• Sonuç bulunamadı

1.3. Kadınların Kent Deneyimlemesinde Adalet Perspektifi

1.3.3. Toplumsal Cinsiyet Adaleti

Henüz yeni bir kavram olan toplumsal cinsiyet adaleti kavramının temelinde adaletin öncelikli olarak cinsiyetler arasında sağlanması gerektiği düşüncesi yer almaktadır. Kavram, adalet/eşitlik ikiliği bağlamında kadının toplumsal konumunu belirlemede yeni bir görev üstlenmektedir. Adalet kavramını toplumsal cinsiyet unsurunu ele almadan incelemek eksik ve bir o kadar da sınırlandırıcıdır (Çakar, 2015: 81).

Çakar'a göre toplumsal cinsiyete dayalı olarak adalet kavramı yerine mutlak eşitliğe odaklanmak eksik ve bir o kadar da sınırlandırıcı görülmektedir. Çünkü toplumsal cinsiyet temelinde algılama farklılıklarına dayalı olarak mutlak eşitlikten söz etmek mümkün değildir. Mutlak eşitlik, diğer bir ifade ile her şeyin her yönüyle birbirinin aynı olması adalet algılamalarının doğasına zıttır. Toplumsal cinsiyet merkezinde, eşit olduğu algılanan unsurların adil olduğu algılanmayabilir. Diğer bir ifade ile toplumsal cinsiyet temelinde kadınlar ve erkeklerin algı farklılıkları ortaya çıktığından, eşitlik adalet için gerek koşuldur ancak yeter koşul değildir. Gerçek anlamda adaletin sağlanabilmesi toplumsal cinsiyet adaleti ve eşitliğinin birlikte ele alınması mümkün olacaktır (kadem.org.tr, Neden Toplumsal Cinsiyet Adaleti: 9. Paragraf).

Toplumsal cinsiyet adaletini anlayabilmek için öncelikle toplumun adalet algısını gözden geçirmek gerekmektedir. Adalete bakış açısı ise toplumun adaletten ne ölçüde pay aldığı veya almadığı ile ilgilidir. Bu nedenledir ki günümüzde adil olmak üzerine birçok şey söylenmektedir. Adaletin seviyesi veya geldiği nokta hakkındaki toplumsal yorumlar bu kavramı tartışmaya açmaktadır. Eğitim, cinsiyet, sivil toplum kuruluşları ve kentlilik bilinci adalet algısı üzerinde oldukça etkilidir. Bugün cinsiyet eşitsizliği savının tartışılıyor olmasının en büyük etkeni olarak yaratılışın yani insan fıtratının kadın erkek eşitliği önünde bir engel oluşturup oluşturmayacağı problemi görülmektedir. Kadın veya erkek bedeninin farklı biyolojik özelliklere sahip olması “Salt bir eşitliğin uygulanmasına engel midir?” sorusunu akla getirmektedir. Toplumsal cinsiyet adaleti kavramını ortaya çıkaran ikinci bir neden ise; biyolojik cinsiyetten farklı olarak kadın ve erkeğin toplumsal cinsiyet kimliğine sahip olması savının kadın hareketlerince tartışılıyor olmasıdır

(Martı, 2015: 136). Klasik eşitlikçi yaklaşımların bunu açıklamada yetersiz kalması eşitliğin de içkin olduğu eşitlik üstü adalet perspektifli bir yaklaşımı gerekli kılmaktadır (Aydın Yılmaz, 2015: 107). Böyle bir yaklaşım elbette ki toplumun kültürel ve dini normlarından ayrı düşünülemez. Kültürel yapıların toplumsal cinsiyet üzerindeki etkileri kaçınılmazdır. Toplumsal yapı ve bakış açısı her kademede kendini göstermektedir. Kadının veya erkeğin bu yapı içerisinde konumlandırılması, statüsü ve rolü toplumsal cinsiyet kavramını etkilemektedir. Bir başka ifadeyle toplumun kadına ve erkeğe atfettiği değerlerin farklılık göstermesi her toplumun kendi değer yargılarından ve kültürel dinamiklerinden beslenen adaletli bir bakış açısını gerekli kılmaktadır (Aydın Yılmaz, 2015: 107). Diğer taraftan din olgusu da toplumsal cinsiyet adaleti konusunda belirgin etkiye sahiptir. Din, tarihsel süreç içerisinde her zaman toplumları etkileyen en güçlü ve en etkili unsurlardan birisi olmuştur. Toplumsal cinsiyet kavramını din olgusundan ayrı düşünmek, ona toplum tarafından atfedilen unsurların sığ kalmasına ve dinsel inanışın etkisinin bertaraf edilmesine neden olmaktadır. Dinin toplumu kuşatan yapısını bertaraf eden söylemler İslamın kadına biçtiği rol ve statünün kadını ikinci plana iten ve eşitlikten uzak bir yapıya sahip olduğuna vurgu yapmaktadırlar. Birekul, bu söylemlere karşın Müslüman entelektüelin ürettiği cevapların daha çok savunma psikolojisini aşamayan retoriklerden ibaret olduğunu ifade etmektedir (Birekul, 2015: 116). Bu bağlamda yapılması gereken ise İslamın eşitsiz uygulamalar içermeyen, bunun aksine kadın ve erkek fıtratlarına uygun birtakım görev ve sorumluluklar yükleyen bir din olduğunu destekleyen argümanların ortaya koyulması olacaktır. Kadının kentsel konumuna ilişkin toplumsal cinsiyet/din eksenli eleştirilerin kaynağı ise İslamın kadını evin içine hapseden ve evle özdeşleştiren yapıda olmasına yöneliktir. Bu konuda tarihsel süreçte mahrem olarak adlandırılan birtakım uygulamaların mevcut olması kadının ikinci plana itildiğinin kanıtı olamaz. Toplumsal düzeni sağlamak adına yapılan her uygulama kendi tarihi içerisinde zamanın şartlarına uygun olarak değerlendirilmelidir. Buradan kadının asıl mağduriyetinin moderniteyle birlikte ortaya çıkması savına atıfta bulunmak hiç de yanlış olmayacaktır. Modernitenin kadın ve erkeğe eşit sorumluluklar yüklemesi, kadın ve erkeğin cinsel alanda olsun, çalışma alanında olsun, soyut düşünce ve duygusallık açısından olsun

tabiatlarının getirdikleri bazı farklılıkları (Birekul, 2015: 118) dikkate almaması bu mağduriyetin temel faktörü olarak gösterilebilir.

Adil kent düşüncesinin kentsel planlamalarda ve gündelik kentsel etkinliklerde işlerliğinin analiz edilmesi toplumsal cinsiyet adaletinin kent deneyimi ile bağlantısını ortaya koymaktadır. Kadının modernleşmeyle birlikte kentsel/kamusal alanda daha görünür hale gelmesi kentsel birtakım haklarının doğmasını sağlamıştır. Günümüzde kadının kentsel mekâna ilişkin olarak dolaşma hakkından çalışma hakkına, yönetimsel hakkına, mekânı biçimlendirme ve sosyalleşme hakkına uzanan bir dizi hakkı bulunmaktadır fakat bu haklarını ne kadar kullanabildiği tartışılır durumdadır (Kayın, 2013: 815). Çünkü mevcut olan kentsel haklarının pratikte tam olarak uygulanabildiğini söylemek mümkün değildir. Çalışma şartları, eğitim, erkek egemenliğinin kısmen devam ediyor olması, güvenli bir kent ortamının olmayışı ve toplumsal baskı kadının kentsel kullanım hakkına ulaşmasını zaman zaman kısıtlamaktadır. Toplumsal cinsiyet adaleti kadın erkek arasındaki dengeyi sağlama konusunda duygusallık, fiziki zayıflık, annelik vasfının sorumlulukları gibi özellikleri gözeterek görev ve sorumlulukların dengede tutulmasını sağlayan bir yaklaşım olmaktadır. Kadının fıtratından gelen zayıflığı ve duygusallığı onu özgürleştirmeyeceği ve erkeğin gerisinde kalacağı anlamına gelmemelidir. Zirâ, Martı'nın da ifade ettiği gibi cinsiyetin farkları çağrıştıran telaffuzu, kadına ait fiziksel zayıflık ve duygusal yoğunluk gibi birtakım özellikleri öne sürerek onu sosyal hayatın dışına itmeyi haklı gösteremez (Martı, 2015: 144).