• Sonuç bulunamadı

Sevgili Talebe Defteri’nde “Kırk Beş Bir Tunguz”u merakla okuyorum. Yeşil şeritli çocuğun “Turan”ında ben de birkaç ay yaşadım. Maziye karışan hatıralarımı “Yeni Turan” da toplamak istemiştim. Nüzhet Sabit, bana o maziyi yaşatıyor. Ben de bir köşeye atılmış defterimden o hatıraların yâdıyla çizilmiş bir iki yaprağı kopardım. “Turan”ın en ateşli oğlu Nüzhet Sabit’e ithaf ettim.

Bursa, Nâfi Atûf

Çok geceler ve gündüzler düşündüm: Mektebimin kurulacağı yer öyle olsun ki, orası bana ve çocuklarıma hayatın bütün hicranlarını, güzelliklerini, inceliklerini duymak fırsatlarını versin. Orada nigah, duradur cihanlarda dolaşsın. Meş’um ve gaddar birçok asırların telkinatı altında ezilen kalplerimiz, fikirlerimiz yeni bir cihan-ı efkâr ve envar içinde açılıversin. Biz, terakki ve saadet itibarıyla pek çok uzak âtilerin oğulları olalım. Mazi bizi fecirler, şafaklar, mehtaplar arasından yad etsin. Ben,

ki ondan hayat, kavga, kan, ateş değil… terakki, saadet, düz olarak görünsün… Böyle bir yer bulabilir miydim?

Hani Türk ilinin bir yeşil yurdu vardır. Orada dağlar yeşil, ovalar yeşil, camiler yeşil, türbeler… yeşildir. Billûrîn sular sebzîn ovalarda parıldar. Sabahleyin güneş semaya beyaz dağlardan yıkanarak doğar. Akşamını büyük bir gölün beyaz koynunda geçirir. Ay bu yeşil yurdun en haşmetdar mihmanıdır. Birçok şairler kameri, hasta bir kıza benzetmişlerdir. Hayır: Ona bütün hüsnüyle, aydınlığıyla, servetiyle… Bu diyarlarda ilââhir zerafet derler. Kâinat onu, melâl ve hüznüyle değil şevk ve ahengiyle derin bir sükûn ve huşu içinde karşılar. Fakat bu sükûn matem-dîde bir kadının halka-i ye’sinde yaşayan ölümlü sükûna hiç benzemez. Hani, ruhları yükselten bir vecd ve huzû’ vardır ve insanlar bu hâl-i vecd de ekseriya bağırmaktan, konuşmaktan… ağaçlar ve kuşlar yaramazlık etmekten çekinirler. Đşte bu mübarek yurdun mehtapları böyle bir ahenkle akar. Gözler bir sima-i beşuş görmekten hiç mahrum değildir. Kış bile buralarda mûnistir. Tabiatı öldürmek isterse bile adeta diriltiyor gibidir. Bu diyarda kendisi tabiatın seyrine karşı durmayı bilenlerde hayat, feyyaz ve nâme-dar bir nehre benzer o kadar nûşin bir cereyanla akar ki, biz mazimizi teessüflerle karartmak, âtimizi iştiyaklarla aydınlatmak telaşından tamamıyla uzağız. Saat, gün, ay… Hayır, hayatı bunlarla ölçmeye hiç lüzum yok. Zaten beşer ızdırabından, hıramanından kurtulmak için zamanı bir vesileyle felah olur rüyasıyla icad etmiştir. Tabiatla beraber ebedi bir hayat aşkını duyanlar tekâmülün ezeli meftunudurlar. Bunlar beşerin hayatını aylarla, senelerle, asırlarla değil saadetleriyle ölçerler. Benim düşündüğüm ve bulduğum yer işte dağların, denizlerin, derelerin, semanın imtizacıyla bir güzellik cihanı teşkil ediyor, ve bu cihanı temaşa etmek, onların hayatına kendi hayatını karıştırmak benim mektebimin sakinleri için ne büyük haz ve saadet tevlid edecekti!

Mektebim için seçtiğim yerde şimdi bir yuva tesis etmek işi vardı. Bu yuva benim ve çocuklarımın hüviyetini taşıyacaktı. Orada ben ve çocuklarım, hayatımız okunacaktı. Onun tezyinatı, tertibatı, tefrîşâtı, pek samimi muhasebelerin, münakaşalarımızın

düşüncelerden sonra şöyle tesise karar verdik:

Mektebim kırda, hemen dik bir tepenin başında ne yaptığını bilmeyerek çalışmış, bir mazinin bu zevk ve insicamsız mecmua-yı enkazı olan evlerden, mahallelerden uzakta oluyordu; fakat ben de, çocuklarım da o pür-mihen mazinin zadeleri değil miydik? Đnkâr edebilir miydik ki biz de bir zamanlar güzellere, hakikatlere, hayırlara meclûb ve meftûn olanların gözlerini oyan insanların ahfâdı idik? Ve nihayet biz de diğer bir neslin validleri olmayacak mıydık?

Bizi ecdadımıza ve ahfadımıza bağlayan uzun zincirde biz de bir halka idik. Maziden, mazinin döküntülerinden uzak kalmak istemekle beraber onun yine o kadar zengin ve kıymeddar hatıraları vardı ki onları yaşatmak bizi uzlete bağlayacaktı ve biz tabiatla rabıtamızı bu suretle daha ziyade kuvvetlendirmiş olacaktık. Mektebimi kurarken bana hakim olan fikirlerden biri, belki en kuvvetlisi mesut ve hayırkar bir nesil yetiştirmekti ve bu nesli maziye en pâk bağlarla iliştirmeyi her zaman düşündüm. Mektebim belki benim bu fikrimin müşahhas bir şahidi olabilir. Onu ben büyük bir kışla olarak yaptırmadım. O daha ziyade bir mahalleye, asırlarca imtidat eden med ve cezirlerden sonra kaynaşan ve birleşen insan ailelerinin bir yuvasına, köye, benziyordu. Her muallim refikasıyla beraber on beş çocuğuyla birlikte bir aile teşkil ediyordu. Ve bu ailelerin şirin birer kâşaneleri vardı. Ve köyüm, yuvam böyle dört kâşaneden ibaretti. Bir murabba’ın dört köşesine konulan bu kâşanelerin tam ortasına benim her zaman içinde samimi bir bûy-i vecd ve taabbüd duyduğum camim vardır. Yemek yediğimiz yer, çok defa toprağın yeşil kaliçesidir. Çocuklarım kâşanelerinde çalışırlar, okurlar, yaşarlar. Đbadet, yemek, eğlence vakitlerimiz beraber geçer. Bunun için mevsimlerin müsait zamanlarında kullanılmak üzere küçük korunun ki biz buna “Gizli Yurt” ismini verdik, sarmaşıklarla örtülen bir kameriyesinde yemek yeri yaptık. Korumuzda biz yemek yerken mini mini kuşların bizimle konuşmak isteyen seslerini işitirdik. Derinden geldiği için boğuklaşan ince derenin sesi kuşların nameleriyle karışır. Biz bu en tabii ve lahutî musikînin neşesiyle yemeklerimizi sevinerek, gülüşerek, konuşarak yerdik.

çiçekler arasından uzanan ince bir yoldan gidilir. Dört beyaz mermerden ibaret merdivenini çıkınca ufak, bembeyaz bir sofa görürsünüz. Bu sofadan içeriye açılan kapının kanatlarını iterseniz önünüzde yine beyaz bir koridor bulacaksınız. Bu koridorun bir tarafında çocuklarımın babalarının, annelerinin yatak odaları vardır. Bir tarafında da bir kütüphane ile bir de mukâleme ve musâhabe odası vardır. Gördünüz ya mektebim çok basittir. Dört ev, aynı taksimatı hâvîdir. Bu dört eve esâtırı Türk hakanı ilhan’ın iki şehzadesiyle iki sultanının isimlerini vermiştik. “Nuhuz, Kayan…”

Şu halde yeşil yurdumuzun dört köşesinde dünya kadar eski tarihimizin ilk babaları ve anneleri yaşıyordu. Ve biz her zaman onların isimlerini yad ettikçe “Gizli Yurt”a düşen o iki genç güzel şehzade ve sultanın taze, kokulu otlar üzerinde çıplak ayaklarıyla ümit ve atiye doğru salındıklarını görür gibi oluyorduk…

Bostancı 23 Şubat 1331 [07 Mart 1916]

T D, C. 2, S. 40 s. 643 Nafi Atûf