaba olarak geçmektedir. Halkının levend kıyafeti giydiği ve cesur insanlar oldukları üzerinde durur. Dağların zeytin ağaçlarıyla kaplı olduğuna, bu lezzette bir zeytinin başka bir yerde bulunmadığına ve bağlarına işaret eder.

Seferihisar: Eski ismiyle Sivrihisar’ın dört mahallesi olduğunu, üstü kiremit örtülü bin iki yüz hanesi olduğunu belirtir. Evlerinin bahçeleri olduğu halde bağlarının olmaması dikkatini çekmiştir. Çınar, kavak, karaağaç, sakız, meşe ve ceviz ağaçlarının her tarafı kapladığı vurgulanmaktadır.

Asmaların bu ağaçlara sarılıp yükseldiğini, bir kısmının da bahçeler içinde çardaklara sarıldığını gözlemlemiştir. Ayrıca Sivrihisar’ın kaliteli balından da söz etmektedir (Çelebi, 2005).

Yarımada’nın dış ticaretteki rolü:

Yarımada’nın dış dünya ile bağlantısını gözlemleyebilmek için özellikle ticaret yapılan ve gümrüğe sahip limanlarına bakılması gerekmektedir. Osmanlı’nın yükselme döneminde, Yarımada’daki limanlar arasında Çeşme Limanı’ın İzmir körfez içi limanından daha fazla öneme sahip önemli bir ithalat limanı olduğu görülmektedir: “Gerek Cenevizlilerin elinde olan Sakız’dan, gerekse de Avrupa ülkelerinden gelen kumaş ve çeşitli mallar Çeşme iskelesine çıkarılır ve buradan İstanbul’a ve Anadolu’ya sevk edilirdi”

(Kütükoğlu 2010: 196). Özellikle, 1566’da Sakız’ın fethiyle birlikte Cenevizlilerin adadan ayrılması, Çeşme’deki dış ticaret faaliyetini baltalamıştır. Ancak Çeşme, Akdeniz seferlerindeki deniz üssü olma rolünü korumuştur. Çeşme sadece ithalat değil aynı zamanda ihracat yapılan da bir limandır. Fransızlar aracılığıyla Avrupa’ya pamuk ihracının serbest olduğu II. Selim döneminde, İstanbul dâhil Anadolu’da pamuk sıkıntısının baş göstermesiyle, Çeşme limanından pamuk ihracatı yasaklanmıştır (Kütükoğlu 2010:

30, 41). Yarımada’da bulunan gümrüklerde sadece dış ticaret değil, iç ticarete konu olan mallar için de gümrük vergisi alınmaktaydı. Yarımada’da Urla ve Merkeb Adası gümrüğü, Seferihisar kapanı ve Çeşme iskelesi, iç ve dış sevkiyat için sıkça kullanılmaktaydı. XIX. Yüzyılda Urla, Gülbahçe’de de bir gümrük binası yapılarak, işletilmiştir.

Yarımada’nın iç ticaretteki rolü:

Yarımada ve çevre sahillerde iç ticarette etkin İskele-Urla, Sığacık-Seferhisar, Çeşme, Foça ve İzmir limanları bulunmaktaydı. Bunun yanında, Karaburun’un doğu kıyısında Mordoğan, Saip, Kösederesi (Kaynarpınar), Ahurlu (merkez), batı kıyısında ise Karareis, Denizgiren, Çeşme Nahiyesi’nde Köste (Dalyan), Aşağı Çiftlik, Agrilya (Çark Limanı), Reisdere ve Ildır, Urla Nahiyesi’nde Gülbahçe’de daha küçük kapasiteli iskeleler mevcuttu.

Foça ile Kösederesi arasında ticarete dayalı gemi trafiği de bulunmaktaydı (Kütükoğlu 2010: 192). Urla ve Seferihisar limanlarından daha çok hububat ve kuru meyve sevkiyatı yapılmaktaydı. Çeşme Limanı, İstanbul’un temel ihtiyaçları

için yöreden gönderilen malların toplanması ve sevkinde yer edinmişti. Örneğin, mastaki/mastika denilen sakızın sadece Çeşme civarında bulunması dolayısıyla Saray için Çeşme’den doğrudan teminine gidilmekteydi (Kütükoğlu 2010: 187, 196). Ayrıca, Urla sabunu İstanbul’dan talep edilen bir yöre ürünüydü.

Yarımada’da kurulan hafta içi pazarları, günümüzdeki yerel semt pazarları gibi bölgede hem ticaretin gelişmesinde, hem de yeni kasabaların kurulup, büyümesinde önemli rol oynuyordu. Köylünün kendi ihtiyacından fazla olan ürünleri sattığı, yün ve çeşitli kumaşlar ile her türlü giyecek, ev eşyası, saman ve odun gibi ihtiyaç maddesine ulaşılabildiği yer pazardı. “Pazar yerlerinin seçiminde cuma namazı kılınır bir cami’in, bir hamamın veya bir kervansarayın bulunması tercih sebebiydi” (Kütükoğlu 2000: 172). XV ve XVI. Yüzyıllarda hangi nahiye merkezlerinde ve köylerde pazar yerleri bulunduğu dönemin tahrir defterlerine bakılarak tespit edilebilmektedir. Buna göre Seferihisar, Ilıca-Çeşme, Birgicik (Birgi)-Urla, Çeşmeköy (Eski Çeşme)-Çeşme, Karaburun (yeri belli değil) ve Urla’da pazar yerleri bulunmaktadır. Bugünkü Urla merkezinin, XV. Yüzyılda bir pazaryeri olduğu, zamanla bir yerleşme yeri haline dönüştüğü görülmektedir (Kütükoğlu 2010: 170, 200).

Bu durum günümüz Urla’sının üstlendiği, Yarımada’daki zirai mahsullerin toplanma merkezi ve iç ticaretin kesişme noktası olma rolünün, o yıllara kadar dayandığını göstermektedir.

Yarımada’nın İzmir merkezle ilişkisi:

XVI. Yüzyılın sonlarından itibaren toparlanarak, Avrupa devletlerinin ticaret yaptığı önemli liman kenti hüviyetini tekrar kazanan İzmir ile Yarımada’nın ilişkisini kurmak önem taşımaktadır. Daha sonraki dönemlerde Anadolu ekonomisinin bel kemiği haline gelen İzmir yerleşimi, limanı sayesinde o zamana kadar üstün konumdaki limanlar olan Ayasulug (Selçuk), Balat ve Çeşme’yi gölgede bırakarak, Anadolu’nun batıya açılan kapısı haline gelmiştir. Bölgenin Osmanlı hâkimiyetine geçmesinden yaklaşık üç yüzyıl sonra, en uçta Çeşme’de yer alan batı kapısının İzmir’e çekilmesinin Yarımada’da ne gibi değişiklikler yarattığı incelenmelidir.

Öncelikle İzmir merkezinin XVI. Yüzyıl’dan itibaren geliştiği ve farklılaştığının önemli bir göstergesi, Yarımada’nın idari teşkilatlanmasında yapılan değişikliktir. XVI. Yüzyıl başlarına kadar aynı idari çerçeve altında yer alan Yarımada ve İzmir’in, bu dönemde Çeşme, Karaburun, Hereke ve Sivrihisar Nahiyeleri Çeşme adıyla teşkil olunan kazaya bağlanmasıyla birbirinden ayrıldığı görülmektedir. Urla ve Kilizman İzmir Kazası’nda yer almaya devam etmiştir.

Diğer taraftan, İzmir nüfusça büyümüştür. Yarımada’daki köylerden İzmir’e göç yaşanmıştır. Bunun sebeplerinden biri, XVI. Yüzyıl Osmanlı’sında ve yerelde yaşanan sosyal çalkantılar, diğeri ise geçim sıkıntılarıdır (Kütükoğlu 2000:

251). Köylerin nüfusu azalırken, tarım dışı sektörde çalışıp İzmir’de yaşayanların sayısı artmıştır. Ayrıca, “XVI. Yüzyıl sonlarından başlayarak Selanik Yahudilerinin İzmir’e göç

etmeye başladıkları arşiv belgelerinden anlaşılmaktadır.

Yine bunun gibi adaların Rum nüfusundan İzmir’e göçler olması gerekir. Zira şehrin Rum nüfusu XVI. Yüzyıl’daki iki tahrir arasında Türk nüfusundan daha fazla artış göstermiştir. Nitekim Sakız’ın fethi bu iki tahrir arasında gerçekleşmiştir ve İzmir limanının Sakız ve Çeşme’nin kesin olarak önüne geçtiği XVII. Yüzyıl’dan itibaren Sakız’ın önde gelen pek çok ailesinin bu tarafa göç ettiği de bilinmektedir.

Ayrıca Ege adalarından da Anadolu’ya göçlerin yapılmış olduğu muhakkaktır. İzmir’deki Rum nüfusunun yarım asır içinde bu derecede artış göstermesinin başka izahı olamaz”

(Kütükoğlu 2000, 251-2).

İzmir limanının ticaret hacmi zamanla artmıştır. “Zira İzmir, tek bir alışveriş noktasında, Osmanlı İmparatorluğu içerisinde ve daha uzaklardaki ülkelerde bulunabilecek malların tümünün değiş tokuşunu mümkün kılıyordu”

(Maeso 2013: 27). Bölgede 1530’lı yıllara kadar sadece Ceneviz ve Venedik gibi İtalyan devletleri kendi bayrakları altında ticaret yapabilirken, 1536’da Fransız, 1580’lerden itibaren de İngilizler’in kendi bayraklarını taşıyan gemilerle gelip gitmeleri mümkün olmaya başlamıştır.

Limana bağlı olarak gelişen ticaretin dinamizmi, Anadolu topraklarındaki mamul ve ürünlerin limana akmasını sağlarken, Yarımada’da üretilen mamulleri de üzerine çekerek, iç ve dış piyasaya sevkiyatını sağlama görevini üstlenmiştir. İzmir “herkes tarafından Doğu ve Batı arasındaki ekonomik ve ticari duraklardan biri olarak sayılmıştır, tıpkı bir buluşma yeri gibi... ” (Maeso 2013: 26).

Dolayısıyla, Yarımada bu süreçte, İzmir’in art alanı haline dönüşmüştür.

Yarımada’nın jeopolitik rolü:

Batı Anadolu’dan kara yoluyla yapılacak asker sevkiyatı için Yarımada bir geçiş rotası, Çeşme Limanı ise bir aktarma üssü olmuştur. Donanmanın Akdeniz’e açılacağı zamanlarda, Anadolu’daki sipahi (atlı) askerlerin toplandığı liman hep Çeşme olmuştur. Örneğin, 1645’de Girit seferi için Rumeli askerlerinin Selanik’e, Anadolu askerinin (Kastamonu, Saruhan, Hamid, Teke, Ankara sancakları, Karaman eyaletinden Çorum, Amasya, Bozok beyleri de dâhil olmak üzere Anadolu askeri) Çeşme’ye gelerek toplanmaları emir olunmuştur. Çeşme limanına varan 60 gemi burada demir atmış, askerler gemilere bindirilerek 21 Mayıs 1645’de Sakız’a doğru yola çıkarılmıştır (Kütükoğlu, 2010: 29-30).

Yarımada’da ulaşım:

Yarımada’da bir yerden bir yere ulaşabilmenin ana aracı deniz taşımacılığıydı. Deniz ulaşımının engebeli bir coğrafyaya sahip Yarımada’da karaya göre daha kolay ve ucuz olduğu açıktır. Bu nedenle tarihi içinde işlek iskeleler ve art alanındaki yerleşimlerle, o yerleşimi diğer bir yerleşime bağlayan tali karayolu ağının izlenmesi gerekmektedir.

Karaburun yarımadası üç tarafı denizle çevrili olması ve Çeşme-İzmir karayolu aksından uzak olması nedeniyle

ulaşımda doğrudan denize bağımlıydı. Bölgede 1950’lerde karayolu etkin olmaya başlayana kadar, İzmir-Saip iskelesi arasında yolcu ve nakliye vapurları çalışmaktaydı. Ayrıca yerel ihtiyaçların ticaret yoluyla dışarıdan temini, adalarla da güçlü bir bağı doğurmuştu. Karaburun-Midilli, Çeşme-Sakız tespit edilebilen ticari bağlantılardandır (Güntürkün ve Telci, 1997: 64).

Demografik ve mekânsal değişim:

Deniz ile iç içe olan diğer coğrafyalarda olduğu gibi Yarımada’da da kültürel ve demografik bir süreklilik görülmez. Deniz, ticaret ve savaşlar, Yarımada halklarını şekillendirdiği kadar devamlı değiştiren de faktörlerdir.

Yarımada günümüze kadar sürekli göç alan ve göç veren bir bölge olmuştur.

Yarımada’nın kesintisiz Türklerin hâkimiyetine girdiği 1317 yılından bu yana demografik yapısında sürekli değişimler görülmüştür. Kütükoğlu’na (2010) göre, bölgede ağırlıklı nüfusu Müslümanlar oluşturmakta, XVI. Yüzyıl’da Urla

Yarımada’nın kesintisiz Türklerin hâkimiyetine girdiği 1317 yılından bu yana demografik yapısında sürekli değişimler görülmüştür. Kütükoğlu’na (2010) göre, bölgede ağırlıklı nüfusu Müslümanlar oluşturmakta, XVI. Yüzyıl’da Urla