• Sonuç bulunamadı

Her ne kadar kitabete mugayir ise de, mukaddimesiyle gönderilen diğer bir müsvedde ise bakınız nasıl başlıyor:

“Denizin renk-i laciverdîsini havayı nesiminin okşayarak sürüklediği hal-i cereyaniyeye – rakip olduğum sandalım ile - teb’it ederek ilerliyordum.”

Bu, tek cümle tekmil müsvedde hakkında bir fikir vermeye kâfi değil mi? “hal-i cereyaniye” terkibinin tamtamıyla yanlış ve manasız olmasından sarf-ı nazarla bu cümleden genç muharririn ne kastettiğini anlamak istesek güç muvaffak oluruz. “Denizin renk-i laciverdîsini” mef’ul sarih hangi fiile ait?

“Hava-yı nesiminin okşayarak sürüklediği”… ne?

Müsveddenin alt taraflarına bir göz gezdirdiğimiz gibi bakınız nelere tesâdüf ediyoruz.! “Sahilin âguş-u zümrîdînine mültecien” fakr-u zaruretin yadigarı! Yırtık, yamalı bir gömleği labis bir çocuk. Ve bunun kabus-u şebâbetten tahliye ve teselli edilebilmesi için harareti şemsten rengi kararmış, - ihtimal ki açlıktan – yanakları birbirine göçmüş ….” Đlââhir. Bu yazıların sarf ve nahve muafık olmasını aramaktan haydi vazgeçelim; fakat hiç olmazsa bir mana çıkmalı değil midir?

Menba’ul Đrfan talebesinden birinin müsveddesidir. Tevfik Fikret Beyin Neşide-i Garrâ’sından müfrez: Şafak sökerken o yalnız, bir eski tekneciğin… “kıtasını müsveddesinin baş tarafına bu genç kâtip herhalde bir eser-i vukuf göstermiş demektir.

Fakat müsveddesinin daha başında (Vahdet-i Mevzu)’u şiddetle ihlal ederek söylenişlere başlıyor ve diyor ki:

“Hayır, ondan herkes nefret ediyor. Fakirliği kendilerine bulaşır zannediyorlar. Lakin Henri samimi idi. Aşinalarını sever onlara karşı, iyi kalp besler, kendisini hiç düşünmez. O yalnız çocuklarını düşünür. Evet onlar için çalışır çabalar. Fakat feleğin cilvesi hakkında zalim olur. Kahhârâne hareket eder…”

Görülüyor ki âşınaların muâvenesi ile mevzu arasında, hiç olmazsa, müsveddenin başında münasebeti baîde bile yoktur. Müsveddeye iyi bir “tarassud ve müşâhede” ye müstenid bir tasvir ile girişilmeli idi. Sefalet bütün acılığıyla meydana çıkartılmalı idi. Nihayette insanların bu gibi elvâh-ı sefalete karşı lakaytlığı da müessir bir surette, kısaca nazar-ı ibrete çarptırılmalıydı.

Bu muharririn sigaları isti’malde zaafi, imla hataları da vâzıh surette göze çarpar. Biz zaten tekmil bu müsveddeler arasında düzgün bir imlaya rast gelmedik ki.

Kadıköyden… imzasıyla vârid olan müsveddede şu suretle başlıyor: “Đşte size hayatını, bunca ömrünü kayıklar içerisinde, denizler ortasında dereler, nehirler kıyılarında, iskeleler kenarında mahv ve hebâ eden bir adam…” Bu muharrir etnaba, haşviyâta meraklı. (hayatını) dedikten sonra (bunca arîz) demeye ne lüzum vardır? (bunca) saffet-i mübhemesi (bütün)’ün yerini tutabilir mi?

Sonra müselsel olarak gelen zarflar yekdiğerini ikmal ediyor mu?

Alt tarafa seri bir nazar: “Medâr-ı maîşeti olan parasını tedarik…” görülüyor, yine bir huşu! Muharrir tasvire şu suretle devam ediyor: Başı önüne düşmüş, elleri kavuşmuş, yüzünden açlık hasebiyle kan çekilmiş, elbisesi yırtılmış, vücudunun kısm-ı âliyâsını

kımıldamaksızın müvekkilane balıkların ağa düşmesini bekleyen,…”

Đşte tarassud ve müşâhedenin müdekkikâne olmaması bu gibi zehablara mahal verir. Resimde gösterilen fakir balıkçı, balıkların ağa düşmesini mi bekliyor? Böyle bir hüküm nasıl verilebilir?

Đstanbul Đnâs Sultanîsinden vârid olan diğer bir müsvedde de şöyle ibtida ediyor: “Ruh-efza yaz günlerinin birinde zümrüdün şahikalarla müzeyyen olan sahil-i bahrın ilticagâh-ı inzivasına gizlenir. Senelerden beri aç, çıplak, sefil bir maziyi güzeran eden bu zavallı balıkçı Hurda, eski kayığının içinde vurarak attığı oltanın meş’um taliine tesâdüf ettireceği balığı bekliyor.”

Yine yanlış tarassud ve müşahede! Atılan olta nerede? Daha kayık denize bile çekilmemiş. Sonra zümürrüdin şahikaları muharrire nerede görüyor, acaba? Öyle bir sefalet levhasının tasvirine (ruh-efza), (müzeyyen), (zümürrüdin) gibi şetareti, inşirahı mübeyyin sıfatlarla başlamak ne derece muktezayı hale mütabık gelir? (ilticagah-ı inziva) ne demektir? (Güzeran etmek) denilir mi? Bütün bu hatalara rağmen müsveddenin heyet-i umûmiyesinde amîk bir hiss-i şefkat duyan bir kalp farz edildiği bazı yerlerde muharrire hissiyatını ifadeye de muvaffak olduğu için ikinci derecede iyi bulduk.

Diğer bir muharrir de müsveddesine şöyle başlıyor:

“Sahilde uzak ve yabancı bir köyde, kayalar arsına gömülmüş, küçük harâbezâr hanesinde ailesiyle beraber eski teknecik, çürük ipliklerden yapılmış ağır bir iki kırpıntı ile doldurulmuş minderleri, bütün bu sefaletler arasında inleyen şu fakir, yüzü sararmış, benzi solmuş, üstü paçavra ile mestur, kolsuz gömleği kendisinin fakir bir balıkçı olduğunu irâe ediyordu.”

Bu, şüphesiz bir tasvirdir. Fakat evvel emirde (irâe ediyordu) siga-i hikâyesine ne için ihtiyaç görülmüş, ondan sonra şu cümleyi tahlile girişelim:

“Sahilde uzak ve yabancı bir köy” deniliyor; uzak, nereden uzak? Yabancı kimlere yabancı? Görülüyor ki bu sıfatların manası düşünülmeden kullanılmış. Ya (Köy

(harabezârhane) nin manası var mıdır? (haraphane) mi demek isteniliyor?

Nihayet şu itiraz vardır. Muharrir ne için meydandaki balıkçının kendisini, çoluğunu-çocuğunu bırakmış da hiç görülmeyen köyünü, evini, barkını tasvire kalkışıyor? Görülüyor ki bu müsvedde de muvaffakıyetli değildir. Hele alt tarafında bundan da daha bariz müşahede, lisan, üslup hataları pek çoktur. En son müsvedde: Üsküdar’dan genç bir muharrire tarafından gönderilmiştir:

“Đşte şu balıkçının da bir hayatı var; fakat onunki hayatın ne kadar söz şinak bir safhasıdır. Yaşadığı her dakika buruşuk alnına ayrı bir hatt-ı elem çeker. Gittikçe derinleşen girîve-i felaket önünde fersiz nazarları bî hareket kalıyor. Şuâat-ı enzarı bu girdaba dalıyor, kayboluyor…”

Bu cümleleri beğenmemek elimizden gelmez. Đşte tam, hazin, müessir bir tasvir! Alt tarafı da kuvvetini kaybetmeden şöyle devam ediyor:

Kim bilir belki zaruret-i imânında bir katre-i reha, bir şûle-i hayat arıyor. Oh, bütün bir aile bir lokma nan için çırpınıyor.” Ve :

Artık bundan daha muhrik ve elim yaşamak mı olur? Mevt de bunun gibi bi nihaye bir âdemdir; fakat hiç olmazsa hissiz, azapsız bir âdemdir…”

Müsvedde burada bitseydi pek daha iyi olurdu. Muharrire, bilmem hangi sebebe mebni, zihninin başka bir silsile-i hayalâtına kapılarak bu hayatta bile bir güzellik arıyor; lüzumsuz, garip tasvirlere, gayr-i mantıki istidlallere düşüyor:

Sefalet-i zaruretin gayede olması hassas ve kâmil bir insan için evvelkinden daha latiftir. Bir ihtiyaç ve adeta hayal kadar boş ve tenha, öyle olduğu için de o derece esâtırî olan bir hayat nasıl daha hakir olabilir? Çünkü mücessem bir şiir ve hayaldir, hayattır… hakikaten pek uluhî bir varlık!”

Bu hayaller ne kadar mübhemdir? Keşke katip bunlara lüzum görmeseydi! Mamafih bütün aldığımız müsveddelerin en güzeli budur, genç muharriresini tebrik ederiz.

Numûne Mektepleri Mezunlarına,

Her senenin bu ayları, talebe mecmualarını en çok alakadar eden bir mevzu vardır: “Mektep ve Meslek Đntihabı” Bu hususa dair kârie ve karîlerden birçok mektuplar aldık ve almakatayız. Bunların hemen cümlesinde şu cümleye tesâdüf ediliyor. Bu sene mektebi bitiriyorum, acaba hangi mektebe girsem iyidir? Karieler böyle bir sual sormakta şüphesiz pek haklıdırlar. Fakat itiraf etmeli ki buna cevap vermek de oldukça müşkül ve ağır bir meseledir. Kârie ve kârîlerimiz, büyük bir itimat ve samimiyetle bu meselenin hallini bize terk etmiş olmasalardı bundan bahse cesaret edemeyecektik. Mamafih biz yine tamamen kendi fikrimizi söylemeyerek meseleyi umumî bir surette mütâlaa edeceğiz.

Đbtidâî tahsilini ikmal eden bir talebe için girecek başlıca mektepler şunlardır. (Sultanîler), (Dar-ül-muallimin), (Sanayi’), (Bahriye), (Çiftlik Makinist), (Bursa Ziraat), (Kuleli Askeri Đdadisi) ve bunların haricinde ecnebî mektepleriyle ecnebî memleketlerindeki mektepler…

Şimdi bunları zikretmezden evvel, münasip düşmüş iken biraz sultani ve numune mektepleri arasındaki farklardan bahsedelim. Gelecek nüshada da asıl maksada devam ederiz.

Sultani mekteplerine girmek için, zahiren numune ve altı dershaneli mekteplerden mezun olmak kâfi gibi ise de hepsi birbirinden ayrı olan sultani teşkilatı dolayısıyla talebemiz buralara girmek hususunda pek çok müşkülata maruz kalmaktadırlar. Bilfarz Galatasaray’da tahsil Fransızca, Đstanbul Sultanisi’nde Almanca olduğu gibi Kadıköy ve Nişantaşı Sultanîleri’nde de Fransızca tedrisata başlanılmıştır. Binaenaleyh bunların kapıları, hariçten geleceklere kapalı demektir. Gerçi numunelerde Almanca ve Fransızca gösterilmekte ise de şüphesiz bu nevî sultanîleri takibe kifayet etmez.

Diğer bir kısım sultanların ibtidâî kısımlarında ise bilakis, hiç Fransızca yoktur. Ve

cihete gelelim.

Numune ve altı dershaneli mekteplerde tahsil müddeti altı sene olduğu halde, sultanîlerin ibtidaî kısımları beş senedir binaen aleyh, iki komşu çocuğundan biri civarlarındaki numune mektebinde, diğeri de sultanide elifbaya başlasalar, sultanideki efendi yedinci sınıfa geçtiği zaman, numune mektebinden gelen henüz altıncı sınıfta bulunacak, yani bir sene kaybetmiş olacaktır. Halbuki bir senenin hayatta pek mühim bir kıymeti vardır. Şayet, sultani mekteplerinde ibtidâî tahsili beş senede ikmal ediliyorsa, bunun numunelerde altı seneye iblağ için hiçbir sebep yoktur ve talebeyi bir senelik mahrumiyete uğratmak cidden günahtır. Gerçi ilk numune mektepleri tesis edilirken başka gayeler düşünülmüştü. Oradan çıkacaklar, doğrudan doğruya hayata atılacak, bilfarz mağazalarda çalışabilecek. Hülasa başka bir tahsile ihtiyacı kalmaksızın ekmek parasını çıkarabilecek kimseler olacaktı; fakat bugün o gayeden uzak bulunuyor. Çünkü evvel emirde programları o yolda tertip edilmemiştir ve sultanîlerden pek az farklıdır. Numune mekteplerinin intizamı ve tedrisatının ciddiyeti dolayısıyla bugün halkımız evlatlarını oralara vermek için büyük bir tehaccüm gösteriyorlar. Fakat çocukları mektebi ikmal eder etmez hepsini bir düşünce alıyor. Evladımızı nereye verelim? Ve bunların yüzde doksanı tâli tahsilini ikmal ettirmek istiyorlar; fakat bu bir senelik zarar onları düşündürüyor. Numunelerin bazı zeki mezunları doğrudan doğruya yedinci sınıf sultanîye girmek üzere imtihana talip oldukları halde bunlar da kabul edilmiyor. Hulasa bir nispetsizlik mevcut ki bunu kimse inkâr edemez. Bizim düşüncemiz ya sultanîlerin altıncı sınıf dersleri ile numunelerin son sınıf derslerini birbirine yaklaştırarak numune mezunlarını yedinci sınıfa almalı yahut numuneleri de beş sınıf yapmalıdır. Şayet numuneler esaslı bir gayeye bağlanacaksa bunun için de kaybedilecek zaman yoktur. Hemen ıslaha başlanılmalıdır ve bu ıslahat yapılırken hep programlar değişmeli, hem Đstanbul’da birkaç tane sekiz senelik leylî numuneler yapılarak, demircilik, marangozluk… ila ahir gibi (leylî sanat mektepleri) vücuda getirilmelidir. Böyle olmazsa numuneler bu halde kalırsa matlup olan istifadenin teminine imkân olamayacak ve zavallı talebemiz pek haksız olarak ömürlerinden bir sene kaybetmeye mahkûm kalacaklardır.

mekteplere girelim suallerine de cevap vermeye çalışacağız. Büyükada 20 Haziran 1333 [20 Haziran 1917]

T D, C.2, S. 42, s. 673 Muallim Ahmed Hâlid