• Sonuç bulunamadı

YÜKSEKÖĞRETİMİN DURUMU

Belgede tıklayınız. (sayfa 41-50)

TÜRKİYE’DE EĞİTİMİN DURUMU

YÜKSEKÖĞRETİMİN DURUMU

Eğitim hizmetinde gerçekleştirilen köklü dönüşüme paralel olarak, yükseköğretim sistemimizdeki dönüşümler de giderek derinleştirilmektedir. Bir taraftan “Bologna Süreci” kapsamında yürütülen politikalar diğer taraftan da ortaöğretimdeki yapısal dönüşümün hedefl eri ve “her ile bir üniversite” projesiyle artan üniversite sayısı, Türkiye’nin yükseköğretim sistemini ve bu sistemin içerisindeki üniversitelerimizin dönüşüm haritasını bizlere sunmaktadır.

Yeni üniversitelerin kurulmasıyla birlikte sadece eğitim - öğretim hizmeti vermesi planlanan yük- sekokul benzeri tabela üniversiteleri kurulmuştur. Sadece eğitim-öğretim hizmeti sunması planlanan ve bir nevi ortaöğretimin bir üst kademesi olarak kurgulanan bu üniversiteler ile özgür düşünce ve eleştiri kapsamında varlığını bulan bilimsel bilginin üretilmesi sürecindeki çalışmalar arasında zayıf bir bağ bulunmaktadır. Üniversitelere bugün için yüklenen işlev, bu kurumların Bologna Süreci’nin de önemli amaçlarından olan sermayenin ar-ge birimi haline gelmesidir. Eleştirel, bilimsel çalışmaların yapılabilme imkanlarını azaltan ve sadece eğitim-öğretime odaklanan bu mekanlarda bilim insanı olabilmenin yolu ise nitelik sorununa temas etmeyen sınavlardan geçirilmektedir. “Kervanı yolda düzme” mantığıyla hareket edilerek kurulan bu üniversitelerimizde fi ziki alt yapı olanaklarının yanında, akademik kadrolarının da yetersiz olmasının nedeni bu popülist mantıkla oluşturulan politi- kalarda bulunmaktadır.

Yıllar İtibariyle Üniversite Sayıları

Yıl Üniversite Sayısı

Kamu Vakıf Toplam

2002 53 23 76 2003 53 24 77 2004 53 24 77 2005 53 24 77 2006 68 25 93 2007 85 30 115 2008 94 36 130 2009 94 45 139 2010 103 53 156 2011 103 62 165

Kaynak: Yükseköğretim Kurulu’nun yayınladığı verilerden derlenmiştir.

Özellikle az gelişmiş illerde kurulan üniversitelerin, bulunduğu illerin ekonomilerine katkı yapmasının amaçlanması, öğrencinin hem üniversite hem de bulunduğu il içersinde “müşteri” olarak görülm- esini de pekiştirmektedir. Yeni kurulan üniversiteler ile köklü, büyük üniversiteler arasında “ka- lite farkı” tartışması ile üniversitelere araştırma ile eğitim-öğretim hizmeti arasında farklı işlevler yüklenebileceği ihtimali güçlenmektedir.

“Kalite”, piyasa ilişkileri içerisindeki “müşterilerin” istek ve beklentilerine uygun mal veya hizmeti tanımlayan ve eğitimin niteliğini açıklamaya denk düşmeyen bir kavramdır. Liselerde işçileştirilmek istenen ve hayat boyu “kaliteli” bir işçi olmaya çalışması öğütlenen gençler ile sadece mezun vermeyi amaçlayan üniversiteleri bitirecek gençlerin “kaderleri” bugünden örülmeye başlanmıştır. İçinde bulunduğumuz bu dönem “Hayat boyu” iş beklemeyi öğretmeyi hedefl eyen bir eğitim sisteminin, yeni beşeri sermayelerini oluşturma sürecidir. Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü OECD’nin İstihdam Raporuna göre, Türkiye’de, genç nüfustaki işsizlik oranı 1999’da yüzde 15 iken, 2008’de yüzde 20,5’e ve 2010’da yüzde 25,3’e çıkmıştır. Bu veriler gözönüne alındığında yaşamboyu öğrenme ilkesi etrafında belirlenen yükseköğretim stratejisinin yeni üniversitelerle bir nevi meslek yüksekokulları yaratmayı hedefl ediği açıkça görülebilecektir.

2002–2010 Yılları Arasında Öğrenci Sayılarında Yaşanan Değişim

YENİ KAYIT TOPLAM ÖĞRENCİ SAYISI BİR ÖNCEKİ ÖĞRETİM YILI MEZUNU

Toplam Kadın Erkek Toplam Kadın Erkek Toplam Kadın Erkek 2002 455.485 192.782 262.703 1.677.936 694.372 983.564 248.310 105.851 142.459

2010 848.894 392.669 456.225 3.529.334 1.566.701 1.962.633 488.803 224.966 263.837

Fark(+) 393.409 199.887 193.522 1.851.398 872.329 979.069 240.493 119.115 121.378

Kaynak: ÖSYM Yükseköğretim İstatistiklerinden derlenmiştir.

Torba Yasa’da yükseköğretime dair gerçekleştirilen düzenlemelerle birlikte “katkı payını” ödeyen öğrencilerin parasını ödediği müddetçe eğitim-öğretim sürecinin içinde kalmasının sağlanması da öğrencinin müşteri, üniversitelerin de şirket haline getirilmek istendiğinin bir başka kanıtıdır. Yine bu düzenlemelerle güçlendirilen “uzaktan eğitim” sistemi de AKP’nin eğitimin niteliğine değil niceliğine odaklandığının göstergesidir.

Türkiye’de Bütçeden Yükseköğretime Ayrılan Pay ve Milli Gelire Oranı

Yıllar Konsolide Bütçeye Oranı (%)Yükseköğretim Bütçesinin Yükseköğretim BütçesininMilli Gelire Oranı (%)

2002 2,55 0,89 2003 2,27 0,94 2004 2,45 0,86 2005 3,34 1,07 2006 3,35 1,04 2007 3,21 1,05 2008 3,29 1,02 2009 3,33 0,79 2010 3,24 0,91 2011 3,68 0,95

2011 yılı için yükseköğretime ayrılan pay rakamsal olarak, 11 milyar 503 milyon 927 bin 500 TL’dir ve milli gelirin %0,95’ine, Merkezi yönetim bütçesinin 3,7’sine denk gelmektedir. Bu oran, ülke- mizde yükseköğretime ne kadar önem verildiğinin görülmesi açısından önemlidir. Yükseköğretim bütçesinin %50,75’i (5 milyar 838 milyon 952 bin TL) personel harcamaları oluşturmaktadır. Sosyal güvenlik devlet primi giderleri ise 1 milyar 32 milyon 527 bin TL’dir. Mal ve hizmet alım giderleri ise 1 milyar 576 milyon 618 bin TL olarak öngörülmüştür.

Bütçeden 2011 yılı için yükseköğretime ayrılması düşünülen paylar, yapılan artışlara rağmen eğitim sisteminin en temel ihtiyaçlarını karşılamaktan uzaktır. AKP Hükümeti, eğitimi “serbest piyasa sistemi”ne açmak, üniversitelerimizi birer ticarethane gibi “işletmek” isteğini geçtiğimiz 8 yılda atmış olduğu yasal ve fi ili adımlarla pek çok kez göstermiştir. Bu anlamda 2011 yılı eğitim ve yükseköğretim bütçesi, tıpkı geçtiğimiz yıllarda olduğu gibi, yoksulluk politikaları ve paralı eğitim uygulamalarını sürdüren bir yapıda ve zihniyette oluşturulmuştur.

Yeni üniversitelerle birlikte öğrenci sayısının ve akademik personel ihtiyacının artışı ortadayken yükseköğretim bütçesinin geçmiş yıllarla hemen hemen eşit düzeyde belirlenmesi, yükseköğretim sistemimizde yaşanacak yeni sorunların habercisidir. Devlet bütçesinden yeterince kaynak ayrılmayan üniversitelerimiz, son yıllarda bilimsel üretimleri tehdit eden “kendi kaynağını yaratma” arayışları içine itilmiştir. YÖK’ün danışma kurullarında sermaye temsilcilerinin temsili ile ilgili olarak aldığı kararlar da dikkate alındığında üniversitelerin yükseköğretim kurumları olmaktan uzaklaşması ve piyasada faaliyet yürüten şirketlerden farkları kalmaması kaçınılmazdır.

Öğrencileri müşteri olarak gören YÖK’ün, üniversite yönetiminde işletmeci özelliklerine sahip kişileri görmek istemesi, üniversiteleri “kalite” derdine düşmesi gereken birer şirket olarak algılamasının bir başka sonucudur. Mali özerkliğin içini “kendi kaynağını yaratma çabası” olarak dolduran neoliberal hegemonya, akademik özgürlük ilkesinin içini de güvencesiz istihdam biçimlerinden yararlanarak boşaltmıştır. Üniversiteleri sermaye çevrelerinin Ar-Ge’si haline getirmeye yönelik politikalarda belirleyici olan neoliberal hegemonya, yükseköğretimin sadece meslek edindirme faaliyeti olarak görülmesi, öğrencilerin müşteri akademisyenlerin de parça başı iş üreten “işçiler” olarak görülmesi sonucunu doğurmuştur.

2002-2010 Yılları Arasında Öğretim Elemanları Sayısındaki Yaşanan Değişim

TOPLAM Prof. Doç. Yar. Doç Öğr. Gör Ar. Gör Okutman Uzman Diğer 2002 71.290 9.529 5.576 11.420 10.976 25.933 5.516 2.309 31 2010 105427 14571 7827 19783 16438 35.777 7.808 3.135 88 Fark (+) 34.137 5.042 2.251 8.363 5.462 9.844 2.292 826 57

Kaynak: ÖSYM Yükseköğretim İstatistiklerinden derlenmiştir.

Bu durumu en açık özetleyen uygulamayı asistanların 50/d ile istihdam edilmelerinde gözlem- lemek mümkündür. 50/d uygulaması gibi güvencesiz istihdam biçimleri asistanların üzerindeki iktidarın eline demoklesin kılıcını vermektedir. İçinden geçtikleri süreçte eleştirel düşünce ve bi- lim üretebilmelerinden ziyade akademik ve idari üstlerinin iki dudağı arasına sıkışan konumlarında,

“verilen işi” istenildiği kadarıyla yapmaları beklenen birer “nesne” olarak görülmektedir. MEB’in ücretli öğretmenlerini oluşturan siyasal perspektif asistanları da YÖK’ün taşeron işçileri konumunda sıkıştırmak istemektedir.

Son yıllarda giderek artan asistan öğrencilik uygulamaları da üniversitelerde yaygınlaşan güven- cesiz ve esnek iş tanımlı istihdam sürecini “burs” yaklaşımıyla vicdanileştirerek meşrulaştırmaya çalışmaktadır. YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan’ın araştırma görevlilerinin kadrolu istihdamından rahatsız olduğu ve esnek istihdam ilişkilerinin kurulamamasını üniversitelerin gelişimine engel teşkil ettiği yönündeki açıklamalarına eklediği “burslu sistem” önerisi bu konunun özünü ifade etmektedir. Öğrencilik döneminde başarılı kişilere bir nevi yardım mahiyetinde sunulabilecek bu uygulamanın şartları incelendiğinde kurulan ilişkinin maddi imkan yaratmaktan çok sömürü ilişkisinin ve özel- likle araştırma görevlisi statüsünün dönüştürülmesi çabasının daha egemen olduğu görülmektedir. İşçi sayılmayan ve kısmi zamanlı olarak çalışan bu öğrenciler, Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanununun 4 üncü maddesinin birinci fıkrasının (a) bendi kapsamında sigortalı sayılmakta ve haklarında sadece iş kazası ve meslek hastalığı sigortası hükümleri uygulanmaktadır. Hafta sonları, resmi tatillerde ve geceleri de çalıştırılabilmenin olanaklarının yaratılarak öğretim üyesinin emrine sunulan öğrencilerin böylesi uygulamalarla yaygınlaşan istihdam biçimleri ile araştırma görevlisi statüsünün terk edilerek güvencesiz ve esnek istihdam biçiminin egemen kılınmasının önü açılmaktadır.

Üniversitelerin dönüşümü göz önüne alındığında bu sürecin sadece istihdam biçimiyle değil birçok dinamik üzerinde de olumsuz etki yapacağı açıktır. Bu etkinin, bilginin üretim sürecinden akade- misyen yetiştirme politikalarına kadar üniversiteyi kuşatması kaçınılmazdır. Üniversitede araştırma görevliliğinde güvenceli istihdamdan güvencesiz istihdama doğru ilerleyen sürecin, ders saati karşılığı ücret verilerek akademisyenlerin istihdam edilmesine kadar uzanabileceği düşünüldüğünde, MEB’in ücretli öğretmenlik uygulaması süreci ile benzerliği dikkat çekmektedir. MEB, ücretli öğretmenlik uygulaması ile eğitimin niteliği sorunsalını gözden çıkarmışken, YÖK de izlediği politi- kalar kapsamında yükseköğretimde MEB’den farklı bir şey yapmamaktadır. Ortaya çıkan bu ortaklık, sürecin AKP kontrolünde gerçekleştirilen yapısal bir dönüşüm politikası olduğu gerçeğini bir kez daha ifade etmektedir.

Üniversitelerin birer şirket mantığıyla örgütlenmesiyle birlikte yönetimlerinin de iş dünyasından, belediyelerden, sanayi çevrelerinden gelen kişilerle oluşturulan “Mütevelli Heyetlerine” devredilmek istenmesinin nedeni ortaya çıkmaktadır. Bologna Süreci’nin önemli hedefl erinden biri olan “Mütevel- li Heyetleri” üniversitelerin piyasa güdümüne girmesindeki son adım olarak karşımıza çıkmaktadır. Yönetişim mantığının en saf haliyle oluşturulmak istenen bu kurullarla katılımcı bir yönetim oluşturulacağı savunulmaktadır. Dolayısıyla üniversitenin tüm bileşenlerinin yönetimde söz hakkına sahip olmaları olarak ifade ettiğimiz demokratik katılım talebimiz, artık üniversitelerde var olma mücadelesinin bir parçası haline gelmiş ve hayati bir önem kazanmıştır. Bu çerçevede nitelikli eğitim hakkı vurgusu, üniversitelerin yönetim mekanizmalarından, bilimsel bilginin üretim sürecine; üni- versitenin fi ziki alt yapısından bileşenlerine sunduğu sosyal imkânlarına kadar yükseköğretim hiz- metinin eşitlikçi, özgürlükçü ve demokratik ilkelerle örgütlenmesi zorunluluğunun altını çizmektedir.

AKP ve YÖK

12 Eylül’den bugüne uzun yıllar geçmiş olmasına rağmen bugün Yusuf Ziya Özcan’ın “güvenli olmayan ortamdan özgür düşünce çıkmayacağı” tespitini, daha 80’li yıllarda fark eden generaller Yükseköğretim Kurulu’nu üniversiter sistemimize kazandırmışlardır. YÖK güvenliğin sağlanabilmesi için akademisyenlerin, öğrencilerin üzerine devletin resmi tırpanını savuran ve iktidarını üniversitelerin en ücra köşesinde bile hissettiren bir kurumdur. Bu sebepledir ki YÖK ile asker postalı birbirini tamamlayan semboller olarak kullanılagelmiştir. Ancak YÖK’ün asker postalı ile birlikte anılması her ne kadar kuruluşundaki izleri güçlü bir şekilde yansıtsa da günümüzdeki dönüşümü ifade etmekte yetersiz kalmaktadır.

Günümüzdeki gelişmeler göz önüne alındığında ise YÖK’ün aradan onca yıl geçmesine rağmen siya- si iktidarlar tarafından neden muhafaza edildiği daha çarpıcı şekilde görülebilmektedir. Çünkü YÖK, denetimi ve kontrolü tekeline alarak iktidarı bir merkezde toplayan ve bu iktidarını da hükümetle- rin huzuruna sunabilen/sunan bir kurum olarak örgütlenmiştir. Daha açık söylemek gerekirse siyasi iktidarların üniversiteler üzerindeki hem kalemi, hem kılıcı olma işlevi görmektedir. Bu nedenden dolayı Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, gittiği her üniversitenin açılışında “üniversitelerin silkinerek, asli görevlerinin bilim ve teknoloji üretmek olduğunu anladıklarını” ifade etmekle beraber YÖK’ün kaldırılmasını değil yeniden düzenlenmesi vurgusunu da yapmaktadır.

Küresel rekabete açılan üniversitelerin “asli görevleri” arasında paralı eğitim, kaliteli eğitim ya da üniversitelerin sermayenin AR-GE’si haline getirilmesi gibi bir çok faktörün sayılabilmesi yanında, önemi hiç de azımsanmayacak düzeyde olan üniversitelerin daha otoriter bir yapıya dönüştürülmesi politikaları özellikle kendisini hissettirmektedir. Artan otoriterlik üniversitelerde bilginin üreti- mi, yönetim süreçlerine katılım ve eleştirel düşünebilme noktasında daha demokratik bir sürecin işlemesinin önünde ciddi bir tehdit olmaktadır.

YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan’ın “güvenli olmayan ortamdan özgür düşünce çıkmayacağı” sözüyle birlikte açılan soruşturmalar, davalar ve sivil polislere kampuslarda yer verilmesi talebi bir arada düşünüldüğünde özgür düşünceden kastın ne olduğu anlaşılmaktadır. “Paralı eğitime hayır” pankartı asan öğrencilerin tutuklanması, demokratik haklarını kullanan öğrencilere açılan soruşturmalar, da- valar ve 12 Eylül ideolojisinin kaleminden çıkarak halen yürürlükte olan disiplin yönetmelikleri, baskı ve tehdit mekanizmalarının işleyişinin boyutlarının görülmesi adına önem taşımaktadır.

Teknolojinin sadece denetim ve kontrol mekanizmaları hizmetine sunulduğu, özel güvenlik birimleri, turnikeler ve kameralar ile yüksek koruma altına alınan üniversitelerin bilim ve eleştirel düşünceyi nasıl üretmeleri gerektiği açığa çıkmaktadır. Üzerinde bu kadar göz olan öğrencilerin ve akademis- yenlerin nazardan korunabilmelerinin tek yolu sunulanı sunulduğu kadarıyla kabul etmekten geçme- ktedir. Buna karşı direnmenin sonucu ise ötekileştirilmeyi ve yalnızlaştırılmayı beraberinde getirme- ktedir.

Yükseköğretime Geçiş Sistemi ve ÖSYM

Eğitim sistemimizin omurgası haline getirilen sınav sisteminde yaşanan kopya şaibeleri ise eğitim sistemimizdeki çürümüşlüğü gözler önüne sermiştir. KPSS ile başlayarak tüm sınavlara yayılan ve

son olarak Yükseköğretime Giriş Sınavı’nda(YGS) yaşanan kopya şaibesi sadece ilgili kurumları değil eğitim sistemimizi de sorgulamamızı sağlamaktadır.

Eğitimin sınav odaklı hale getirilmesiyle birlikte sınavlar, görece iyi bir geleceğin en önemli koşulunu oluşturmuştur. Sadece birkaç saatlik sınavların sonucuna göre bireylerin başarı değerlendirilmesi yapılması, ailelerin maddi ve manevi tüm güçlerini çocuklarının gelecekleri için seferber etmelerine yol açmıştır. İlköğretimden yükseköğretim ve sonrasına kadar sınav stresi altında ezilen, eğitim siste- mi tarafından hayatlarını testler ve cevap anahtarları arasında yaşamaya zorlanan gençler bu sektörün dişlileri arasında aileleri ile birlikte ciddi bir mücadele vermektedirler.

Kopya şaibelerinin artmasına rağmen yaşananları aydınlatacak gelişmelerin olmaması karşısında AKP, günah keçisi ilan ettiği ÖSYM’nin yapısını değiştirerek kendisini aklamaya çalışmış ve çözüm üretmekten çok yeni sorunlar yaratmıştır. ÖSYM’nin yeniden düzenlenmesi ile birlikte kurumun adı değiştirilmiş, kurum personelinin bir kısmı YÖK’e gönderilmiş ve kopya şaibesinin sorumluluğu açıkça mevcut personele ve sınavlara giren adaylara yüklenmiştir. Ölçme, Seçme ve Yerleştirme Merkezi Başkanlığı adıyla yeniden örgütlenen ve tüzel kişilik kazandırılan ÖSYM’nin Başkanı geniş yetkilerle donatılmıştır.

Düzenleme ile ÖSYM bünyesinde boşalan pozisyonlar üzerinden kadrolaşmaya olanak sağlanmanın amaçlandığı açıkça görülmektedir. Bir taraftan ÖSYM bünyesindeki 318 kadronun çok büyük bir kısmı YÖK’e devredilirken diğer taraftan 180 yeni kadro talebinde bulunulmuştur. Kurumda yıllarca emek vermiş, deneyim kazanmış personel YÖK’e devredilerek şaibenin sorumluluğu altında bırakılmıştır. Oluşturulması planlanan yeni pozisyonlara gelecek personele kesenin ağzını açan AKP’nin, mevcut personeli YÖK’e devrederek cezalandırması ve kurum üzerindeki şaibeleri kaldırmayı planlaması da manidardır.

Yükseköğretimde Barınma Sorunu

Nitelikli eğitim hakkı savunusu, örgütlenen eğitim hizmetinin birçok dinamiğini alt yapı, işgücünün niteliği, hizmetten eşitçe yararlanabilme vb. konulara karşı da bir perspektif çerçevesinde yaklaşılmasını zorunlu kılmaktadır. Bu kapsamda yükseköğretim alanında hızla artan üniversite sayıları karşısında barınma sorunu önemli bir yer tutmaktadır.

AKP’nin, her ilde üniversite açarak o il çevresinde ikamet edenleri, ilköğretimde olduğu gibi “ika- metgah usulü” üniversitelere yönlendirmeyi planlaması üniversite öğrencilerinin barınma sorunlarını ikincil plana atmıştır. Kaldı ki AKP’nin yeni üniversiteleri yapılandırırken “kervanı yolda düzmek” mantığıyla hareket ettiğinin en açık göstergesini de bu üniversitelerin fi ziki ve sosyal alt yapıları oluşturmaktadır. Kuşkusuz bu alt yapı sorununun en önemli öğelerinden birisini barınma sorunu kapsamında yurtlar oluşturmaktadır.

Yükseköğrenim Kredi ve Yurtlar Kurumu (YURT-KUR) bünyesinde oluşturulan yurtların sayıları, kapasiteleri ve sahip oldukları donanımların yetersizliği karşısında, 2001’de 76 olan üniversite sayısının, 165’e çıkartılması ve artan kontenjanlar önemli bir soruna işaret etmektedir. 31 Aralık 2007’ye göre yurt sayısı 228 iken, 2009’da 236’ya çıkarılmıştır. 2010 yılı için ise Yurt-Kur 2010 Yılı Performans Programı’nda yurt sayısının yetersizliği vurgulanmıştır. Performans programında

“Yeni açılan üniversiteler ve artırılan öğrenci kontenjanları yeni yurt ihtiyacını ortaya çıkartmaktadır. Oluşan yurt ihtiyacının önceliğinin ve kapasitesinin belirlenmesi ve planlaması da bu açıdan önem- lidir.” ifadesine yer verilmiştir.

Yurt-Kur Bünyesindeki Yurt Sayıları ve Kapasiteleri

K a p a s i t e

Öğretim Yılı Yurt Sayısı Toplam Erkek Kadın 2001/02 190 182 628 83 660 98 968 2002/03 191 185 085 81 689 103 396 2003/04 199 188 779 82 753 106 026 2004/05 201 192 071 83 098 108 973 2005/06 211 194 781 83 522 111 259 2006/07 216 198 945 84 922 114 023 2007/08 222 201 637 86 083 115 554 2008/09 229 208 869 88 018 120 851 2009/10 241 222 633 92 046 130 587 2010/11 270 243 409 98 349 145 060

Kaynak: MEB 2010/2011 Örgün Eğitim İstatistiklerinden derlenmiştir.

Devlet yurtları bu durumdayken, Türkiye’de 3.671 özel yurt bulunmaktadır ve bu yurtların kapasitesi 319 bin 70’tir. Başka bir ifade ile özel yurtlar hem sayı, hem de kapasite olarak devlet yurtlarından daha fazla sayıdadır. Devlet yurtlarında barınma imkânı bulamayan çok sayıda üniversite öğrencisi her yıl ya ekonomik olarak daha pahalı ya da çeşitli cemaat ve tarikatların denetiminde faaliyet gösteren yurtlara gitmek zorunda kalmaktadır.

ÖSYM’nin yayınladığı 2009-2010 öğretim yılı yükseköğretim istatistiklerine göre üniversitelere yeni kayıt yaptıran öğrenci sayısı 835 bin 87’dir. Toplam öğrenci sayısı ise 3 milyon 493 bin 819’dur. Bu rakamlar yurtlar aracılığıyla üretilen barınma hizmetinin eksikliğinin görülebilmesini kolaylaştırmaktadır. AKP’nin üniversiteleri bir yüksekokul biçiminde kurgulamasının sonucu olarak, öğrencilerin barınma sorununun ikincil plana atılması, yurtlarda yaşanan birçok sorunun kabullenil- mesi tehlikesini getirmektedir. Bu tablo karşısında hukuksal bir değişiklikle Yurt-Kur’un Başbakanlık’a bağlanması ise siyasal olarak çok net gözüken bir durumu ifade etmektedir. Başbakan’ın doğrudan denetimi ve kontrolü hizmetine sunulan kurumlarla kişiselleştirilmiş, sosyal popülist politikalar desteklenmektedir. Öyle ki aynı statüdeki başka bir kurum olan TOKİ’de yurt yapımı hizmetine sunulmuştur.

Kişiselleştirilmiş politikalar ise kamu hizmetinin gereklerinin ve sorumluluklarının hukuktan ziyade Başbakan ile kurulan mesafeyle bağlantılı olduğu sonucunu yaratmaktadır. Kredi ve Yurtlar Kurumu (Yurt-Kur) Genel Müdürü Hasan Albayrak’ın “O yaşta kız çocuğunun başıboş sokakta dolaşması doğru değil” diye beyanatlar vermesi söz konusu mesafenin daralmasına işaret etmektedir. Yurt-Kur

Genel Müdürü’nün barınma koşullarını yükseltmeyi hedefl emesi yerine, öğrenciler üzerinde uygula- nan baskı ve ayrımcılık yaratan uygulamaları meşrulaştırmaya çalışması bu açıdan manidardır. Özel- likle kadın öğrenciler açısından yurtların giriş çıkış saatlerine uyum konusu cinsiyet ayrımcılığını açıkça ortaya koymaktadır. Erkek yurtlarında yurda giriş çıkış saatleri sorun olmazken kadınlara yönelik bu uygulama “namus bekçiliğinin” meşrulaştırılması dışında bir anlam taşımamaktadır. Öğrencilerin bu derece büyük bir kontrol ve denetim mekanizmasıyla baskılandığı yurtlarda elbette “demokratik” bir yönetim işleyişi beklenemez. Bugün üniversiteliler zamanlarının büyük bölümünü geçirdikleri yurtlarda hiçbir söz ve karar hakkına sahip değildir. Kötü ve sağlıksız yaşam koşullarına bir de baskı ve denetim mekanizmaları eklenince, devlet yurtları ancak başka türlü barınma imkânı olmayan öğrencilerin tercih ettikleri barınma yerleri haline gelmektedir. Üniversitelilerin birçoğu devlet yurtlarından neredeyse kaçmakta, daha zor koşullarda öğrenimlerini sürdürmeyi göze alıp eğitim maliyetlerini katlayan üniversite yurtları veya özel yurtlara gitmekte ya da arkadaşlarıyla toplu halde kiralık evlere çıkmaktadırlar.

Sonuç olarak Yurt Kur’un Başbakanlık’a bağlanması ve TOKİ’nin yurt yapabileceği müjdesine karşı, barınma sorununun sadece “öğrencilerin kafasını sokabilecek dört duvarın” varlığıyla ilişkili bir so- run olmadığı ortadadır. Bu sebepledir ki,

• Barınma hizmeti, tüm üniversitelilere eşit koşullarda ve parasız yararlanacakları bir hak olarak sunulmadıkça,

• Verilen hizmetler ücretsiz olarak düzenlenmedikçe,

• Yurtlardaki barınma koşulları sağlıklı bir yaşamın ve eğitim sürecinin gereklerini karşılayacak şekilde düzenlenmedikçe,

• Yurtlarda öğrenciler üzerinde baskı kurmaya dönük tüm uygulamalar, denetim ve kontrol mekanizmaları kaldırılmadıkça,

• Üniversiteliler kendi yaşam alanlarının düzenlenmesinde, ortak yaşama kurallarının belirlen- mesinde ve yurt yönetiminde söz, yetki, karar hakkına sahip olmadıkça yurtların asıl işlevlerini yerine getirmesi mümkün değildir.

Yükseköğretimin önemli bir sorunu olan bu konuyu, sadece öğrencilerin sorunu olarak görmek bir yanılsamadır. Bu çerçevede barınma hakkı kamusal, parasız, demokratik, nitelikli eğitim ve demokra- tik yaşam mücadelesinin ayrılmaz bir parçasıdır.

Üniversite ve Üniversite Çalışanlarına Yönelik Taleplerimiz ve Çözüm Önerilerimiz • YÖK kaldırılmalı, üniversiteler demokratikleştirilmelidir.

• Üniversiteler özerk, katılımcı, laik, demokratik ve çağdaş bir yapıya kavuşturulmalıdır.

• Politik yatırımlar ve oy hesabı nedeniyle, neredeyse her kentte bir üniversite açılmış, doğal ki,

Belgede tıklayınız. (sayfa 41-50)