• Sonuç bulunamadı

F- Va’d ve Vaîd Meselesinin Tarihsel Süreci

I. BÖLÜM

1.6. Şefâat Meselesi

2.1.2. Va’d ve Vaîd Haberlerinin Umum Olması

Hâs kelimesi, sözlükte “tek kalmak, ayrılmak; temyiz etmek, tahsîs etmek, birini diğerinden üstün tutmak” gibi mânalara gelen hass kökünden türemiş bir isimdir. Âmm kelimesinin mukabilidir.38 Kur’ân’da bu anlamıyla kullanılmaktadır.39 Tahsîs edilmiş olan kelimeler, her ferde fert olarak değil, içine aldığı fertlerden her birine teker teker delâlet etmektedir.40 İslâm hukukçularının çoğunluğuna göre hâs bir kelimenin mânası, aslında açıktır ve ilâve bir açıklamaya ihtiyacı yoktur. 41 Onlar bu kabulden hareketle, hâssın konulduğu mânaya kesin bir şekilde delâlet edeceği ve aksine bir delîl bulunmadıkça, bundan başka bir mânaya çekilemeyeceği konusunda birleşmişlerdir. Bu durumda hâs lafız, mutlak olarak gelmişse ve onu kayıtlayacak başka bir delîl bulunmadıkça, hüküm mutlak üzerine sâbit olur.42

Nesefî, Mu’tezile ve Hariciler’in, kişiyi günâhtan alıkoymada daha etkili olduğu için, vaîd âyetlerinin âmm olmaya daha uygun olduğu iddiasında bulunduklarını, Mürcienin ise, va’d âyetlerini âmm kabul ettiğini aktarmaktadır. Onlara göre va’d âyetlerinin âmm olması, Allah’ın rahmet, mağfiret ve af sıfatlarına

37 Âmidî, Ali b. Muhammed (v. 631h.), el-İhkâm fî Usûli’l-Ahkâm, (thk. Abdurrezzak Afifi), Dâru’s-

Samîî, Riyad, 2003, I, s. 29-30.

38 İbn Manzûr, Lisanü’l Arab, II, 1173; İsfehani, Müfredât, s. 149.

39 "Sadece içinizden zulmedenlere dokunmakla kalmayacak olan fitneden sakının ve bilin ki Allâh’ın

cezası şiddetlidir." (Enfâl,8/ 25)

40 Âmidî, Ali b. Muhammed (v. 631h.), el-Mübîn fî Şerh-i Elfâzi’l-Hukemâi ve’l-Mütekellimîn, (thk.

Hasan Mahmut eş-Şâfiî), Mektebet-ü Vehbe, Kâhire, 1993, s. 73.

41 Tehânevî, Mevsuâtü Keşşafi Istılahi’l Funun ve'l-Ulum, s. 745. 42 Âmidî, el-İhkâm fî Usûli’l-Ehkâm, II, 379-382.

99

daha uygundur. O, Mu’tezileye ait olarak aktardığı bu görüşleri benimsememektedir. Onların, Kur’ân’ı referans göstererek sahip oldukları görüşlerini, aynı şekilde Kur’ân’dan çıkarttığı sonuçlarla reddetmektedir.43 Mu’tezile, “Kim bir mü’mini

öldürürse, onun cezâsı cehennemde ebedî kalmaktır”.44 âyetine dayanarak, mü’min

bir kimsenin bile bile öldürülmesi veya benzeri büyük bir günah sebebiyle azâbın gerekliliğini savunmaktadırlar. Onlara göre, yalanı ispat anlamına geleceği için vaîdden caymaya gerek yoktur. Tahsîs delillerinden uzak olan sözün umum içermesinin zorunluluğu sebebiyle, âmm olan bir haberi, tahsîs etmenin gereği de yoktur.45

Yukardaki görüşleri aynen kabul eden Kâdî’ya göre yalan; birşey hakkında, gerçeklere aykırı olan haberler vermektir. Allah için yalan imkansızdır. Ona göre, âmm olan sigâlar, husus delillerinden uzak olduğunda, lafzın, ele aldığı fertlerin tamamını kastettiği anlamına gelir. Sanki o lafzın sahibi, her ferdi kendine ait ismiyle zikretmiştir. O lafzın tahsîsine dair söz söylemeye gerek yoktur. Çünkü tahsîs, tahsîs edilenin âmm olan ifadeye dahil olmadığına delildir. Bu da ancak ifadeye bitişik bir delille gerçekleşir. Eğer yoksa, sigâ, delilden uzak olmuş olur. Delîl yoksa umum ifade edilmiştir. Bundan sonra umum içeren ifadeden bazı şeyleri çıkartmak ancak nesh veya bu zamana kadar sâbit olan hükmü kaldırmakla mümkündür. Bu durum, emir ve nehiylerde görülür. Haberlerde tasavvur edilemez. Çünkü bu şekilde, haberler yalana dönüşür. Bu da Allah hakkında imkansızdır.46

Nesefî, kendinden önceki âlimlerin, bu konuda şiddetle tartışmalara girdiğine değinerek, Mu’tezilenin, “umuma olan itikat vâciptir” sözlerini kabul etmemiştir. O’na göre umum lafızla hususun kast edilmesi, dilciler arasında yaygındır. Hatta bu, umum olduğu halde hakikati ifade etmenin çoğunlukla tercih edilen yoludur. Aynı şekilde, mensup olduğu kelâmî ekolün kendinden önceki âlimleri yanında, takyid delillerinden uzak olan bir ifâdeyle, takyidin kastedilmesinin câiz görüldüğünü

43 Nesefî, Tabsıratü’l-Edille, II, 384. 44 Nisa, 5/93.

45Kâdî Abdülcebbâr, Şerh, s136.

100

söyler.47 Örneğin Mâtürîdî, Mürcie’nin va‘d âyetlerini âmm kabul etmekle Mu‘tezile ve Hâricîler’den daha gerçekçi davrandığını ve sahip oldukları bu görüşlerinin, Allah'ın rahmet, af ve mağfiret sıfatlarına daha uygun olduğunu söylemektedir.48 O, Allah’ın şirk dışındaki bütün günâhların affedilebileceğine dair va’di dolayısıyla, vaîdin hususiliğini daha isâbetli görmüştür. Çünkü vaîdin gerçekleşmesi, haramın helâl kılınmasına ve günâhta ısrar edilmesine bağlıdır.49

Takyid edildiğini gösteren bir karîne olmamasına rağmen, lafzın takyid edilebileceği iddiasını reddeden Mu’tezile, âmm ve mutlaktan sonra gelen takyid ve tahsîs delillerini, nesh olarak kabul edip, beyan olarak kabul etmemektedir. Oysa Nesefî, âmm ve mutlaktan sonra gelen takyid ve tahsîs delillerini, beyan olarak kabul etmektedir.50 Nesefî, her iki grubun da, bu konunun aslını, vaîd meselesinin neticesi olarak kabul ettiklerini aktarmakta olup konuyu şu şekilde neticeye bağlar:

“Umum zikredilir ve bununla husus kastedilir. Sonra gelen husus ve kayıt delilleri, maksadın beyanı içindir, neshedilmesi için değildir. Husus ve kayd delillerinden uzak olan sigâ, umum ve ıtlak anlamına gelmez. “Bu sözleriyle onlar, Mu’tezile’yi reddetmişlerdir. Bizim diyarımızda bulunan hocalarımız, bu görüşe sahip olan kimselerin görüşlerini reddetmişler ve onları, Mu’tezile’ye nispet etmişlerdir.”51 Onlar, hâs delillerinden uzak olan bir sigânın, konuşanın, umum kastettiğinin delîli olacağını söylemektedirler. Sanki konuşan kimse, kullandığı umum içeren ifadeyle fertleri özel isimleriyle zikretmiş gibidir. Böyle bir durumda, bu sözü tahsîs etmenin imkanı yoktur. Mu’tezile, bu şartlarda bir haberin ancak nesh yoluyla umum hükmünden çıkartılacağını söylemektedir. Ayrıca, yalana götürmesi sebebiyle haber olan bir sözün nesh edilemeyeceğini savunmuşlardır.52

Konu ile ilgili nasslarda zikredilen haberlerin âmm veya hâs olmasını daha çok semantik metotla tartışan Nesefî’ye göre, va’d ile ilgili âyetlerden, âmm olmayan

47 Nesefî, Tabsıratü’l-Edille, II, 383. 48 Mâturidi, Kitabu’t-Tevhid, s. 441.

49 Sönmez Kutlu, “Va’d ve Vaîd”, DİA, TDV. Yayınları, İstanbul, 2012, c. 42, s. 414- 415. 50 Nesefî, Tabsıratü’l-Edille, II, 383; Kâdî Abdülcebbâr, Şerh, s. 560.

51 Nesefî, Tabsıratü’l-Edille, II, 384. 52 Nesefî, Tabsıratü’l-Edille, II, 370.

101

sigâlar ile gelenler olduğu gibi vaîd âyetlerinden de bu şekilde olanlar vardır. Bu âyetlerin tamamını âmm ifadeler olarak çevirmeye gerek yoktur.53 Bu, Allah’ın âyetleri arasında çelişkinin tespiti olarak anlaşılır. Böyle bir yaklaşım, hikmet dışı, faydasız bir iştir.54 O, günâhkarları, cehennem azâbıyla tehdit eden bütün haberlerin, “Allah, kendisine şirk koşulmasını affetmez, bunun dışındakileri ise, dilediği kimse için affeder.”55 âyetinin istisnâsı kapsamında değerlendirir.56

Va’d ve vaîd ilkesinin en önemli maddesi kebîre meselesidir. İşlemiş olduğu günâh sebebiyle, kebîre sahibini, ebedîyen cehennemlik kabul eden Hâricilerin yanında, günâhının ona zarar vermeyeceğini, hesabının ise Allah’a kaldığını iddia eden ircâ ehli kimseler vardır.57 Bu iki uç görüşün ortasında yer alan başka görüşler de ileri sürülerek, konunun tartışılması sürdürülünce, derin ayrılıklar baş gösterdi. Ehl-i Sünnet ismi altında kabul edilen kelâmî ekoller ise, kebîre sahibinin, kesin olarak azâp göreceği görüşünü reddederek, bu konunun Allah’ın dilemesine bağlı olduğunu söylemektedirler.58 Mu’tezile, önemli bir mesele olarak konuyu ele alınca, muârızları da konu üzerinde yoğunlaşıp, onlara delilleriyle cevap vermeye yöneldiler.59