• Sonuç bulunamadı

Turgut Özal (1983-1991) ve Aydınlar Ocağı

BÖLÜM 3: AYDINLAR OCAĞI’NIN KURULUŞU VE TÜRK SĐYASĐ

3.2. Aydınlar Ocağı’nın Türk Siyasal Hayatına Etkileri

3.2.3. Turgut Özal (1983-1991) ve Aydınlar Ocağı

Türkiye’de Yeni Sağ’ın sadece 12 Eylül’ün askeri rejimi ile özdeşleştirilmesinin yetersiz olduğu; Türk Đslam Sentezi ile donatılmış bir serbest piyasacılık düşüncesinin askeri rejimden sonra Turgut Özal liderliğindeki Anavatan Partisi (ANAP) tarafından temsil edildiği söylenebilir. Turgut Özal, 1965 yılında Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) müsteşarlığına atanmıştır. Ancak 12 Mart 1971 yılında siyasi ve bürokratik kadroların tasfiye edilmesiyle birlikte Özal da DPT’den ayrılmış ve ABD’ye Dünya Bankası’nda çalışmak üzere gitmiştir. 1973’te Türkiye’ye döndüğünde Aydınlar Ocağı toplantılarına büyük önem göstermiştir. Aydınlar Ocağı üyesi olmamakla birlikte, 1980 öncesinde de Ocak bünyesinde yapılan, ilmi seminer ve toplantılarda gerek dinleyici gerekse konuşmacı olarak bulunmuş ve Ocak’ın fikri atmosferinden etkilenmiştir ve kendisi de Aydınlar Ocağı’nı etkilemiştir.

Turgut Özal, Aydınlar Ocağı toplantılarına katılmaya başlayınca Devlet ve Millet Hayatının Bugünkü Çıkmazları, Đçinde Bulunduğumuz Buhran ve Anayasa, Basın Meselemiz, Çalışma Hayatımız, Dış Politika Üzerine gibi… Turgut Özal’la birlikte Ocak artık dışarıya da açılmaya başlamış Büyük Tarabya’da, Intercontinental’de, Sheroton’da, Divan Oteli’nde salonlar kiralayarak daha büyük toplantılar yapmaya başlamıştır. Bu büyük toplantıların bazıları bazen birkaç konuşmacının bazen de, Divan Oteli’nde mesela, sadece Turgut Özal’ın çeşitli konularda yapmış olduğu konuşmalar

148

Otel’de yapılan “Türkiye’nin Sosyo-Kültürel ve Ekonomik Meseleleri” başlıklı toplantının çok önemli olduğunu belirtmektedir. Bu toplantıda, Özal o zamana kadar söylemiş olduklarını adeta bir bütün halinde gündeme taşıdığını, “Devlet nasıl olmalıdır?”, “Devletin organları nasıl olmalıdır?”, “Đktisadi bakımdan gelişmeler nasıl olmalıdır?”, “Bu gelişmelerde T.C devletinin dünyaya açılan perspektifi ne olmalıdır?” soruları çevresinde bir konuşma yaptığını belirtmiştir. Ayrıca Eriş, “Özal’a üyelik

teklifinde bulunulduğunu ancak belki de siyaseten bir gelecek zemininde olmasından olsa gerek üyelik tekliflerini kabul etmediğini belirtmiştir (Kişisel Görüşme, 2010).

Gerçekten de Özal’ın siyasete hep sıcak baktığı söylenebilir. Çünkü Özal, 1977 Genel Seçimlerinde MSP’den Đzmir milletvekili adayı olarak adaylığını koysa da seçilememiştir. Sonrasında III. Milliyetçi Cephe Hükümeti döneminde Devlet Planlama Teşkilatı müsteşarlığına getirilen Özal, tarihe 24 Ocak kararları olarak geçen kararlara imza atmış ve 12 Eylül döneminde kurulan Bülent Ulusu hükümetinde (12 Eylül 1980-13 Aralık 1983) ekonomiden sorumlu Başbakan Yardımcılığı yapmıştır.

Evren’in, 29 Nisan 1983’te seçimlerin 6 Kasım 1983 tarihinde açıklaması ve 15 Mayıs’tan itibaren siyasi parti kurma başvurularının başlayacağını bildirmesi üzerine hemen 15 Mayıs’ta ilk olarak Orgeneral Turgut Sunalp tarafından Milliyetçi Demokrasi Partisi (MDP), kurulmuştur. Hemen arkasından Emekli Orgeneral Ali Fethi Esener başkanlığında Büyük Türkiye Partisi (BTP), Prof. Dr. Erdal Đnönü tarafından Sosyal Demokrat Parti (SODEP) ve Başbakanlık Müsteşarı Necdet Calp tarafından Halkçı Parti (HP) kurulmuştur (Dursun, 2005: 117). Turgut Özal da 14 Temmuz 1982’de bu görevinden istifa etmiş ve 20 Mayıs 1983’de Anavatan Partisi’ni (ANAP) kurmuştur. Ancak Özal, Anavatan Partisi’ni kurarken aslında iktidara gelemeyeceğini düşünmekteydi. Bunu “…biz Türk milliyetçi-muhafazakâr, Türk-Đslam dünyası

düşüncesi içersinde olan insanların kurmuş olduğu bu partinin bu dönem iktidar olma

şansı yok" sözleri ile ifade etmiştir (Eriş, Kişisel Görüşme, 2010). Aslında Özal, 12

Eylül sonrasında Süleyman Demirel, Necmettin Erbakan, Alpaslan Türkeş ve Bülent Ecevit’in yasaklı hale gelmesinden dolayı şanslı sayılabilirdi. Ancak Özal’ın iktidara gelemeyeceklerini düşünmesinin altından başka bir nedenin yattığını söylemek mümkündür. Çünkü Evren ve arkadaşları MDP’nin kurulmasında katkıda bulunmuşlar ve seçimde açıkça olmasa da onu MDP’yi desteklemişlerdir.

149

Turgut Özal’ın Anavatan Partisi (ANAP), MGK’nın 6 Kasım seçimlerine girmesine izin verdiği üç partiden biridir1. Neticede ise ANAP %45,1 oy oranıyla salt çoğunluğu kazanmış ve mecliste 211 sandalyenin sahibi olmuştur. HP, %30,5 oy oranıyla 117, MDP %23,3 oy oranıyla 71 sandalye kazanmıştır (Dursun, 2008: 396). Özal, “…şansımız yok, seçimleri MDP kazanacak ama biz alternatif parti olarak kalacağız,

onun için sağlam zemine basmamız lazım, MDP kazandığı vakit de çok fazla iktidarda kalamaz zaten çünkü askerlerin desteklemiş olduğu bir parti olduğu için belli bir zaman sonra yıpranacaktır, biz ikinci parti olarak ama büyük parti olarak gireceğiz” (Eriş,

Kişisel Görüşme, 2010) ifadelerini kullansa da tarihin tam tersi istikamette de akabileceğini tahmin edememiştir. Evren açıkça belli etmese de seçimden bir gün önce televizyonda yaptığı konuşmasında Özal’ı üstü kapalı bir şekilde eleştirirken, Sunalp’i tutar gibi gözükmesinin MDP’nin başarısını olumsuz etkilediği ileri sürülmektedir (Dursun, 2005: 125).

ANAP, 12 Eylül darbesiyle kapanan AP, MSP ve daha ağırlıklı olarak MHP kökenli kadroları kendi bünyesinde toplamıştır. Gerek Turgut Özal’ın milliyetçi muhafazakâr kişiliğinin gerekse bu durumun 1980’lerde dünyada yükselen yeni sağın milliyetçi, muhafazakâr ve mukaddesatçı politikalarını partiye taşımakta son derece etkili olduğu söylenebilir (Öğün, 2000: 147).

Ancak Eriş (Kişisel Görüşme, 2010) genel seçimlerden sonra, Prof. Dr. Sabahattin Zaim’in “…gerçek halkın nabzını tutmak istiyorsan bunlarla arada sırada bir araya

gel!” uyarısına Turgut Özal’ın “ben size söz veriyorum bundan böyle en az üç ayda bir biraraya geleceğiz, istişare edeceğiz çeşitli meselelerimizi ve sizin sesinizi duyuracağım, Anadolu’da da yapacağım bunu…” sözleri ile cevap vermesine karşın bu

sözünü gerçekleştirmediğini ve üçüncü toplantıdan sonra Özal’ın Ocak üyeleri ile özel olarak bir araya gel(e)mediğini ifade etmiştir. Ocak, Özal’la eskisi gibi iletişim kuramasa da dönemin Devlet Bakanı Kazım Oksay ve Diyanet Đşleri Başkanı Mustafa Sait Yazıcıoğlu2 da Aydınlar Ocağı toplantılarına iştirak etmişlerdir. Eriş’in ifadesiyle

1 6 Kasım seçimlerinde partilerin seçimlere girmesine ve adayların onaylanmasına izin veren mercii

MGK’dır. MGK, yeni siyasi partilerin kuruluşuna izin verilmesinden sonra kurulan partilerden sadece ANAP’a, Halkçı Parti’ye (HP) ve Milliyetçi Demokrasi Partisi’ne (MDP) izin vermiştir. Sosyal Demokrasi Partisi (SODEP) ile Doğru Yol Partisi (DYP) MGK’dan izin alamamıştır (Dursun, 2008: 395).

2 Mustafa Sait Yazıcıoğlu, Tayyar Altıkulaç’tan görevi 1987’de devralmış ve 1992’ye kadar Diyanet

150

(2009: 220), “…Turgut Özal, artık bâzen Aydınlar Ocağı’nın toplantılarında

protokolün Başbakanı, bâzen seyahatlerde samimî ve yakın eski bir dost, bâzen etrâfı kalabalık devlet adamı hâline gelmişti…”

Neticede Özal’ın iktidar yıllarında Aydınlar Ocağı ile örtüşen fikirlerini uygulama imkanı bulsa da Ocak’la iletişiminin eskisi gibi olmadığı hatta koptuğu söylenebilir. Örneğin Özal 1978 yılında Milliyetçiler III. Đlmi Kurultayı’nda sunduğu bildiride (1978: 43),

“Bizim Milliyetçilik anlayışımızda, milleti meydana getiren fertlerin kabiliyetlerinin azamiye çıkartılması ve bunlardan teşebbüs gücü olanlarının memleket yararına çalışmalarının temini önemli hedeflerden biri olmalıdır. Devletin rolü esas itibariyle siyasi ve sosyal güç olarak önde gelmelidir. Aksi takdirde karma ekonomi sisteminde, iktisadi devlet teşekkülleriyle, özel teşebbüse aynı eşitliği sağlayamıyorsunuz, birine ayrıcalıklar yapmaya başlıyorsunuz… Mümkün olan, tabii hedef olarak, en kısa zamanda sanayileşme, hızlı bir sanayileşmedir.”

sözleri ile milli iktisat politikasının, serbest piyasa ekonomisine dayanması gerektiğini vurgulamış ve aslında bu politikanın sinyallerini vermiştir. Sonrasında ise ekonomiye yön veren isim olarak 24 Ocak kararlarının alınması1 ve 1983’te iktidara geldiğinde de uyguladığı iktisat politikasıyla, geleneksel ithal ikameci sanayileşme politikasının yerine ihracata yönelik bir iktisat politikası anlayışını sürdürmüştür (Aydın, 2007). Eriş, 24 Ocak kararlarının da aslında Ocak bünyesinde görüşülen düşünceler olduğunu ve geçmişte yapılan toplantı ve konferansların birikiminin akışlarından birisi olduğunu söylemektedir. Süleyman Yalçın da (1988: 5-6), 28-29 Nisan 1979 Dedeman Otel’de iki gün süren “Türkiye’nin Sosyo-Kültürel ve Ekonomik Mes’eleleri” isimli ilmi seminerde Prof. Dr. Muharrem Ergin tarafından “Sosyo-kültürel mes’elelerimiz,” Prof. Dr. Orhan Aldıkaçtı tarafından “Anayasa ve Hukuk”, Gültekin Samancı tarafından “basın” Refik Sönmezsoy tarafından “çalışma hayatı”, Emin Aytekin tarafından “dış siyaset” ve

1 24 Ocak kararları 1980 yılında dönemin Başbakanı Süleyman Demirel tarafından o dönemde

Başbakanlık ve DPT Müsteşarı olarak atanan Turgut Özal’ın oluşturduğu bir teknokrat grup tarafından hazırlanmıştır. 24 Ocak kararlarının üç temel unsura dayandığı söylenebilir. Bunlardan ilki döviz kuru politikasında sabit döviz kuru rejiminden giderek uzaklaşıp, ekonominin gereklerini yansıtan daha esnek bir döviz kuru rejimine geçiş politikasıdır. Đkincisi, yurt içi fiyat politikasıdır. Bu politikayla, Kamu

Đktisadi Teşebbüsleri (KĐT) ürünlerinin fiyatlarının devlet müdahalesi asgari düzeye indirilerek piyasa

koşullarından serbestçe belirlenmesi yetkisi KĐT yöneticilerine bırakılacaktır. Üçüncüsü ise, kurumsal reformlardır. Bu çerçevede ekonomik politikaların koordinasyonunu sağlamak için” Koordinasyon Kurulu” kurulmuş ve Başkanlığına dönemin Turgut Özal getirildiği bu kurul, Maliye, Sanayi ve Ticaret, Enerji ve Dışişleri Bakanlıkları ile Merkez Bankası’nın üst düzey yetkililerinden oluşturulmuştur. Bu konuda ayrıntılı bilgi için bknz. (Kazdağlı, 2003).

151

Turgut Özal tarafından da “iktisat” konularında raporlar hazırlandığını belirtmektedir. Bu raporlar Prof. Yılmaz Altuğ, Prof. Servet Armağan, Dr. A. Büyükkaya, Prof. Tahsin Banguoğlu, Aydın Bolak, Dr. Ö. Bolcan, H. Çetinoğlu, Ord. Prof. Dr. Sulhi Dönmezer, Doç. Dr. Mustafa Erkal, Ahmet Kabaklı, Prof. Dr. Đbrahim Kafesoğlu, Ömer Okçu, Prof. A.S. Özçelik, Prof. Tunca Toskay, Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş, Doç. Dr. Turan Yazgan, Altan Deliorman, Dr. Metin Eriş, Prof. Dr. Salih Tuğ, Prof. Dr. Süleyman Yalçın ve Prof. Dr. Sabahattin Zaim’den oluşan komisyonlar tarafından incelenmiştir. Tahlil ve tenkidlerle olgunlaştırılan bu konular, Ankara’da yüksek seviyede ilmi ve idari kadroda bulunanların huzurunda tartışılmıştır. Yalçın bu çalışmanın sonucunda 24 Ocak kararları olarak bilinen ekonomik istikrar tedbirlerinin esaslarının belirlendiğini ifade etmektedir.

Aslında bu durumun Özal’ın dünyadaki gelişmeleri yakından takip ettiğinin bir göstergesi olarak ifade edilebilir. Çünkü dünyada, başta ABD’de Regan ve Đngiltere Thatcher dönemlerinde olmak üzere, 1970’lerden itibaren klasik liberalizm önce düşünce planında sonrasında ise kamu politikaları alanında yeniden etkili olmaya başlamıştır. Özal iktidara gelince, özellikle dışa açılmaya, uluslar arası piyasalarla bütünleşmeyi sağlamaya yönelik köklü değişiklikler yapmıştır. Đçte ise, bireysel girişimin önünü açarak, serbest piyasa ekonomisi oluşturmaya çalışmıştır (Erdoğan, 2003b: 21-22). Bu durumun 1952’de Amerika’ya gidişiyle başladığı belirtilmelidir. Çünkü 50’li yıllarda Özal’ın Amerika’da gördükleri ve yaşadıkları bütün hayatı boyunca savunduğu siyasal görüşlerini ve uyguladığı politikalarını belirleyecektir (Bozkurt, 2003: 181). Neticede Turgut Özal’ın 1983 yılında iktidara gelince daha önce Aydınlar Ocağı toplantılarında da dile getirmiş olduğu iktisadi politikaları uygulama imkânına kavuştuğu söylenebilir.

Özal iktidara geldikten sonra, ülkeyi ekonomik, toplumsal ve siyasal olarak dönüştürmeye çalışmıştır. Bu konuda Özal’la Evren arasında gizli bir mutabakatın var olduğu söylenebilir. Bu durum 1987’de askerle yaşanan atama krizinde Özal’ın takındığı tavrı Evren’in desteklemesiyle de açıklanabilir. 1987’de görevi dolan Genelkurmay Başkanı Orgeneral Necdet Üruğ’un görev süresinin bitmesine iki ay kalmasına rağmen istifa ederek, görevini emekliliği dolan Orgeneral Necdet Öztorun’a devretmesi söz konusu olduğunda, askerleri dinlemeyen Özal, askerler arasındaki

152

anlaşmayı bozarak kendi tercihi olan Necip Torumtay’ı Genel Kurmay Başkanlığı’na atamıştır. Bu devir teslimden sonra Üruğ’un, Evren’den boşalan Cumhurbaşkanlığı makamına geçirilmesi konusunda askerlerle arasında var olduğu söylenen gizli mutabakat da ortadan kalkmıştır. Özal bu kararlılığıyla hem kendinin Cumhurbaşkanı olmasının hem de Cumhuriyet tarihinin ilk sivil cumhurbaşkanı seçilmesinin önünü açmıştır.

Özal iktidara geldiğinde, tarihine yabancılaştırılmış, kendisiyle barışık olmayan bir toplum, kavga ve tahrip ilkelerine oturtulmuş bir siyaset yapma anlayışı ile devleti kayıtsız şartsız kutsayan bir zihniyetle karşı karşıya kalmıştır. Özal bu çerçevede ilk olarak Cumhuriyeti Osmanlı ve Đslamla barıştırma, toplumu birbiriyle, halkı da siyasetle ve devletle barıştırma şeklindeki siyasi öncelikler doğrultusunda bir yol izlemiştir (Sezal, 2003: 165-166). Bu durumun aslında Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren, Cumhuriyetle barışık ancak kendi yaşam tarzını merkeze taşıyamayan toplumun ve milliyetçi ve muhafazakâr Türk aydınlarının temel sorunu olduğu ifade edilebilir. Nihayetinde Özal’la birlikte toplumun ve milliyetçi muhafazakâr aydınlardan müteşekkil Aydınlar Ocağı’nın toplum tasavvuru Özal döneminde icra edilebilmiştir denilebilir. Çalış’ın (2003: 395) da ifade ettiği üzere, Özal dönemindeki politikalarda, geleneksek Đslami ve Türkçü motifler, liberal ve modern motiflerle birlikte kamusal alanda daha bir görünür hale gelmiştir. Ayrıca yine Özal döneminde Milli Eğitim Bakanlığı, 1930’lu yıllarda üretilen Türk Tarih Tezine uygun tarih anlayışını, daha milliyetçi muhafazakâr çizgide yeniden gözden geçirmiş ve 1980’li yıllardan sonra Osmanlıyı daha çok dikkate alan yeni bir tarih ve eğitim anlayışı Türk eğitim sistemine hâkim olmuştur.

Yine Özal’la birlikte Türkiye’nin de özellikle teknolojik olarak hızlı bir batılılaşma sürecine girdiği söylenebilir. Aydınlar Ocağı da, 1980’li yılların ikinci yarısında dünyada ve Türkiye’de yaşanan siyasal ve toplumsal gelişmelere kayıtsız kalmamıştır. Hatta 1986 yılında Muharrem Ergin, Aydın Bolak, Süleyman Yalçın gibi Ocağın önde gelen üyeleri tarafından imzalanan Milli Mutabakatlar’da ilk defa Türk-Đslam-Batı Sentezi ibaresi kullanılmıştır. Bu üç unsurun Türk kültürünün temelini oluşturduğu, milli kültürü oluşturan bu yapının birinci sütununu oluşturan Türklük’ün 2500 yıllık,

153

belirtilmiştir. Aynı zamanda Türk Đslam Sentezi’nin bu kültürün değişmez özü olduğu, Batı kolunun ise medeniyeti, çağdaşlığı, sanayileşmeyi, müsbet ilmi, teknolojiyi ve medeniyetin kültür üzerindeki tesirlerini içeren, değişen ve gelişen bir unsur olduğu ancak batılılaşmanın medeniyet sınırında kalması ifade edilmiştir (1986: 408-409). Bu ifade o döneme kadar Batılılaşma retoriğinden ısrarla uzak duran ve sol/sosyalist düşüncelerle bütün hesaplaşmasını yerlilik ve kökü dışarıda olmak üzerine kuran Ocak için önemli bir değişme olarak gösterilebilir.

Tanıl Bora, 1970’lerde Aydınlar Ocağı’nın milliyetçi-muhafazakâr Türk-Đslam sentezini, “Türk-Đslam-Batı Sentezi” adı altında resmi ideolojinin Batıcılığına ve Kemalizme bağlamaya çalıştığını ileri sürmektedir. Ona göre, 12 Eylül askeri yönetimi, bu üçlemeyi daha da pragmatik ve kendiliğinden bir biçimde ve resmi ideolojinin klasik çerçevesinde kalarak gerçekleştirmiştir (2007: 127). Oysa Aydınlar Ocağı’nın Milli Mutabakatlar başlıklı yazıdan da anlaşıldığı üzere, böyle üçlü bir terkibi ilk defa bu makalede kullandıkları belirtilmelidir. Dolayısıyla bu durum dahi Ocak’ın illa kendini resmi ideoloji ile bağdaştırmaya çalıştığı ön kabulünü reddetmeye yarayabilir.

Alper ve Göral da (2009: 587-588) bu adımı batılılaşma konusunda ısrarcı olan ve katı laik tutumlarından taviz vermeyen cumhuriyetçi muhafazakar çevreleri ve Đslamcı kadroların devlet içinde etkin bir rol almaya başlamasından ötürü rahatsızlık duyan bazı ordu mensuplarını sentezi büyüterek içine alma çabası olarak da nitelendirmektedir. Oysa bu durumun Ocak’ın dünyada yaşanan hızlı değişmeye ayak uydurma ve Batılılaşma retoriği çerçevesinde milli kültürü koruma çabası içinde olmasından kaynaklandığı söylenebilir.

Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren önemli bir sorun olan Kürt sorunu, 1970’lerde oluşmaya başlayan Kürdistan Đşçi Partisi’nin (PKK) 15 Ağustos 1984’te Eruh’ta yapmış olduğu kanlı baskınla eyleme dönüşmüştür. Bu süreçten sonra PKK hegemonyasında gelişen Kürt hareketlerinin, hızlı bir uluslararasılaşma sürecine girmiştir (Gençkaya, 2003: 105-106). Özal iktidarının ilk yıllarında Kürt sorunuyla bir hükümet başkanı olarak karşılaşmış olsa da hep mesafeli durmuştur. Özal’ın iktisadi alanda benimsediği ve uygulamaya çalıştığı siyasal liberalizmi ise ancak Cumhurbaşkanlığı döneminde uygulamaya geçirebildiği söylenebilir. Özal’ın Cumhurbaşkanlığı döneminde

154

söylenebilir. Benzer düşünce kalıplarına dayansa da Türk Đslam Sentezi düşüncesinin daha merkeziyetçi ve diğer etnik unsurlara karşı baskıcı bir söylem geliştirdiği ya da en azından kayıtsız kalarak Türklüğe önemli vurgu yapan düşünce kalıbından farklı olarak Yeni Osmanlıcılığın ise âdem-i merkeziyet sistemine dayanan bir yönetim biçiminin, farklı etnik unsurların tanınmasını ve kültürel ve idari özerkliklerinin kabul edilmesini benimsediği söylenebilir (Ataman, 2003a: 357).

Milli Mutabakatlarda, bölücülüğün (Kürt Sorunu kastedilerek) Türkiye için sun’î bir etnik farklılık olduğu, bunun yabancı güçler tarafından ortaya çıkarıldığı vurgulanmaktadır. Ergin vd.’ne göre, Türkiye ırkçı bir devlet değil, bir kültür devletidir. Kültür ise her milletin hayat tarzı ve karakteridir. Anadolu’da bin senedir yaşanan kültür ise Türk-Đslam kültürüdür. Türklük nasıl kültürel bir homojenlik olarak tanımlanıyorsa,

Đslam da homojen bir yorumla ele alınmaktadır. Dinin içinde cemaatler ya da mezhepler olarak bir ayrımın da yapılmayacağı belirtilmektedir (1986: 408, 410).

Nevzat Yalçıntaş da (Kişisel Görüşme, 2010),

“…bir insan kendini nereye mensup buluyorsa, bizim hiçbir hakkımız yok. Bir insan Ben a milletindenim b milletinden değilim, tamam kardeşim. Onun beynini biz mi şekillendireceğiz, tabiatıyla bir insan ben filanca kavimdenim filanca

şeydenim olmuyor. Mesele şuradan başlar. Kendine bir eşit vatandaş olaraktan bazı talepleri varlığı, talepleri Türkiye’nin bölünmez bütünlüğü ile bağdaşıyorsa onu da yapılır ama yapamayacağım bir şey vardır. O da Türkiye’nin bölünmez bütünlüğünü tahrip etmeye zayıflatmaya, bölmeye, hakkın yoktur bu bir. Đkincisi silahla, şiddetle, insan öldürerek, insan kaçırarak kendi gayelerini tahakkuk ettirmeye de hakkın yoktur.”

Salih Tuğ da (Kişisel Görüşme, 2010),

“…ırki mensubiyet varsa onların birlikte yaşaması lazım. Bu birlikte yaşamak kendi fikirlerinden vazgeçmek manasına gelmez fakat senin fikrin sana benim fikrim bana biçiminde gene bir dostluk ilişkisi sen Türk isen Kürt olabilirsin ben de Kürtsem Türk olabilirim. Ben kimsem o olabilir bu olabilir ama hep birlikte yaşamak ve bu toplumu dağıtıp parçalamamak biçiminde bir görüşün bugün de geçerli olması lazım.”

sözleri ile Aydınlar Ocağı mensupları arasında genel kabul gören, kültür milliyetçiliğine vurgu yapan ve Türkiye Cumhuriyeti’nin bölünmez bütünlüğünü tehdit etmedikten ya da şiddet eylemlerine yönelmedikten sonra her türlü farklılığın kabul edilebileceğini belirtmişlerdir.

155

Özal ise, özellikle Cumhurbaşkanı seçildikten sonra Kürtler’in yanı sıra cemaat ve tarikatlarla yakından ilgilenmiştir. Özellikle 1990’lı yıllarda vefatına kadar Özal’ın Türk kavramını daha ihtiyatlı kullandığı ve Đmparatorluk bakiyesi olarak Anadolu’da yaşayan çeşitli etnik, ve dini topluluklar olduğunu belirterek devletin adının Türkiye Cumhuriyeti tabiri yerine Osmanlı Cumhuriyeti olsa ne olacağını hemen hemen her ortamda dile getirdiği söylenebilir1 (Çalış, 2003: 387-399).

Cumhurbaşkanlığı döneminde bu düşüncesini dış politikaya da yansıtan Özal, Türkiye’yi Đslam dünyasında da merkezde ve lider yapmaya çalışmış ve Balkanlardaki ve Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra Orta Asya’daki Türk devletlerinde yaşanan gelişmelere kayıtsız kalamamıştır. Özal, bir taraftan Karadeniz Ekonomik Đşbirliği Örgütü ve Đslam Konferansı Örgütü’ne aktif katılmak gibi faaliyetlerle bölgesel anlamda, diğer taraftan da Avrupa Birliği ile ilişkilerini yoğunlaştırma yönünde girişimlerde bulunmuştur. Aslında bu durum Özal’ın Doğu’ya dönerek Türkiye’nin Batı’ya bağımlılığını azaltmaya çalışırken, Avrupa’yla ilişkilerini artırarak da Türkiye’nin NATO ve Amerika’ya bağımlılığını azaltmaya çalıştığının bir göstergesidir. Ataman’ın ifadesiyle Özal, “…ülke kimliğini hem kültürel hem de siyasi

olarak “tamamen laik ve Batıcı” bir rejimden “ teknolojik olarak Batıcı, fakat kültürel olarak Doğucu” bir devlete dönüştürdü” (2003b: 48). Kısacası Osmanlı’nın son