• Sonuç bulunamadı

Erken Cumhuriyet Dönemi Türk Milliyetçiliği

BÖLÜM 2: AYDINLAR OCAĞI’NIN FĐKRĐ TEMELLERĐ: TÜRK ĐSLAM

2.2. Cumhuriyet Dönemi Türk Milliyetçiliği

2.2.1. Erken Cumhuriyet Dönemi Türk Milliyetçiliği

Milliyetçilik, Batı’da ilk ortaya çıktığı dönemde klasik liberal özellikler göstermekteydi. Yani etnik, dini, kültürel vb. özellikten çok vatandaşlığa dayanan ve ulus devletle vatandaşı arasındaki bağı ifade eden bir yapıya sahipti. Milliyetçilik ikinci evrimini XX. yüzyılda göstermiştir. Bu dönemde ortak soy düşüncesine dayanan etnik unsurları öne çıkararak etnik milliyetçilik şeklini almıştır. Günümüzde ise özellikle Đslam ülkelerinde dinin etkin olduğu bir milliyetçilikle karşılaşılmaktadır (Altuntaş, 2004: 174). Đslam dünyasında yöneten sınıf ve ulema, milliyetçiliği ve millî devlet inşa sorununu, Hıristiyan Batı karşısında yaşanan mağlubiyetin sebebi olarak algılamıştır. Đslam dünyasında millet inşa sürecine hâkim olan telaş, dini tasavvurun sağladığı güvenin çöküşünden doğan telaşla birleşmiştir (Bora, 2007: 104).

Tunaya (2004a: 189), Cumhuriyetin kuruluş yıllarında yapılan değişiklikleri Türk devrimi olarak ifade etmektedir. Bu fikir ve hareketler bütünü, ilk yıllarında oldukça yıkıcı bir reaksiyon devresi geçirmiştir. Bu devrenin tansiyonu kuşkusuz her devrim hareketinin tabii bir unsurudur. Ancak asıl sorun olan nereye kadar gidileceği ve nerede durulacağının belirsiz olmasıdır. Kuşkusuz Türk inkılâbı Osmanlı Đmparatorluğu’nun çekingen, kararsız, verimsiz hareket ve metotlarına karşı bir isyan hareketiydi. Ancak sosyal ve siyasal hakların genişletildiği II. Meşrutiyet döneminin bile unutulması ya da unutturulması Osmanlı Đmparatorluğu’nun hatalarına dönmemek çabasının kurbanı olmuştur.

Bu nedenle Cumhuriyet döneminde oluşturulan milli devlet, mübadele sonrasında millet sisteminin üzerine oturduğu “millet-i hâkime” anlayışının seküler versiyonuna dayalı, siyasi meşruiyeti seküler temeller üzerine kurulu, muasır medeniyet seviyesine ulaşmak

59

hatta aşmak amacına göre yapılandırılmıştır. Đmparatorluğun bakiyesi üzerine kurulacak olan yeni siyasi rejimin Cumhuriyet olarak belirlenmesi ancak adlandırma sürecinde yaşanan tartışmalar daha sonra oluşturulacak Kemalist milliyetçiliğin de bir resmini çizmektedir. Çünkü Pantürkçüler “Anadolu Cumhuriyeti”, Panislamcılar ise “Türkiye

Đslam Cumhuriyeti” adını önermişlerdir. Fakat Kemalist milliyetçilik anlayışının temellerini oluşturacak olan hanedanlık karşıtı, Đslami olmayan ve etnik imâlar barındıran mülki açıdan sınırlandırılmış milliyetçilik anlayışı çerçevesinde yeni kurulacak devletin adının “Türkiye Cumhuriyeti” olması kararlaştırılmıştır (Yıldız, 2004: 210-211).

Türk milli kimliği Kemalist inşa süreci içerisinde 1919-1945 yıllarını kapsayan iki dönemde ele alınabilir. Bunlardan birincisi, Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkışıyla başlayıp 1922’de saltanatın kaldırılması, 1923’te muhalif grupların seçim sürecine dâhil edilmemesi ile daha homojen bir meclis oluşturulması ve 1924’te de halifeliğin kaldırılması süreçlerini takip eden üç aşamada sona eren dönemdir. Milli mücadele dönemi olarak nitelendirebileceğimiz bu dönemde yoğun bir Đslam ve Osmanlılık vurgusu vardır1.

Örneğin 7 Ağustos 1919’da yapılan Erzurum Kongresi’nin sonunda yayınlanan beyannamenin birinci maddesinde (Kansu, 1997: 114-116);

“Trabzon vilâyeti ve Canik (Samsun) sancağı ile Vilâyatı Şarkıye namını taşıyan, Erzurum, Sıvas, Diyarbekir, Mamuretülaziz, Van, Bitlis vilâyeti ve bu saha dâhilindeki elviyei mustakile hiçbir sebep ve bahane ile yekdiğerinden ve Camiai Osmaniye’den ayrılmak imkânı tasavvur edilemeyen bir küldür. Saadet ve felakette iştirâki tam kabul ve mukadderattı hakkında aynı maksadı hedef ittihaz eyler. Bu

1 Çalış, birinci dönem olarak adlandırılan bu dönemi 1919’da Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkışıyla

başlatıp, 1922’de Mudanya Ateşkes Antlaşması ile sona eren “Đstiklal Harbi” dönemi olarak nitelendirmektedir (2003: 389). Yıldız ise, Erken Cumhuriyet döneminde Türk Milliyetçiliğinin seyrini üç dönemde incelemektedir. Ona göre bunlardan birincisi 1919-1923 yılları arasını kapsayan dönemdir ve Milli Mücadele Dönemi olarak nitelendirilebilir. Türk milli kimliğinin baskın bir dini karaktere sahip olduğu bu dönemi, milliyetin Müslümanlıkla tanımlandığı ve resmi politik söylemin etnik çoğulculuğa dayandırıldığı, dönem olarak ifade etmektedir. Đkincisi ise, Kemalist aydınların oluşturduğu bir aydınlanma hareketi ile yeni baştan inşa edilmeye çalışıldığı dönemdir. Bu dönemde din sosyopolitik ortamdan kovulmuş ve yerine din olarak algılanan milliyet duygusu yerleştirilmeye çalışılmıştır. Cumhuriyetçi dönem olarak nitelendirilebilecek olan ve 1924 ve 1929 yılları arasını kapsayan bu dönemde, Osmanlı Đmparatorluk özelliklerine göre oluşturulan Đslamcılık ve Türkçülük yerine yeni ferdi ve kolektif kimliğin belirleyicileri olarak milliyetçilik ve medeniyetçilik esasları ikame edilmiştir. Üçüncüsü ise, 1929 ve 1938 yılları arasını kapsayan ve etnik vurgunun arttığı “Halkta Birlik” Dönemidir. Bu dönemde ortak köken duygusu temel alınmış, ırkı- ve soya dayalı motiflerin kullanımı çoğalmıştır (2004: 217-225).

60

sahada yaşıyan bilcümle anasırı islâmiye yekdiğerine karşı mütekabil bir hissi fedakâri ile meşhûn ve vaziyeti ırkıye ve içtimaiyelerine riayetkâr öz kardeştiler.”

ifadesi yer alırken ikinci maddede, “Osmanlı Vatanı’nın tamamiyet ve istiklâli

milliyemizin temini ve makamı saltanat ve hilâfetin masuniyeti için kuvayı milliyeyi âmil ve iradei milliyeyi hâkim kılmak esastır.” ifadesi yer almaktadır. Dokuzuncu maddede

ise, Şarki Anadolu Müdafaa-i Hukuk Cemiyetine üyelik şartı olarak Müslümanlık belirtilir: “Bilcümle Đslâm vatandaşlar cemiyetin azay-ı tabisindendir”. Ayrıca 4-11 Eylül 1919 tarihleri arasında yapılan Sivas Kongresi’nde, Erzurum Kongresi’nde alınan kararlar genişletilmiş ve bu kongrede seçilen Heyet-i Temsiliye’ye Batı ve Orta Anadolu’dan gelen temsilcilerin de katılımıyla toplanan Sivas Kongresi daha ulusal bir Kongre havasına kavuşmuştur. Bu kongrenin beyannamesinde de yine Osmanlı ve

Đslâm vurgusunun devam ettiği görülmektedir. Yine aynı şekilde 28 Ocak 1920’de hazırlanan ve 24 Temmuz 1923’te imzalanan Lozan Andlaşması’nda ısrarla savunulan Misak-ı Milli kararlarında da (Çoker, 1994: 32)“…Osmanlı Đslam çoğunluğun yerleşik

bulunduğu kısımların tamamı gerçekten ve hükmen hiçbir nedenle ayrılık kabul etmez bir bütündür” (md.1) ve “Đslam Hilafetinin karargâhı, Osmanlı yüce saltanatının başkenti ve Hükümetinin merkezi Đstanbul şehri ile Marmara Denizi’nin güvenliği her türlü bozukluğa karşı korunmalıdır…” (md. 4) ifadeleri ile aynı vurgunun devam ettiği

görülmektedir. Birinci Büyük Millet Meclisi’nde de saltanat ve hilafet, dolayısıyla Osmanlı ve Đslam vurgusunun devam ettiği görülmektedir. Hatta Birinci Büyük Millet Meclisi 23 Nisan 1920’de Hacı Bayram Camii’nde kılınan Cuma namazı sonrasında dualarla açılmıştır.

Đkincisi ise 1924 yılında başlayıp 1946 yılında çok partili siyasal hayata geçişin hemen sonrasında sona eren dönemdir. Çünkü 1946 yılı sonrasında aydınlar ve öğrenci grupları tarafından oluşturulan dernekler vasıtasıyla Erken Cumhuriyet döneminde oluşturulmaya çalışılan “milliyetçilik” anlayışına farklı yorumlar getirilmeye çalışılmıştır.

Kemalist milliyetçilik anlayışı, seküler bir kolektif tasavvur oluşturabilmek için daha çok etnik temalara başvurmuştur. Örneğin, dönemin tüm millet inşa araçlarında milli türeyiş destanı olan Ergenekon Destanı’nın temel figürü olan “bozkurt” kullanılmıştır. Bu tarihsel efsane de yaşayan bir efsane ile kaynaştırılmış ve “Gazi”, “En büyük baş”, “Büyük şef” ve nihayetinde “Atatürk” olarak Mustafa Kemal, tüm milletin babası, atası

61

yani Bozkurt olarak nitelendirilmiştir (Yıldız, 2004: 211). Cumhuriyet döneminin kuruluş yıllarında Türk aydınlarının, Đslamcılık ve Osmanlıcılık yerine Türk milliyetçiliğini kabul ettikleri görülmektedir. Ancak Türklerin oturduğu veya geçmişte Osmanlı Devleti’nin egemenliği altında olan topraklar üzerinde herhangi bir talepte bulunulmamaktadır. Đlk defa Misak-ı Milli ile teyit edilen sınırlar, yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin sınırları olarak kabul edilmiştir ve içinde Turanist öğeler yoktur. Ziya Gökalp, Yusuf Akçura, Tekin Alp ve Ahmet Ağaoğlu gibi Türkçü aydınlar da, Kemalist harekete katılmışlar, Turancılıklarını askıya alarak Anadolu temelli Misak-ı Milli sınırları içinde kalan yeni yapılanmaya destek vermişlerdir.

Bu dönemde aydınlar arasında sınırların belirlenmesi ile ilgili bir mutabakat olsa da milli kimliğin sınırlarının belirlenmesi hususunda ciddi problemler olduğu söylenebilir. Çünkü “milli kimlik”ten söz edebilmek için öncelikle bir millet söz konusu olmalıydı. Bu nedenle milletin nasıl tarif edileceği ile ilgili çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Akçura’ya göre teşiklatlanma halinde olan her millet mevcut şartlara ve hedef alınan amaca göre milleti tarif etmiştir. Öncelikle batıdan örnek göstererek, Almanlar ve Slavlar ırk ve lisanı yani tarihi mecburiyeti, Fransızlar arzu ve iradeyi yani ferdi hürriyeti, Đtalyanlar arazi ve lisanı yani coğrafi ve tarihi mecburiyeti milletin meydana gelişinde ve devamında esas aldıklarını belirtmiştir. Ona göre ise “millet, ırk ve lisanın

esasen birliğinden dolayı içtimai vicdanında birlik hâsıl olmuş bir insan topluluğudur”

(1981: 4-5). Akçura’nın bu millet tanımından hareketle, millet oluşturma sürecinde ve devamında, Almanlar ve Slavların yaptığı gibi ırk ve dil temelli bir yapılanmanın altını çizdiği söylenebilir.

Bu dönemde Ziya Gökalp’in düşünceleri temel alınmış ancak, Gökalp’in yaklaşımından farklı olarak, ortak kimliğin kaynağı olarak Đslam’ın yerini Đslam öncesi geçmiş almıştır (Yıldız, 2004: 212). Anadolu tarihindeki Osmanlı geçmişinin görmezden gelinmesi ve Turancılık fikrinin önüne geçmek amacıyla bu dönemde Etiler ve Sümerlere vurgu yapılmaya çalışılmıştır. Cumhuriyetin ilk yirmibeş yılında Türk milliyetçiliği -küçük bir aydın zümrenin kabul edebileceği şekilde- rasyonalist, laik ve materyalist özelliklere sahipti. Oysa kitleler milliyetçiliği dinle bir tutarak benimsemişlerdir. Bu durum da biri halkın biri de aydınların olmak üzere iki farklı milliyetçilik anlayışının oluşmasına ve bunların birbiriyle çatışmasına sebep olmuştur (Karpat, 1996: 211).

62

Bunun en belirgin şekilde, Mustafa Kemal tarafından Afet Đnan’a hazırlatılan Medeni Bilgilerde vurgulandığı söylenebilir. Medeni Bilgiler’de (2003: 24-28), Türk milletinin her kişisinin, birtakım farklarla ve fakat genel olarak birbirine benzedikleri, bu farklılığın da ortak tarih ve ortak ahlaki değerlerle ortadan kalktığı belirtilmiştir. Oysa bir milletin oluşmasında din birliğine gerek yoktur1. Mustafa Kemal’in (2003: 28);

“Türkler Arapların dinini kabul etmeden evvel de büyük bir millet idi. Arapların dinini kabul ettikten sonra, bu din, ne Arapların, ne aynı dinde bulunan Acemlerin ve ne de Mısırlıların vesairenin Türklerle birleşip bir millet teşkil etmelerine hiçbir tesir etmedi. Bilâkis, Türk milletinin millî rabıtalarını gevşetti; milli hislerini, milli heyecanını uyuşturdu. Bu pek tabii idi. Çünkü Muhammed’in kurduğu dinin gayesi bütün milliyetlerin fevkinde, şamil bir Arap milliyeti siyasetine müncer oluyordu.”

Sözleri ile ifade ettiği durum aslında Mustafa Kemal’in ulus devlet oluşum sürecinde kurmaya çalıştığı ideolojinin temellerinin nereye dayandırıldığını da göstermektedir. Bu Erken Cumhuriyet dönemi politikalarının bir yüzüdür, diğer taraftan ise, modernleşme çabası içindeki hâkim görüşün dini tam olarak tarihe gömülmüş bir çağ dışılık olarak değil, her şey gibi modernleştirilmesi gereken bir olgu olarak gördüğü de söylenebilir. Lakin din ancak hurafelerden arındırıldığında, toplumsal ahlak ve vicdanları tertipleyecek bir kurum olarak iş görebilirdi (Bora, 2007: 118).

3 Mart 1924 tarihinde kurulan Diyanet Đşleri Başkanlığı ile 30 Kasım 1925 tarihinde

Tekke ve Zaviyeler ile Türbelerin Kapatılması ve Türbedarlar ile Bazı Ünvanların Men ve Đlgasına Dair Kanun çıkarılması sonucunda devlet merkezli bir din politikası

yürütülmeye çalışılmıştır. Ayrıca yine bu dönemde Mustafa Kemal’in Kuran tefsiri ve tercümesi ile hadis çalışması yaptırdığı da belirtilmelidir. Mustafa Kemal, her iki çalışma için Meclis kararı çıkartarak, özel bütçe ayırmıştır. Kuran tefsiri için Elmalılı Hamdi Yazır’ı, Kuran tercümesi için Mehmet Akif Ersoy’u, hadis çalışması için ise Babanzade Ahmet Naim Bey’i görevlendirmiştir. Ancak Mehmet Akif Ersoy tercümeden vazgeçince Elmalılı Hamdi hem tefsir hem tercümeyi yapmıştır. Hadis

1 Medeni Bilgiler, ilk olarak Prof. Dr. A. Afet Đnan tarafından “Vatandaş Đçin Medeni Bilgiler” adıyla

1930 yılında yayınlanmış ve 1931’de ortaokullarda ders kitabı olarak okutulmuştur. Ancak bu metinlerin Mustafa Kemal tarafından kaleme alındığı orijinal metinlerden anlaşılmaktadır. Bu belgeler daha sonra Mustafa Kemal’in vefatının 25. Yılında Türk Tarih Kurumu’nun düzenlediği konferanslar dizisinde “ Atatürk’ün Vatandaşlık Hak ve Vazifeleri Üzerindeki Düşünceleri” olarak sunulmuştur. 1969 yılında ise Türk Tarih Kurumu tarafından bu çalışma “Medeni Bilgiler ve M. Kemal Atatürk’ün El Yazıları” adıyla Prof. Dr. A. Afet Đnan imzasıyla yayınlanmıştır. Ancak Türk Tarih Kurumu 1969’daki ilk baskıda da 1988 yılındaki ikinci baskıda da kitabın bazı bölümlerini sansürlemiştir. Sansürlenen kısımlar ise genelde Mustafa Kemal’in din konusundaki görüşlerinin bulunduğu kısımlardır. Daha sonra 2003 yılında kitap Örgün Yayınevi tarafından yeniden basılmış ve bütün kısımlara yer verilmiştir. Bu konuda bknz. (Atatürk, 2003).

63

çalışmasını 3 yıl sürdüren Babanzade Ahmet Naim Bey vefat edince, yarım kalan çalışmayı Kamil Miras yürütmüştür. Kuran tefsiri ve tercümesi, ‘Hak Dini Kuran Dili’ adında 9 ciltlik tefsir ve tercüme olarak yayınlanmıştır. Hadis çalışması ise “Sahih-i Buhari Muhtasarı Tecridi Sarih Tercümesi” adıyla 1935’te yayınlanmıştır. Bu durum devlet kontrolünde ve Sünni inanca daha yakın modernleştirilmeye çalışılan bir Đslam anlayışının erken Cumhuriyet dönemi tarihinde benimsendiğinin en belirgin göstergesi olarak ileri sürülebilir.

Resmi ideoloji de Türkçülük öğelerini kullanmış ya da kullanılmasına izin vermiştir. Böylece oluşan Türkçülüğün de farklı bir ideoloji olarak konumlanması ve resmi tarih tezinin dışına çıkılması engellenmeye çalışılmıştır. Ancak bu politika gençler arasında

şoven duyguların oluşmasına da yol açmıştır. Nitekim Nihal Atsız’ın Atsız Mecmua’sındaki (1931-1932) ırkçı yayınlar büyük ilgi görmüştür (Okutan, 2004: 86). Yine bu dönemde Reha Oğuz Türkkan tarafından çıkarılan Ergenekon Dergisi’nde de (1938-1939) ırkçı temalara rastlanmaktadır.

Kemalist milliyetçilik anlayışının iki farklı boyutu bulunduğu söylenebilir. Bunlardan ilki dış ilişkilere, ikincisi ise içeriye yöneliktir. Kemalist milliyetçilik dışta irredentist olmayan bir anlayışa sahiptir1. Mustafa Kemal Atatürk’ün “yurtta sulh cihanda sulh” sözü bu anlayışı en iyi şekilde açıklamaktadır. Kemalist milliyetçilik içte ise millet kavramına yeni bir anlayış getirmeye uğraşmaktadır (Köker, 2004: 149-150).

Ernest Gellner “milletlerin olmadığı yerde milliyetçilik onu icat eder” demektedir (2008). Kemalizmle de çok milletli bir devletten yeniden yapılanmış tek bir milletin egemen olduğu yeni bir siyasal yapıya geçiş sağlanmaya çalışılmıştır. Bu çerçevede, bu milletin ortak bir siyasal varlık (üniter devlet) ortak bir dil, ortak bir vatan, ortak bir ırk ve köken, tarihsel ve ahlaki akrabalık bağları etrafında birleşmesi için çabalanmıştır. Ancak bu yeni millet tanımının içinde din yoktur. Türklük ırksal bir kategori olarak belirtilmemekte, daha çok rızaya dayalı bir temele oturtulmaktadır. Hukuki olarak da, 1924 Anayasası’nın 88. maddesinde, “Türkiye’de din ve ırk ayırt etmeksizin

1

Đrredentist kavramı daha önce kaybettiği toprakları isteyen anlamına gelmektedir. Osmanlı Devleti’nin Afrika’dan Balkanlar’a oldukça geniş bir coğrafyada hüküm sürdüğü düşünülürse, Kemalizmin sadece Anadolu topraklarını kapsayan ve Misak-ı Milli ile belirlenen sınırlar içinde kalması onun irredentist olmadığının en önemli kanıtıdır.

64

vatandaşlık bakımından herkese “Türk” denir.1” Đbaresine yer verilmesi de bunun en belirgin kanıtıdır (Kili ve Gözübüyük, 1985: 128; Tanör, 2006: 309-310). Ne var ki milli birliği tehdit eden durumlarda Türklük, kapsamı derhal daraltılarak dışlayıcı bir kategoriye dönüştürülmektedir (Çelik, 2004: 84).

Kısacası Kemalist milliyetçilik anlayışı da tıpkı halkçılık anlayışında olduğu gibi homojen bir toplum yaratmayı hedeflemektedir. Bu toplumda farklılıkların var olmasına ve ifade edilmesine imkân tanınmamaktadır. Bu nedenle Kemalizm’in demokrasiden daha çok milli birlik ve bütünlüğün sağlanması için uğraştığı söylenebilir. Kemalizm’in kendisini modernleşmiş rasyonel laik siyasal topluluğun oluşturulmasının bir aracı olarak sunması ve kendini buna adaması, ulus olabilmenin, bu anlamda milliyetçi olmak da yurttaş olabilmenin ön koşulu haline gelmektedir. Bu özdeşlikler zinciri ise beraberinde meşruiyet sorununu getirmektedir. Çünkü geleneksel olanın yok sayılması, çabuk ve derin çatışmaları uyandırır. Bu nedenle modernleşme projesinin meşruiyetini sağlamak sorunu Kemalistleri, tarihe ve etnik kökenlere dönmeye zorlamıştır (Çelik, 2004: 84-85). Bu çerçevede Türk ulusunun tarihi ve etnik kökenleri üzerinde, devlet kurumlarında araştırmalar başlatılmıştır. Bunun somut yansıması olarak da, bu dönemde Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu’nun kuruluşunu ve bu kurumlarda üretilen Türk Tarih Tezi ve Güneş Dil Teorisi’ni gösterebiliriz.

Türk etnisitesi, Kemalist milliyetçilik içinde giderek merkezi bir konuma sahip olmuştur. Kemalizm, Türk milli kimliğinin etnik-soya dayalı sınırlarını belirlemede, ırkı kurucu bir unsur olarak tanımlasa da hiçbir zaman sistematik bir ırkçılık politikası gütmemiştir. Kısacası Kemalist milliyetçilik, ırkçı değil etnisisttir, etnoseküler bakımdan farklı kalmak isteyenlere karşıdır ve etnik farklılıkları milli farklılıklara dönüştürdüğü için etnik farklılıkları tanımayı reddetmiştir. Bu nedenle, Kemalist milli bütünleşme sürecinde asimilasyon, tehcir gibi etnik yöntem stratejileri uygulanmıştır (Yıldız, 2004: 228).

Türkiye’de Kemalist milliyetçilik geleneği içinden gelen, fakat zaman içerisinde Kemalizmin toplumla sağlam bağlar kuramadığının farkına vararak gelenekle ilişkisini yeniden kurması gerektiği sonucuna ulaşan fikirler 1930’lu yılların ikinci yarısından

1 1924 Anayasası’nın 88. maddesinin ilk fıkrasının orijinal metni “Türkiye ahalisine din ve ırk farkı

65

itibaren ortaya çıkmıştır. Peyami Safa, Hilmi Ziya Ülken, Đsmail Hakkı Baltacıoğlu, Mustafa Şekip Tunç gibi isimlerin bu doğrultudaki arayışları mevcuttur (Taşkın, 2003: 383). Çok partili siyasal hayata geçişin hemen ardından kurulan derneklerle de örgütlü bir şekilde bu fikirleri yaymaya ve uygulamaya çalışmışlardır.

2.2.2. Cumhuriyet Dönemi Türk Milliyetçiliğinin Dönüşümü: Türk-Batı