• Sonuç bulunamadı

F- Va’d ve Vaîd Meselesinin Tarihsel Süreci

I. BÖLÜM

3.4. Kebire Sahibi Fâsık

Va’d ve vaîd ilkesinin önemli maddelerinden biri de, kebîre meselesidir. Bu sebeple büyük günâh konusu, bütün kelâmî ekollerin gündemini meşgul etmiştir. Mu’tezile, önemli bir mesele olarak bu konuyu ele alınca, muârızları da konu üzerinde yoğunlaşıp, onlara delilleriyle cevap vermeye yöneldiler.28

Bu konuda, en farklı yaklaşım Mu’tezileye aittir. Buldukları bu kavramı ise, beş inanç esasından biri olarak belirlemişlerdir.29 Kâdî, büyük günâh işleyen kimseyi fâsık olarak isimlendirerek, ne mü’min ne de kâfir olarak isimlendirilemeyeceğini söylemektedir.30 Kâdî, “Hiç îmân edenlerle, fâsık olanlar bir olur mu? Eşit olmazlar.”31 Âyetinden hareketle, îmân edenle, fâsık olan kimselerin ayrı ayrı kimseler olduğunu iddia etmiştir. Buradan hareketle, fâsık bir kimseye mü’min muamelesi yapılamayacağını ve fâsığın, mü’minlerin karargahı olan cennete giremeyeceğini belirtmiştir.32

Nesefî, Ümmetin büyük günâh işleyenin isminin fâsık olmasında ittifâk ettiklerini, mü’min, kâfir ve münâfık isimlerinde ise ihtilaf ettiklerine işaret ederek, kendilerinin, ümmetin ittifâk ettiği fâsık ismini alıp, ihtilaf ettikleri diğer isimleri bıraktığını söylemektedir. O’na göre, kebîre sahibi fâsıktır, kâfir değildir, münâfık değildir, mü’min değildir. Çünkü kebîre sahibi, fâsık, zâlim, günâhkar gibi isimlerle adlandırıldığında, güzel isimlerle adlandırılması uygun değildir. Mü’min ise güzel isimlerdendir.33 O’na göre, kebîre sahibini günâh işlemeye sevk eden duygu,

28 Işık, Kemal, Mu'tezile'nin Doğuşu Ve Kelâmî Görüşleri, AÜB.196, s. 52. 29 Şehristani, el-Milel, s. 57-58.

30 Kâdî Abdülcebbâr, Şerh, s. 702. 31 Secde, 32/18.

32 Kâdî Abdülcebbâr, Şerh, s. 670. 33 Nesefî, Tabsıratü’l-Edille, II, 371.

137

yalanlama duygusu değil, aksine bir şehvet sebebiyle veya Allah’ın kendisini affedeceği düşüncesiyle bu günâha yönelmiş olmasıdır.34

Kebîre sahibinin hak ettiği isim konusunda, kelâmî ekollerin ihtilâf ettikleri hususlar bir yana bırakılıp ittifâk noktaları ele alındığı takdirde, büyük günâh işleyenin, fâsık kabul edilmesi gerektiği ortaya çıkar.35Nesefî de bu görüşte olup, büyük günâh sahibi kimse için, ümmetin ittifâk ettiğini söylediği "fâsık" ismini kullanmayı tercih etmektedir.36 Fakat, Kâdî, fâsık kelimesinin kullanımında, başkalarının değil de kendi mezheplerinin, ümmetin icmâsına uygun davrandığını iddia etmektedir.

Nesefî, Mu’tezilenin icmâ iddiasının, bâtıl bir söz olarak niteler. O’na göre, Mu’tezile çıkmadan önce, ümmet üç görüş üzerinde bulunuyordu. Ümmet, bu üç görüş dışındaki yaklaşımların bâtıl oluşunda icmâ etmişti. Mu’tezile, dördüncü bir görüş ortaya atınca, icmâya muhâlefet etmiş oldu.37 Nesefî, bir icmâdan bahsedilecekse, ümmetin icmâsının bu şekilde olduğunu, bu görüşlerin dışındaki görüşlerin ise bâtıl olacağını söylemektedir.38

Kebîre sahibine, hem Kâdî hem de Nesefî “fâsık” isimini kullanmayı tercih eederler. Fakat her ikisinin de bu kelimeye yükledikleri anlam ve neticeleri birbirinden farklıdır. Kâdî’ya göre bu “fâsık” ebedîyen cehennemde olacaktır, Nesfi’ye göre ise bu “fâsık” neticede ebedîyen cennette kalacak olan bir mü’mindir.

Kâdî, kebîre sahibi hakkında, ümmetin ittifâk ettiği ismi aldıklarını söyleyerek, konu hakkındaki sahip oldukları görüşü kuvvetlendirme çabası, tutarsız görünmektedir. Çünkü, kendinden önce geçmiş olan ilk neslin düşüncelerini önemsediklerini iddia eden Kâdî, kebîre sahibinin âhiretteki durumu hakkında, ne

34 Nesefî, Kitâbü’t-Temhîd, s. 359.

35 Yavuz, Yusuf Şevki “Fâsık”, DİA, TDV. Yayınları, İstanbul, 1995, XII, s. 202-205; Şehristanî, el- Milel, s. 63.

36 Nesefî, Tabsıratü’l-Edille, II, 382. 37 Nesefî, Kitâbü’t-Temhîd, s. 362. 38 Nesefî, Tabsıratü’l-Edille, II, 374.

138

âyette ne hadislerde ne de selef arasında hiçbir kimsenin ifade etmediği bir fikre sarılmıştır.

Kâdî, kebîre sahibi fâsığın, îmândan çıktığı inancındadırlar. Bunu kesin bir dille reddeden Nesefî’ye göre, fâsık konusunda haklı olduklarının delîli, îmânın tasdîk mânâsına gelmesidir. Tasdîk kelimesinin zıddı ise yalanlamadır. Tasdîk, tekziple yer değiştirmedikçe kişi mü’min kalır. Nitekim kişi ayaktaysa ve oturarak durumunu değiştirmediyse, ayakta kalmaya devam eder. Tasdîkle tekzip arasında şüpheden başka bir şey bulunmaz. Kişi ya îmân eden mü’mindir ya da inkar ve şüphe içindedir. Şüphe içinde olması da küfürdür. Îmânla küfür arasında ara bir yer bulunmaz. O, bütün bunlardan dolayı, Mu’tezilenin, ne mü’min ne de kâfir olarak kabul etmediği büyük günâh sahibi olan kimseyle ilgili “el-Menzil beyne’l- menzileteyn” sözünün imkansız ve akıl dışı olduğunu iddia eder.39

Nesefî, kendisiyle muhâlifleri arasındaki ihtilafın, bu fâsık hakkında olduğunu söyler. O, bu fâsığın, emredeni hafife aldığı için veya inkar etmek için emre karşı gelmediğini ifade eder. Aksine, tembellikten, kibirden, şehvetin galebe çalmasından veya affedilme ümidiyle emre karşı gelmiştir. Bu açılardan emre karşı gelmekle veya emre uymaktan kaçınmakla, tasdîk arasında tezât olmadığına değinen Nesefî, bunların olması, tasdiğin ortadan kalkmasını zorunlu hale getirmez. Aksine, tasdîk mevcuttur ve bu konuda kendileriyle muhâlifleri arasında bir ihtilaf olmadığını belirtir.

Nesefî’nin bu yaklaşımını ve değerlendirmesini yerinde ve isabetlidir. Özellikle, insanın fıtratının ve günâha meyilli zayıf yapısının etkisiyle düşebileceği günâhları anlatan âyet ve hadisleri değerlendirdiğimizde,40 bu yaklaşımlar daha da yerinde görünmektedir. Kalbinde îmân olan mü’min bir kimsenin, günâha hatta büyük günâh kabul edilen bir davranışa meyletmeyeceğini söylemek, Kur’ân’ın

39 Nesefî, Tabsıratü’l-Edille, II, 372. 40 bkz. Ahzâb, 33/ 72.

139

anlattığı insan yapısını göz ardı ederek41 kişinin kendi zihninde oluşturduğu ütopik bir insan modelini savunmakla ancak mümkün olabilir.

Aslı tasdîk olan îmânın kalpte varlığını devam ettirmesi, kulun tümden bu tasdiği yok edecek bir davranış yapmasıyla ortadan kalkar. Günâhkar kulların işlemiş oldukları günâhlar, inkar maksatlı olmadıktan sonra, ancak yaratılıştan sahip oldukları meyillerine yenik düşmelerini gösterir. Elbette bütün bunlar, günâhların cezâsının olmayacağını iddia etmek anlamında değildir. Büyük günâhlar, sahibinin karşılığında cezâ görebilecekleri günâhlardır fakat tümden îmânı ortadan kaldıracak tekzip ve inkar anlamına gelmemektedir.

Nesefî, Kur’an’da yer alan fâsık kelimesinin bazen kâfir anlamında bazen de günah sahibi mü’min anlamında kullanılmasından hareketle, âyetlerlerde geçen fâsık kelimesini, “mutlak fâsık” ve “mü’min fâsık” olarak iki kısma ayırmıştır.42 Mutlak fâsık ilâhî emirlere hiçbir noktada itâat etmeyen ve her bakımdan âsi olan kimsedir ki buna kâfir denir. Mü’min fâsık ise îmân esaslarını tasdîk ettiği halde tembellik, gaflet ve şehvet sebebiyle ilâhî buyruklardan birine itâat etmeyen kişi olup sadece bir veya birkaç noktada fısk içinde bulunur. Bu tür bir itâatsizlik, sahibinin îmânını yok etmeyeceğinden, bu anlamdaki fâsık mü’mindir.

Bu şekilde bir ayrım yaparak konu ile ilgili sorunları kendisi açısından çözen Nesefî, Kâdî’nın delîl olarak işaret ettiği âyetin43 de mutlak fâsık hakkında geldiğini, oysa mü’minin mutlak fâsık olmadığını, aksine işlemiş olduğu mâsiyetten dolayı fâsık olacağını söyler. O’na göre “mü’min fâsık”, kendinde bulundurduğu îmân ve itâattan dolayı itâatkardır. Bütün açılardan fâsık olan kimsenin, ne yanında tâat vardır ne de herhangi bir açıdan tâatla vasıflandırılır. Bütün tâatların başı olan tasdîk tâatına sahip olan bir kimse asla mutlak fâsık değildir. Bu konularda ilmi olmayan kimselerin ağzında, mutlak fâsığın kebîre işleyen kimseler olduğu ifadesinin

41 Âl-i İmrân, 3/135-136. Bu ayetleri değerlendiren Mâturidi, günahkar kimselerin tevbe ederek,

kendileri için cennet hazırlanan müttakilerden olacağını veya Allâh’ın affı sebebiyle, o günahkarların günahlarını affederek, onlara, kendileri için cennet hazırlanan müttakilerin sahip olduğu nimetlerin benzerlerini vereceğini söylemektedir. (Mâturidi, Te’vîlâtu Ehli’s-Sunne, I, 314.)

42 Nesefî, Tabsıratü’l-Edille, II, 382. 43 Secde, 32/18.

140

bulunduğuna işaret eden Nesefî, bu yanlış inancın, insanlar arasına Mu’tezile’nin telkiniyle girmiş bâtıl bir bilgiden ibaret olduğunu söylemektedir.44

Kâdî, kendi görüşlerini destekleyen bir delîl olarak bu âyeti kullanırken, âyetin anlaşılmasını kolaylaştıran sebebi nüzül rivâyetlerini dikkate almamaktadır.45 Âyette, mü’min ile fâsığın eşit olmayacağı ifade edilmektedir. Âyetin bu kısmında yer alan eşitlik kelimesinden hangi mânânın kast edildiğine yönelik birçok görüş ileri sürülebilir. Bu eşitlikten kasıt, mü’minle fâsığın dünyadaki değerleri olabileceği gibi, âhiretteki durumları da olabilir. Her iki hayatta da mü’min ile fâsığın eşit olmaması, bütün tarafların kabul ettiği bir hakikattir. Âyetteki bu eşitliği, îmân ile küfrün eşit olmamasındaki mânâya hamletmek, önceden sahip olunan görüşlerin, yorum ve çıkarımlara etkisinin açık örneklerindendir. Âyetin devamında geçen, "yalanlamakta olduğunuz azâbı tadın" bölümü, Nesefî'nin de açıkladığı gibi, azâp ve benzeri haber verilen hakikatlerin aslını inkar eden ve bunların meydana gelmeyeceğini iddia eden kâfirlerin veya müşriklerin sözlerindendir.

Nesefî’nin bu görüşü, fâsık kelimesinin geçtiği âyetlerin bağlamına göre, inkar eden kâfir veya günâhkar mü’min anlamına geleceğini söyleyen Maturidi’nin görüşüyle paraleldir.46 Bir de âyette karşılaştırma yapılırken, îmân eden ve sâlih ameller işleyenlerden bahsdildikten sonra, onların mukâbili olarak zikredilen fâsıkların, işlemiş olduğu amellerden bahsedilmemesi de, burada zikri geçen fâsıklardan kastın kâfirler olduğu anlamını güçlendirmektedir. Çünkü ameller, ancak îmân olduğu zaman bir değer kazanmaktadır.47

44 Nesefî, Tabsıratü’l-Edille, II, 382.

45Tefsirlerde, bu ayetin iniş sebebi olarak, müşriklerin elebaşlarından olan Ukbe bin Ebi Muayt'ın,

Bedir Savaşında karşısına çıkan Hz. Ali'yi küçümseyerek, kendisiyle eşit olmayacağını söyleyerek hakaret ettiği rivayet edilmektedir. Bunun doğru olduğunu kabul eden Hz. Ali ise, eşit olmamalarının sebebinin, kendisinin mümin, karşısında yer alan müşriğin ise fâsık olmasından ileri geldiğini söyler. Ayet, Hz Ali'nin bu sözünü destekleyen bir lafızla iner. (bkz. Mâturidi, Te’vîlâtu Ehli’s-Sunne, IV, 91.)

46 Mâturidi, Te’vîlâtu Ehli’s-Sunne, IV, 91. 47 Râzî, Mefâtihu’l-Ğayb, XXV, 183.

141